BAYRAK İNER Mİ? EZAN SUSAR MI?

 

Hiç kuşkusuz “bayrak insin” diyen de yok, “ezan sussun” diyen de. Ancak iktidar daha önceki tüm sağcı iktidarlar gibi her başı sıkıştığında “Bayrak inmez, ezan susmaz” sloganının arkasına sığınıyor.

Bayrak bir devletin, bir ulusun ve o ulusa mensup yurttaşların üzerinde yaşadığı toprak parçasının simgesidir. Biz o toprak parçasına Süleyman Soylu’nun dediği gibi “Arazi” değil “Vatan” diyoruz. Ezan ise, namaz kılan Müslümanlara namaz vaktinin geldiğini bildiren bir çağrıdır. Özellikle AKP iktidarı döneminde cami sayısının gereğinden fazla artırıldığına ve ezan sesinin çok yükseltildiğine tanık oluyoruz. Bunun sebebi iktidarın laikliğe açtığı savaş doğrultusunda, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir İslâm ülkesi olduğu görüntüsünü yaratmak, İslâmiyet dışındaki inançlara sahip yurttaşları ötekileştirmek ve sindirmek. Din üzerinden siyasetin bir uzantısı kısaca. En büyük emperyalist güç olan ABD’den icazet alarak iktidar olup, tüm ulusal kaynakları uluslararası tekellere peşkeş çekenlerin her başları sıkıştığında depreşen bayrak tutkuları da ne derece inandırıcıdır, bunu takdirinize bırakıyorum; zaten asıl anlatmak istediğim konu bu değil.

Bilimsel Sosyalizmin kurucuları olarak kabul edilen Marx ve Engels, Komünist Manifesto’da “Bugüne kadarki tüm toplum tarihi, sınıf mücadelelerinin tarihidir” derler. Bu mücadele iki sınıf arasındadır: Bir tarafta üretim araçlarına sahip olan, böylece emek harcamadan kazanç sağlayan “burjuvazi”, diğer tarafta ise hiçbir üretim aracına sahip olmayan, geçimini sağlayabilmek için emeğini belli bir ücret karşılığında satmak zorunda olan “proletarya”. Kapitalizmin gelişme süreci boyunca burjuvazi servetine servet katmakta, servetler büyüdükçe daha az kişinin elinde toplanmakta, buna karşılık proletarya giderek yoksullaşmaktadır. Emperyalizm aşamasında ise sermayenin ulusal sınırları aşmasıyla birlikte, sömürü de “sömüren uluslar” ve “sömürülen uluslar” biçimine dönüşür.

Marx ve Engels emperyalizm döneminde son yıllarını yaşamaktaydılar, bu yüzden emperyalizm olgusunu kuramsallaştırmak Lenin’e kaldı. Marx ve Engels, devrimin kapitalizmin en ileri olduğu İngiltere, Almanya, Fransa gibi sanayileşmiş ülkelerden başlayacağını düşünüyorlardı; çünkü burjuvazi ve proletarya arasındaki karşıtlık bu ülkelerde ileri düzeydeydi. Lenin ise kapitalizmin emperyalizm aşamasına geçmiş olması nedeniyle bunun artık mümkün olamayacağını ileri sürdü. Sömüren ülkeler, sömürülen ülkelerden daha zengin oldukları için, işçi sınıflarına servetten az da olsa pay veriyorlar, zorunlu gereksinimlerini karşılayabilecekleri koşullar oluşturarak, kapitalizmden şikâyeti olmayan, devrimcilikten uzak duran bir proletarya yaratıyorlardı. Bu yüzden Lenin’e göre devrim, kapitalizmin geliştiği sanayileşmiş ülkelerden değil, sömürülen ülkelerden (Lenin’in deyimiyle “zincirin en zayıf halkasından”), üstelik bağımsızlık hareketleriyle birlikte başlayacaktı. Öyle de oldu. Sovyet Devrimi ve onu takip eden devrimler Lenin’in tezini doğruladı.

Sömürülen ülkelerde ise durum farklıydı. Üstelik proletaryanın sömürü düzeninden şikâyetçi olmaması, devrimcilikten uzak durması da yetmiyordu, sosyalizmi düşman görmesi de gerekiyordu. Emperyalist güçler bunu emekçi sınıfların milliyetçi duygularını ve dinsel inançlarına bağlılıklarını kullanarak sağladılar.

Avcılık ve toplayıcılıkla geçimini sağlayan toplumların tarım ve hayvancılık yapmaya başlamalarıyla birlikte özel mülkiyet ortaya çıktı. Mülkün bir kesimde toplanmasıyla bu durumun hukuksal bir zemine oturtulması, yasalarla korunması gerekiyordu. Devlet, bu gereklilikten doğdu. Devletin doğması, toplumun yönetenler ve yönetilenler şeklinde ayrışmasına yol açtı. Devletin ortaya çıkmasıyla birlikte devletin gücünü ellerinde tutan sömürücü sınıflar, başta iktidarları olmak üzere her türlü çıkarlarını korumak amacıyla dinsel inançları kullandılar.

Engels’e göre devlet, uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarının bir ürünüdür. “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni” adlı yapıtında, Marksizm’in de temel düşüncesi olan bu görüşünü şöyle dile getirir:

“Karşıtların, karşıt iktisadi çıkarlara sahip sınıfların kendilerini ve toplumu kısır bir savaşım içerisinde eritip bitirmemeleri için görünüşte toplumun üstünde yer alan, çatışmayı hafifletmesi, ‘düzen’ sınırları içinde tutması gereken bir güç gereksinmesi kendini kabul ettirir. İşte toplumdan doğan ama onun üstünde yer alan ve gitgide ona yabancılaşan bu güç devlettir.”[1]

Özel mülkiyetin olmadığı sınıfsız toplumlarda sahip-köle ilişkisi yoktu. Böyle bir topluma, bir hukuk sistemini kabul ettirebilmek için bu hukuk sisteminin “Tanrı’nın buyrukları” olan kurallara dayandırmak gerekiyordu. İnsanlar arasındaki ilişkinin sahip-köle ilişkisine dönüşmesi ve bu tür bir ilişkinin meşrulaştırılması, insanın Tanrı’yla ilişkisinin efendi-kul ilişkisine dönüşmesiyle mümkündü. Tüm varlıkların özünde bulunan doğa ruhları, dünyadan ayrı, yukarıda duran, iyiliği cennetle ödüllendiren, kötülüğü cehennemle cezalandıran bir Tanrı’da birleştirildi. Tek Tanrılı dinler böyle ortaya çıktı. Krallar Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi Tanrı-Krallar, çalışan ve ezilen halk yığınları da onların kulları oldular. Artık Kral’ın buyruklarına karşı çıkmak, Tanrı’nın buyruklarına karşı çıkmak demekti. Karl Marx’ın “Din halkların afyonudur” sözünü doğrulayan süreç de böylece başlamış oldu. Bu süreçte en büyük görevi o dönemde ortaya çıkan din adamları sınıfı üstlendi.[2]

Monarşi dönemi olarak adlandırılan dönemde ortaya çıkan bu sistem, burjuva demokrasilerinde proletaryaya, emperyalizm aşamasında ise sömürülen ülkelerin halklarına karşı kullanılageldi. Örneğin, Çarlık döneminde Rusya Anayasası’nın birinci maddesi şöyleydi: “Bütün Rus topraklarının Hükümdarı ülkenin tek ve mutlak sahibidir ve onun hükümetine seve seve boyun eğmek Tanrı’nın buyruğudur.”[3]

Marx ve Engels, “Komünist Parti Manifestosu”nda yönetimi ele geçirme ve komünizmi kurma görevini proletaryaya verirler. Bu nedenle otoriter, baskıcı yönetimlerin en çok emekçi sınıflar tarafından destekleniyor olması, Marksist açıdan bakıldığında çelişkili gibi görünür. Oysa, emekçi sınıfların büyük ölçüde köyden kente göçmüş, dini inançlarına bağlı kişilerden oluştuğunu göz önüne aldığımızda, bu tercihlerinde dinin ne derece etkili olduğunu görürüz. Emekçi sınıfların tercihlerinde neredeyse din kadar etkili bir diğer etken ise milliyetçiliktir.

Modern milliyetçi düşünce 1789-1799 Fransız Devrimi’nin fikirlerinden doğmuştur. Milliyetçiliğe yol açan en önemli etken, daha önce hükümdar ve hanedan zemininde tanımlanan siyasi aidiyetin, hükümdardan bağımsız olarak, halka verilmesinin gereğiydi. Siyasi aidiyet ve itaat, halkın ortak iradesine dayandırılmalıydı. Avrupa tarihindeki ilk milliyetçi hareketlere, 1804 ile 1815 yılları arasında Napoleon istilası altındaki Almanya’da rastlanır. Aynı yıllarda, Rus işgalindeki Polonya’da güçlü bir milliyetçi akım doğdu. 1821’de Osmanlı Devleti’ne karşı ayaklanan Yunanistan, Avrupa’nın milliyetçi çevrelerinde çok destek buldu. 1848’de Avusturya İmparatorluğu’na karşı ayaklanan Macarlar, daha sonra Çekler ve Sırplar, milliyetçilik akımını Orta Avrupa’ya taşıdılar. 1860-1870 yılları arasında gerçekleşen İtalya birliği, devrimci milliyetçiliğin en büyük zaferlerinden biri olarak algılandı. 1870’lerde Rusya’da doğan Pan-Slavizm akımı, yayılmacı milliyetçiliğin ilk örneklerinden biriydi. Bizde ise millet kavramının, ırk ve din birlikteliğinden ayrı ve farklı şekilde kullanılması, Millî Mücadele hareketi ile birlikte başlamıştır.

Emperyalizm aşamasına gelmiş olan kapitalizmde sermayenin vatanı yoktur, sermaye milli çıkarları yok etmek için “küreselleşme” maskesinin ardına saklanmıştır. Bu durum vatana ve bağımsızlığa sahip çıkma gereğini doğurmuştur. Ancak ne yazık ki, gerçekte emperyalizme karşı durmak için milli sermayenin saflarında olması gereken milliyetçi güçlerin, sosyalistlere karşı faşizmin saflarına katılmış olduklarını görüyoruz.  Bu, İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki soğuk savaş döneminde yapılmış bir ABD planıydı ve büyük ölçüde başarılı oldu. Sermaye sınıfı uluslararası sermaye ile iş birliği yaparken, bir taraftan en başta bağımsızlık olmak üzere milli çıkarlara karşı tavır almış, diğer taraftan, ezilen, sömürülen sınıfların örgütlenmesini ve güçlenmesini “milli çıkarlar” için tehlikeli bir şey olarak göstermeyi başarmıştır. Sermaye sınıfı için “milli güvenlik”, ezdiği, sömürdüğü sınıflara karşı kendi güvenliğidir.[4]

Lenin, proletaryanın kendi başına devrim yapamayacağını, bir öncü partiye gereksinimi olduğunu savundu. Bu noktada öncü partinin din ve milliyetçilik konularına nasıl yaklaşması gerektiği önem kazanıyor.

“Din halkların afyonudur” sözü Marx’ın 1844 yılında yazmış olduğu, “Hegel’in Hukuk Felsefesi Eleştirisine Bir Katkı” başlıklı yazısında geçer. Şöyledir:

“Din bu dünyanın genel bir kuramı, ansiklopedik bir özeti, halk düzeyine indirgenmiş mantığı, manevi yüceliği, coşkunluğu, ahlaki bakımdan onaylanması, tantanalı bütünleyicisi, avunmasının ve haklı gösterilmesinin evrensel temelidir. (…)

Dinî sıkıntı hem gerçek sıkıntının dile getirilişi hem de gerçek sıkıntıya karşı bir başkaldırmadır. Ezilen yaratığın iç geçirmesidir din, taş yürekli bir dünyanın yüreğidir, tıpkı ruhsuz bir konumun (situation) ruhu olduğu gibi. Din halkların afyonudur.

Halkın gerçek mutluluğu için, halkın aldatmaca mutluluğunun aşılması gerekir. Halkın durumuyla ilintili aldatmacalardan vazgeçme gereği, aldatmacalara dayanan bir durumdan vazgeçme gereği demektir.”

Bu Murat Belge’nin yaptığı bir çeviri. Aynı metnin Prof. Dr. Alpaslan Işıklı’nın “Sosyalizm, Kemalizm ve Din” adlı kitabındaki çevirisi ise şöyle:

“Dinsel acı, gerçek acının ifadesidir ve aynı zamanda gerçek acıya karşı bir başkaldırıdır. Din, ezilen yaratığın iniltisi, ruhsuz koşulların ruhu olduğu gibi, kalpsiz bir dünyanın kalbidir. Halkın afyonudur.

Halkın yanılsamalı mutluluğu olarak dini ortadan kaldırmak, onun gerçek mutluluğunu istemektir. Mevcut durumla ilgili yanılsamalarından vazgeçmesini istemek, yanılsamalara gereksinimi olan bir durumdan vazgeçmesini istemektir. Dolayısıyla dinin eleştirisi, kalesi din olan bu gözyaşları vadisinin eleştirisinin ilk basamağıdır.”

Açıktır ki Marx, dini baskı ve sefalete karşı zorunlu bir tepki olarak görmektedir. Din, kabul edilmesi olanaksız koşulların ve değiştirilmesi gereken bir dünyanın varlığının göstergesidir. Marx, dinde, maddi bir bağımlılık halinin ifadesini görmekteydi, içinde bulunulan koşullarda bir ihtiyaç olarak gördüğü de açık. Buna karşın, dinin aşılmasının ancak insanlığın dine ihtiyaç duyduğu koşulların aşılmasıyla mümkün olabileceğini söylüyordu.

Lenin, 3 Aralık 1905 tarihinde yazdığı “Sosyalizm ve Din” başlıklı yazısında dinin halkın afyonu olduğunu tekrarlamış, şöyle demişti:

“Din, her yerde ve her durumda, sürekli başkaları için çalışmayla, yoksunluk ve yalnızlıkla ezilen halk kitleleri üzerinde manevi baskının bir türüdür. Sömürücülere karşı mücadelede sömürülen sınıfların acizliği, doğayla mücadelesinde yabanılın aczinin şeytana, mucizeye ve benzeri şeylere inanca yol açtığı gibi, aynı şekilde kaçınılmaz olarak öbür dünyada daha iyi bir yaşam inancını üretir. Yaşamları boyunca çalışan ve sıkıntı çekenlere din, alçakgönüllülük ve sabır göstermeyi öğretir ve cennet ödülü umuduyla avutur. Başkalarının emeğiyle yaşayanlara ise, iyilik yapmayı öğretir, böylece onlara tüm sömürücü varlıkların oldukça ucuz bir savunusunu sunar ve ilahi cennet-mekân için uygun fiyata giriş kartı satar. Din halkın afyonudur. Din, sermayenin kölelerinin insani görünümlerini ve az buçuk insan onuruna yaraşır bir yaşam taleplerini içinde boğdukları bir tür manevi alkoldür.

(…) Din özel bir mesele olmalıdır, sosyalistlerin dine karşı tavrı genellikle bu sözlerle ifade edilir. Fakat bu sözcüklerin anlamı, yanlış anlamalara yol açmamaları için tam olarak belirlenmelidir. Biz, dinin devlet karşısında özel mesele olmasını talep ediyoruz, fakat dini kendi partimiz karşısında özel mesele olarak asla değerlendiremeyiz. Devletin dinle hiçbir ilgisi olmamalıdır, dini cemaatler devlet iktidarıyla bağıntılı olmamalıdır. Herkes, herhangi bir dine inanmakta ya da hiçbir din tanımamakta, yani ateist olmakta tamamen serbest olmalıdır ve genel olarak her sosyalist de öyledir. Vatandaşlık haklarında, dini inançlarca belirlenen herhangi bir fark tamamen gayri-caizdir. Resmi belgelerde, vatandaşların hangi mezhebe mensup olduğunun belirtilmesine dahi mutlaka son verilmelidir. Bir devlet kilisesine bağış olmamalı, aynı düşüncede vatandaşların resmi makamlardan bağımsız tamamen özgür cemaatleri olması gereken kiliselere ya da dini cemaatlere devlet araçlarından bağış olmamalı. Sadece bu taleplerin sınırsız olarak yerine getirilmesi, kilisenin devlete karşı bağımlılık ilişkisinde bulunduğu ve Rus vatandaşlarının devlet kilisesine karşı bağımlılık ilişkisinde bulunduğu, inancı ya da inançsızlığı[5]  izleyen, insanların vicdanının ırzına geçen, devlet görevlerini ve devlet arpalıklarını şu ya da bu devlet kilisesi pılıpırtısının dağılımıyla bağıntılandıran (bugüne dek ceza yasası kitaplarımızda ve yargılama usullerimizde korunmuş olan) Orta Çağ engizisyon yasalarının var olduğu ve uygulama alanı bulduğu o utanç verici ve lanet olası geçmişe bir son verilebilir. Kilisenin devletten tamamen ayrılması. Sosyalist proletaryanın bugünkü devletten ve bugünkü kiliseden talebi budur.

(…) Programımız tamamen bilimsel bir dünya görüşüne, materyalist dünya görüşüne dayanmaktadır. Bu yüzden programımızın yorumu, zorunlu olarak dini karanlığın gerçek tarihi ve iktisadi köklerinin açıklığa kavuşturulmasını da kapsar. Programımız zorunlu olarak ateizmin propagandasını da kapsar; mutlakiyetçi-feodal devlet iktidarı tarafından şimdiye dek yasaklanmış ve izlenmiş olan ilgili bilimsel literatürün yayınlanması şimdi Parti çalışmamızın bir dalını oluşturmak zorundadır. Şimdi olasılıkla Engels’in bir zamanlar Alman sosyalistlerine verdiği öğüde uyup, XVIII. yüzyıl Fransız ateist ve aydınlanma literatürünü çevirip kitlelere yayacağız.”[6]

Görülüyor ki Lenin Marx’ın tezini benimsemekte, çözüm olarak da dinin devlet karşısında özel bir mesele olmasını ve devletin dinle hiçbir ilişkisinin olmamasını önermektedir. Bu laikliğin de tanımıdır.

Laiklik, monarşik devletten demokrasiye geçerken, ruhban sınıfının otoritesinin sınırlandırılması ve siyasi gücün dinsel güçten ayrılması gereğinden doğmuştur. Hıristiyan dünyasında kilise, dinsel yetkilerinin dışında çok geniş ekonomik yetkilere sahipti. Ekonomik gücü büyüdükçe devlet yönetiminde de söz sahibi olmaya başlamıştı; o kadar ki, din adamları istediklerini tahta geçiriyor, istemediklerini indirebiliyorlardı. Laiklik, devletin dinler arasında ve dini görüşlerle dini olmayan görüşler arasında pozitif veya negatif ayrımcılık yapmaması gerektiği temel düşüncesine dayanan, siyasal ve hukuki bir ilkedir. “Laik” sözcüğü Fransızcadan Türkçeye geçmiştir ve Latince “din adamı olmayan kimse, din adamları dışında kalan halk” anlamına gelen “Laicus” sözcüğünden gelir.  Roma döneminde din adamlarına “Clerici”, din adamı olmayanlara ise “Laici” deniyordu. Laik teriminin İngilizce karşılığı ise “secularity” olup, “din ve devlet işlerinin ayrı tutulması” anlamına gelir. Latince “saecularis”ten gelen Secular, özellikle İngiliz ve Alman toplumunda kullanılır.

Lenin, ateizm propagandasının gerekliliğini Parti programının önemli bir parçası olarak vurguluyordu. Ancak diğer taraftan Partiye ve mücadeleye katılmak isteyen proleterler içerisinde inançlı kişiler olabileceğini, bunların da inançlarından dolayı ötekileştirilmemeleri gerektiğini söylüyordu. Birinci planda önemli olan bir proleterin dini inancı değil, sınıf bilincine sahip olup olmadığıdır. Çünkü bir sosyalist için temel çatışma sömüren ve sömürülen çatışmasıdır, diğer bütün ayrımlar bu çatışmanın doğurduğu sonuçlardır. “Hatta din adamları içinde dahi devrimci mücadelenin saflarına katılacaklar olabilir, onları dışlamak yerine mücadeleye katmak için çaba gösterilmelidir. Ayrıca proleterleri dindar-dindar olmayan diye bir ayrıma tabi tutmak, sınıfsal hareketi bölmekten ve egemen güçlerin çıkarlarına hizmet etmekten başka işe yaramaz” diyordu.[7]

Sosyalistler, her sosyalistin dine karşı olması gerektiği yanlışlığından kurtulmalıdırlar. Sömürenlerin tarafında birçok materyalist ve ateist vardır; buna karşılık, sosyalizmin temel dayanağı olan emekçi kitlelerin büyük bir kısmı dindardır. Hem dindar hem de sosyalist olan kişilerin bulunması, bir istisna ya da bir yanlışlık sonucu değildir. Sosyalist olup da sosyalizmi yalnızca sınıfsal bir gereklilik olarak değil, aynı zamanda ahlaksal, vicdansal ve hatta dinsel bir gereklilik olarak gören dindarlar olabilir. Kentlerdeki proleterlerin büyük bir kısmı, iş bulmak için köylerden kentlere göç etmiş, kendilerini kapitalist üretim ilişkilerinin içinde bulmuş, fakat köydeki feodal adetlerinden, geleneklerinden, dini inançlarından kopamamış kimselerdir. Büyük kente geldiklerinde mutlaka kendilerini güvende hissedebilecekleri, arkadaşlar, dostlar edinebilecekleri grupların arayışına girerler. Bu kitlelere sosyalistler kucak açmazlarsa, bu ihtiyaçlarını da genellikle akrabalık, hemşerilik ilişkileri ya da dini cemaatler karşılar. Bu tür yapılanmalar, sınıf bilincinin oluşması karşısında önemli engellerdir.

Bunun yanı sıra, solda dinsel referanslardan medet umanlar çıkmış, dinin sosyalist yorumlarının yapılması, solculuğun dinsellikle meşrulaştırılması gibi bir çabanın içine girilmiştir.

Oysa Türkiye’de herhangi bir siyasi akımın toplumsallaşması için dinle barışması gerektiği iddiası, Türkiye’deki gerici güçlerin en bilindik yalanlarından biridir. Aslında bununla kastedilen şudur: Türkiye’de laikliğe sahip çıkan bir siyasi hareketin başarı şansı yoktur, Türkiye’deki laiklik tutmayacaktır, dolayısıyla laikliği savunmak zorunda olan solun bu memlekette geleceği olamaz.

Dincilik, yayıldığı her alanda sadece sağın, gericiliğin işine yarar. Sadaka kültürü, kadercilik ve umutsuzluk sosyalizmin toplumsallaşmasını zorlaştırır, dinci gericiliğin toplumsallaşmasına yardım eder. Siyaset alanında dinsellik meşrulaşıp yaygınlaştıkça, sol bunları kullansın ya da kullanmasın fark etmez, insanlar solculuktan uzaklaşır. Çünkü dinin yaygınlaştığı bir siyasal alanda, zenginlik ve yoksulluk kader olarak kabul edilir ve insanlar en doğal haklarını bile aramaktan vazgeçerler. Siyasi mücadelenin yerini yardım ve sadaka dilenmek alır. Toplumun geniş kesimleri, daha adil, daha eşitlikçi bir düzenin bu dünyada kurulabileceğine dönük umudunu yitirir, daha iyi yaşama umudu “cennete” ertelenir.

Solun kendisini anlatması için dinsel referanslara ihtiyacı yoktur. Bir dinin hangi yorumunun daha “doğru”, daha “gerçek” olduğuna karar vermek siyasetin, özellikle de sol siyasetin konusu olamaz.

Bir süredir kendilerini “Antikapitalist Müslümanlar” olarak tanımlayan ve sosyalist mücadele içinde konumlandıran grupları da bu çerçeve içinde değerlendirmek gerekir. Müslümanların bir kısmı, idealist bir adalet duygusuyla kapitalizme muhalif olabilirler ve görüşlerini İslami kaynaklara dayandırmaya çalışabilirler. Bu son derece doğaldır. Ancak doğal olmayan, biz sosyalistlerin İslami kaynaklardan hareket ederek kitleleri siyasallaştırabileceğimiz düşüncesidir.

Sol ne yaparsa yapsın egemen güçler, solu “din düşmanlığı” ile suçlamaktan asla vazgeçmeyecektir. Bunun çaresi, dinsel inançları siyasete alet edenlerle yorum yarışına girmek değildir. Sol her ne şekilde olursa olsun, siyasetin dinsel inançların dışında tutulması için laikliğe sahip çıkmalıdır; ezilen, sömürülen emekçilere daha adil ve eşitlikçi bir düzenin “öte dünyada” değil, “bu dünyada” kurulabilmesi için mücadele azmi ve umut aşılamalıdır.

Milliyetçilik konusu gündeme geldiğinde ise birçok sosyalistin ilk aklına gelen “Uluslara Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı” konusudur. Bu konu ayrı bir yazının konusu olabilecek kadar geniş kapsamlı bir konu, o yüzden kısaca değinip geçeceğim.

“Uluslara Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı”, bir halkın referandumla ya da başka yöntem aracılığıyla, nasıl yönetilmek istediğine özgürce karar verebilme hakkıdır. Özü itibariyle ayrı bir devlet olarak örgütlenebilme hakkıdır. Ancak, ezilen ulus, bu hakkını ayrılık biçiminde kullanmak zorunda değildir. Eşit haklar ve gönüllü birlik temelinde demokratik bir ülke, özerklik ya da federasyon gibi tercihleri olabilir. Ayrılma hakkı ve tercih birbirine bağlı ama iki ayrı konudur. “Ayrılma hakkını” savunmak başka, “ayrılmayı” savunmak başkadır. Tıpkı boşanma hakkının olmasının herkesin boşanacağı anlamına gelmediği gibi. Sosyalistler ayrılma konusunda, hangi biçimin işçi sınıfı ve emekçiler için daha faydalı olduğuna bakar, o doğrultuda mücadele eder.

“Uluslara Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı”, dünyanın ezen milletler ve ezilen milletler olarak ikiye ayrılmış olduğunun karar haline getirildiği, İkinci Enternasyonal’de gündeme getirilmiştir. 1896 Londra Uluslararası Kongresinden itibaren İkinci Enternasyonal’de üç farklı tez karşı karşıya gelmişti. Birincisi, Polonya milliyetçilerinin teziydi. Bu tez, ulusal sorunun çözümü olarak bağımsız devletin kurulması gerektiğini savunuyordu. İkincisi Rosa Luxemburg’un teziydi: Luxemburg, küçük küçük devletlerin bağımsız olamayacağını, emperyalizme bağlı kalacağını düşünüyordu; bu nedenle sosyalizmin ancak büyük kapitalist pazar temelinde kurulabileceğini savunuyor, ayrılmayı kesinlikle reddediyordu. Luxemburg’a göre, milliyetleri kapsayan bir çekişmede tüm kozların yönetici sınıfın elinde olması kaçınılmazdı. Üçüncüsü ise Kautsky’nin savunduğu ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı idi. Kaustky daha sonra bu ilkeyi terk etti. Lenin ise sahip çıktı ve 1903’ten itibaren Bolşeviklerin programına aldı.

Lenin’e göre, “Boşanma serbestliğini savunan bir kimseyi aile bağlarını yıkmak istemekle suçlamak” ne kadar budalaca ve ikiyüzlü bir tutumsa, bir ulusun kendi kaderini tayin etmek istemesini bölücülükle, ayrımcılığı teşvik etmekle suçlamak da o kadar budalaca ve ikiyüzlülüktü.[8]

Lenin bu tanımı Birinci Paylaşım Savaşı’nın hemen öncesinde oluşturmuş ve ulusların bağımsızlık arayışlarının aynı zamanda imparatorlukların çöküşü olduğunu öngörmüştü. Lenin’in yaptığı aslında, bu çöküşü devrimci bir müdahaleyle zafere dönüştürmekti. Ulusal hareketler sosyalist hareketlerle ilişkilendikleri her örnekte, emperyalizmin hegemonyasına karşı bir mevzi anlamına geliyordu ve neredeyse hepsi yeni bir sosyalist kurtuluş niteliği taşıyabilirdi. Ancak Lenin, bir ulusun ayrılma hakkını kesin olarak tanımakla birlikte, bu hakkın kullanımını her örnekte teşvik etmedi. Ölçü, ulusal mücadelelerde aynı zamanda işçi sınıfının kaderini tayin hakkı niteliğinin olup olmamasıydı. “Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları” adlı kitabında şöyle diyordu:

“Ne var ki, kendi kaderini tayin özgürlüğü için savaşım vermeyi hiç duraksamadan tanımamız, ulusal kaderi tayin etmeyi amaçlayan her isteği kesinlikle destekleme yüklenimi altına girdiğimiz anlamına gelmez. Proletaryanın partisi olarak Sosyal Demokrat Parti, halkların ya da ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı yerine, her ulus içindeki proletaryanın kendi kaderini tayin hakkına geçerlik kazandırmayı kesin temelli ödevi sayar.”[9]

Lenin’in bu sözleri Marx ve Engels’in Komünist Parti Manifestosunda yazdıklarıyla da aynı doğrultudadır:

“Komünistler, proleterlerin çeşitli ulusal mücadeleleri içinde, ulusallıktan bağımsız olarak, tüm proletaryanın çıkarlarını öne çıkarırlar.”[10]

Kendi kaderini tayin sorununun bir ilke/hak olarak kullanımı ise “Wilson Prensipleri” başlığı altında dünya gündemine gelmiştir. Wilson’un adı altında biçimlenen formül ABD’nin ve ABD ile ittifak halinde bulunan devletlerin el altında bulundurduğu sömürge halklarına hitap etmiyordu. Savaşta yenilecek olan üç imparatorluğun tebaasını kışkırtarak bu üç imparatorluğu cezalandırmaya yönelikti. Bu sebepten ötürü Wilson önerisini prensip saymak bir yana, radikal ya da özgürleştirici bir politika olarak tanımlamak da mümkün görünmüyordu.

Klasik emperyalizm teorilerinin çizdiği anlamıyla emperyalizmin yerini, bir devletin ülke ve olanaklarının farklı merkezlerden gelen sermaye gruplarının faaliyet ve temsiline açıldığı, bireysel kapitalistlerin de birden çok devletin ülkesinde faaliyet ve temsil olanağı bulduğu yeni bir emperyalist düzenek almıştır. Uluslararası düzlemde yeni bağımlılık ilişkilerinin belirleyiciliğinde, türlü kaynak ve zenginlik aktarma yöntemleri gündemdedir: Ortada kolektif ve yeni bir emperyalizm bulunmaktadır. Yeni haliyle emperyalizm, hegemon devlet (ABD) başta olmak üzere bir seri devlet içerisinde aynı anda temsil edilen küresel sermayenin yeniden üretimi için gerekli tüm hukuki, siyasi, ideolojik ve iktisadi düzenlemelerin ortak etkisine verilebilecek addır. Bu dönüşümler içerisinde, herhangi bir devlet içerisinde temsil gücü bulup o devletin olanakları ile faaliyet alanını artırmaya çalışan sermayenin kontrolündeki iktidarın işlevi olarak klasik emperyalist faaliyet önemini yitirmiştir. Kendi kaderini tayin tartışmalarının ikinci dalgası, İkinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında böyle bir ortamda şekillenmiştir.[11]

Bugün için ulusların kendi kaderini tayin hakkı, emperyalist müdahalelerin nesnesi olabildikleri ölçüde destek bulabilen, kendi topraklarındaki kolektif varlıkları bireysel mülkiyete tahvil etme sözü veren (ya da bu dönüşüm gerçekleşmiş ise onun kullanımını küresel sistemle uyumlu olarak sürdürme vaadi içeren), söz konusu mikro milletin “doğal haklarından” başka dayanağı olmayan gerici talepler olarak kalmaya mahkûm gibi görünmektedirler.[12]  Kendi kaderini tayin iddialarını öne süren mikro milliyetçiler, bu yeni neoliberal devlet formunu benimsemeden kendi “doğal haklarına” kavuşamayacaklardır.

Kapitalizm dönemindeki “işçilerin vatanı yoktur” sloganı, emperyalizm döneminde tersine dönmüştür; artık vatansız olan sermayedir. Açıktır ki, “bütün ülkelerin emekçilerinin savaşsız, sömürüsüz, talansız bir dünyanın inşası için birleşmesi” yönündeki teori ve pratiklere gönderme yapan sosyalist/proleter enternasyonalizm, günümüzde ortaya çıkan kendi kaderini tayin iddiaları için dayanak oluşturamamaktadır. Sermayenin vatansızlaşması, vatana ve bağımsızlığa sahip çıkma gereğini doğurmuştur. Emperyalizm, “küreselleşme” maskesinin ardına saklanıp ulusları bölmeye ve yıkmaya yönelmiştir. Sosyalist devrimler sırasında sosyalistlerin kullandıkları “Uluslara Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı” tezini, günümüzde emperyalist güçler ulus devletleri parçalamak amacıyla kullanmaktalar. Sömürgeleştirmenin diğer adı vatansızlaştırmaktır. Bu yüzden de emperyalizme verilecek biricik cevap, ulusal birlik ve direniştir.

Bu birliği ve direnişi önlemenin yolu, bir taraftan milli kültürleri yok edip, yerine “küresel kültür” maskesi ardında emperyalist ülkelerin kültürlerini dayatmak, diğer taraftan da milliyetçilerle sosyalistleri birbirine karşı kutuplar haline getirip düşman etmekti. Bu amaçla, sosyalizm milliyetçiliğe karşı gösterilerek, milliyetçiler sosyalistlere karşı kışkırtıldı. Gerçekte emperyalizme karşı durmak için milli sermayenin saflarında olması gereken milliyetçi güçler, sosyalistlere karşı faşizmin saflarına katıldılar. Bu, İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki soğuk savaş döneminde yapılmış bir ABD planıydı ve büyük ölçüde başarılı oldu. Şüphesiz bunda Stalin dönemindeki uygulamaların payı yok değil, nitekim Komünizm karşıtı söylemlerin çoğunda Stalin dönemine ilişkin örnekler verildiği görülür.

Soğuk savaş sonrasında, “Postmodern” diye adlandırdığımız günümüz toplumlarında ise, kitlelerin hem “ulusal” hem de “sınıfsal” kimliklerini yitirmiş bir “şaşkın sürü”ye dönüştürülmesi, büyük ölçüde medya yoluyla başarıldı.[13]

Milliyetçilerin içinde ırkçılar ve anti-komünistler dışında milliyetçiliğin anti-emperyalist yanını kavramış, tam bağımsızlıkçı bir kesim de var olmalıdır. Yapılması gereken milliyetçilerin bu kesimiyle sosyalist güçleri yeniden bir araya getirmektir. Kapitalizmin olduğu yerde sosyalizm mücadelesi de olacaktır. Unutmamalıyız ki emperyalizm, kapitalizmin çocuğudur; her ikisinin de temelinde özel mülkiyet vardır. Emperyalizmi yenip bağımsızlık kazanmak, kapitalizmin çelişkilerini ortadan kaldırmaz; ulusal burjuvazi yine bir süre sonra uluslararası sermayeyle iş birliğine girecektir. Sömürülmekte olan ülkelerde bağımsızlık savaşlarından hemen sonra sosyalist devrimlerin olması bu yüzden zorunludur. Ayrıca, her sorunumuzu emperyalizmle açıklamak, sorunlarımızın içsel ve yapısal kaynaklarıyla yüzleşmemizi engelleyerek bizi tarih yazımı bağlamında tarihsel olgulardan koparır, sebep-sonuç ilişkisi bağlamında ise metodolojik bir yanlışlığa sürükler; emperyalizm sorunumuzun çözümü halinde, diğer sorunlarımızın da çözülüvereceği yanılgısına zemin hazırlar.

 Emperyalizmin küreselleşme adıyla yutturulduğu çağımızda, uluslararası sermaye için dil, din, ırk, kültür farklılıklarının hiçbir önemi yoktur. Onun için tek önemli olan tüketici olmaktır. Bizim zenginlik, çeşitlilik olarak gördüğümüz tüm bu farklılıklar, emperyalist güçlerin halkları (halk, millet, ulus, adına ne dersek diyelim sonuç değişmez) birbirine karşı kışkırtmak istediklerinde siyasetlerine alet ettikleri özelliklerdir. Silah endüstrisi ve ona dayanan savaş ekonomisi bu farklılıkları kullanarak varlığını sürdürür. Bir milletin diğer milletlere göre üstün olduğunu savunan, ırkçı, şoven bir milliyetçilik, emperyalizmin yayılmacı oyunlarına gelmeye açıktır. Öte yandan, milli özelliklerini emperyalizmin tek tipleştirici çabalarına karşı koruyan, bağımsızlıktan yana olan bir milliyetçilik anlayışı solun müttefiki olabilir.

Türkiye özelinde milliyetçilerin tam bağımsızlıktan yana olan en ilerici kanadı Kemalistlerdir. Tam bağımsızlık Kemalizm’in omurgasıdır. İçinde bulunduğumuz zor koşullarda Kemalistleri dışlayan bir sosyalist hareketin de sosyalistleri dışlayan Kemalistlerin de hiç başarı şansı yok gibi görünüyor.

Atilla Cemal Eşen

7 Ağustos 2023

[1] Friedrich Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Sol Yayınları, Ankara, 2002, s. 199.

[2] Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz: Atilla Cemal Eşen, Dinlerin Sınıfsal Kökeni ve Din Üzerinden Siyaset, Berfin yayınları, İstanbul, 2021

[3] Wilhelm Reich, Faşizmin Kitle Ruhu Anlayışı, Payel Yayınları, İstanbul, 2002, s.198

[4] Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz: Atilla Cemal Eşen, Postmodernizmin Kıskacında Sol ve Propaganda, Yayın B, İzmir, 2019.

[5] Çeviride “inanı ya da inansızlığı” şeklinde geçiyor. Ben “inancı ya da inançsızlığı” şeklinde değiştirdim. (Y.N.)

[6] V. I. Lenin, Din Üzerine, İnter Yayınları, İstanbul, 1998, s. 7 ve devamı.

[7] Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz: Atilla Cemal Eşen, Dinlerin Sınıfsal Kökeni ve Din Üzerinden Siyaset, Berfin yayınları, İstanbul, 2021

[8] Can Soyer (Editör), Sosyalizmin Yön Arayışı, Metin Çulhaoğlu’na Armağan, İleri Kitaplığı Yayınevi, İstanbul, 2017, s. 171

[9] Can Soyer (Editör), Sosyalizmin Yön Arayışı, Metin Çulhaoğlu’na Armağan, İleri Kitaplığı Yayınevi, İstanbul, 2017, s. 172

[10] Karl Marx, Friedrich Engels, Komünist Parti Manifestosu, Siyah Beyaz Kitap, İstanbul, 2011, s. 66

[11] Ali Murat Özdemir, Egemenlikteki Dönüşüm, Kendi Kaderini Tayin Meselesi ve Sovyet İhtilâli, Monthly Review Dergisi, Kasım 2017

[12] Ali Murat Özdemir, Egemenlikteki Dönüşüm, Kendi Kaderini Tayin Meselesi ve Sovyet İhtilâli, Monthly Review Dergisi, Kasım 2017

[13] Postmodernizm konusunda ayrıntılı bilgi için bkz: Atilla Cemal Eşen, Postmodernizmin Kıskacında Sol ve Propaganda, Yayın B, İzmir, 2019

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir