“BİRLİK” AMA KİMLERLE?

Millî Demokratik Devrimlerle feodalizmden kapitalizm aşamasına geçildikten sonra sermaye sınıfının önündeki engel emekçi sınıfların sosyalizm mücadelesiydi. Ancak sermayenin ulusların sınırlarını aşması ve böylece kapitalizmden emperyalizm aşamasına geçilmesiyle birlikte, ulus devlet anlayışı da sermaye sınıfı için tehdit oluşturmaya başladı. Artık sermaye sınıfının önündeki tek engel emekçi sınıfların sosyalizm mücadelesi değildir; “küreselleşme” ya da “Yeni Dünya düzeni” adıyla yutturulmaya çalışılan emperyalizmin mağduru ulusların bağımsızlık mücadeleleri ve Millî Demokratik Devrimlerini yaparken temel aldıkları ilkeler de engel teşkil ediyor.

Ülkemiz çerçevesinde baktığımızda bu ilkelerin başında “Kemalist ideoloji” olarak adlandırdığımız ideolojinin de omurgası olan tam bağımsızlık ilkesi gelir. Diğer altı ilke Cumhuriyet Halk Partisi’nin amblemindeki altı okla simgelenmiş, -günümüzde ne yazık ki yalnızca ambleminde kalmış- altı ilkedir: Laiklik, Cumhuriyetçilik, Devletçilik, Halkçılık, Devrimcilik ve Milliyetçilik.

Burada sözü edilen Milliyetçiliğin ırkçı, yayılmacı bir Milliyetçilik değil, bağımsızlıkçı, ulusal çıkarları korumaya yönelik vatanseverlik olduğunu söylemeye gerek yok sanırım. Ancak sermaye sınıfı için “ulusal çıkarları korumak” kavramının gerçekte servetlerini korumak anlamına geldiğini ve sosyalizme, komünizme karşı yürütülen mücadelenin hep “Millî çıkarları korumak” adı altında yapıldığını da göz önüne almak, bu nedenle de sermaye sınıfının Milliyetçilik anlayışıyla, emekçi sınıfların saf, temiz vatanseverliğini birbirinden ayırmak gerek.

Ülkemiz çok önemli bir tarihsel dönemeçte. İçinde yaşadığımız sorunların sebebi toplumun önemli bir kesimi tarafından AKP hükümeti ve devamı olan tek adam rejimi olarak görünüyorsa da gerçekte bu doğru değil. Gerek AKP hükümeti gerekse devamı olan tek adam rejimi, karşı devrim sürecinin geldiği son nokta. Daha kısa bir tanımlamayla “sebep değil, sonuç”.

Bu süreçte geçmiş tüm iktidarların farklı ölçülerde de olsa payı var. Atatürk’ün ölümünden sonra onun uyarıları ve vasiyeti yerine getirilmemiş, on beş yıl boyunca uygulanan tam bağımsız ve bağlantısız dış politikadan vazgeçilmiş ve “Batıya bağlanma” sürecine girilmişti.[1]

Demokrat Parti döneminde laiklik ilkesinin çiğnenmesi hız kazandı. 1952 yılında NATO’ya girildi. DP, Sovyetler Birliği’ne ve sosyalizmin yayılmasına karşı kurulmuş olan emperyalistlerin ortak ordusu NATO’nun ileri karakolu olma görevini üstlendi, ABD’nin yanında Kore’ye asker gönderdi, Avrupa Birliği’ne üyelik başvurusunda bulundu ve ABD’nin destekleriyle Ortadoğu’da SSCB’ye karşı Bağdat Paktı kurarak Batılı müttefiklerin yanında yer aldı. Böylece Türkiye’de yeni palazlanmış olan burjuvazinin emperyalizmle ittifakı güçlendirildi. NATO, yalnızca askeri bir örgütten ibaret değildi; kendine bağlı olan ülkelerde komünizmle mücadelenin karargâhı, kontrgerilla örgütlenmesiydi. Liberalizm, komünizme karşı panzehir olarak İslâmcılığı seçmişti; İslâmcılık burada devreye sokuldu, komünizmle mücadele tabanda İslâmcılara devredildi. Demokrat Parti’nin en büyük destekçisi toprak ağaları, tarikat şeyhleri ve aşiret reisleriydi, en çok oyu bu çevrelerin etkili olduğu yerlerden almıştı. Seçimlerde, “Her mahallede bir milyoner” ve “Her köye yol” sloganlarının yanı sıra “Ezan’ın Arapça okunması”, “Her fabrika bacasının yanına bir minare” ve “Radyoda Kur’an okunması” vaatleri de çok etkili olmuştu. [2]

27 Mayıs 1960 Devrimi, Türkiye’yi kısa bir süre için yeniden Atatürk Devrimlerini yoluna sokar gibi olduysa da 12 Mart 1970 ve 12 Eylül 1980 Amerikancı faşist darbeleriyle süreç tersine döndü. Bu süreçte kurulan ve Demokrat Parti’nin devamı olduğunu söyleyen tüm gerici ve liberal partiler, tüm karşı devrimci unsurları bünyelerinde topladılar, emperyalist güçlerle iş birliğini sürdürdüler ve Kemalistlere, Sosyalistlere ve Komünistlere karşı mücadeleyi devam ettirdiler.

Halkçılık, Millî mücadelenin başından itibaren Atatürk tarafından savunulan bir ilke olmuştur; her türlü fert, aile ve sınıf imtiyazına karşı çıkmak demektir. Halk Fırkası’nın (CHP) 11 Aralık 1923 tarihli toplantısında kabul edilen tüzüğünün 2. Maddesi, halkı ve halkçılığı şöyle tanımlar:

“Halk Fırkası nazarında halk mefhumu; herhangi bir sınıfa münhasır değildir. Hiçbir imtiyaz (ayrıcalık) iddiasında bulunmayan ve umumiyetle, kanun nazarında mutlak bir müsavat (eşitlik) kabul eden bütün fertler halktandır. Halkçılar hiçbir ailenin, hiçbir sınıfın, hiçbir cemaatin, hiçbir ferdin imtiyazlarını kabul etmeyen ve kanunları vaaz etmekteki mutlak hürriyet ve istiklâli tanıyan fertlerdir.”[3]

Bu ifadeden de anlaşılacağı üzere Atatürk’ün sınıfsız toplumdan kastettiği Marksist anlamda bir sınıfsız toplum değildir, tüm vatandaşlarının yasalar karşısında eşit olduğu bir toplumdur.

Devletçilik, devlet yetkilerinin artması, genişlemesi, kamu hizmet ve faaliyetlerinin yayılması demektir. Devlet, bu amaçla örgütlenecek ve faaliyette bulunacaktır. Planlı bir ekonomi, mevcut kaynakların uygun kullanılması ve hızlı kalkınma için devlet müdahalesi şarttır. Devletin müdahalesi liberalizmin doğurduğu doğal sonuçları engeller ve toplumsal dengeyi sağlar. Atatürk, 1 Mart 1922’de devletçiliği şöyle dile getirmişti:

“Ekonomi politikamızın önemli amaçlarından biri de toplumun genel faydasını doğrudan doğruya ilgilendirecek kuruluşlar ile ekonomik alandaki teşebbüsleri, malî ve teknik gücümüzün ölçülerine uygun olarak devletleştirmektir.”[4]

Kemalist Devrim’in bazı düşünürleri ve yorumcular, Halkçılık ve Devletçilik ilkelerinin sosyalizme götürdüğü saptamasında bulunmuşlardır. Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Prof. Dr. Cahit Tanyol, Doğan Avcıoğlu, Kemal Tahir ve Sadun Aren, 7 Kasım 1962 tarihinde Yön dergisinde yapılan bir açık oturumda bu görüşü paylaşmışlardır.

Atatürk genellikle, sosyalizm deyimi yerine Bolşevizm deyimini kullanmıştır. Bununla birlikte Atatürk’ün Türkiye için uygun gördüğü sistemi, iki ayrı yerde ve zamanda “devlet sosyalizmi” olarak ifade ettiği bilinmektedir. Bunlardan birincisi, 1919’da Samsun’a çıktıktan sonra Havza’da Sovyet heyetinin başında bulunan Albay Budyeni ile yaptığı görüşme sırasındadır. Aralarında şöyle bir konuşma geçmiştir:

-Acaba Paşa Hazretleri, Anadolu’da kurulacak hükümet için nasıl bir rejim düşünüyorsunuz?

-Tabii Sovyetlerin Şurâlar Cumhuriyetine benzer bir hükümet tarzı!

-Yani Bolşevikliğin prensipleri üzerine kurulmuş bir cumhuriyet değil mi Generalim?

-Öyle olacak, devlet sosyalizmi dersek daha doğru söylemiş oluruz.[5]

İkincisi ise 1932 yılında bir sohbette olmuştur. Bu sohbette Atatürk, “Kemalizm diyorsunuz. Ne demek Kemalizm?” diye sormuş, sonra cevabını da kendi vermiştir: “Kemalizm ‘Socialisme d’Etat’ (devlet sosyalizmi) demektir.”[6]

Atatürk zamanında Dışişleri Bakanlığı’nın Türkiye’yi dünyaya tanıtmak için yayımladığı kitapçıkta, Türkiye Cumhuriyeti’ni “Devletçi sosyalizmi benimsemiş demokratik halk devleti” diye tanımlaması dikkat çekicidir.[7]

Atatürk, Max W. Bill’in yazdığı “Sosyalizmin ve Sosyal Mücadelelerin Genel Tarihi” adlı kitabı Türkçeye çevirtmiş, okumuş, Millî Eğitim Bakanlığı tarafından yayımlanmasını önermişti. Kitap 1941 yılında Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları tarafından yayınlandı ve önsözünü ilk Adalet Bakanımız Prof. Dr. Mahmut Esat Bozkurt yazdı. Bu önsözde Bozkurt’un şu cümleleri önemlidir:

“Hemen her ülkede, hatta Yunanistan ve Bulgaristan gibi komşu ülkelerde bile sayısız çevirileri ve yorumları yapılmış olan Karl Marx’ın Kapital’inin, bizde, anlaşılmaz bir iki broşüründen başka bir şey yoktur.

Nerede kaldı ki, biz, Anayasamızda devletçiliği kendimize mal etmiş bulunmaktayız. Bunun anlamı, devlet sosyalistliğini kendimize mal etmiş olmaklığımızdır.”[8]

Atatürk’ün, Kemalizm’in ekonomik ve sosyal modelini sosyalizm olarak değil de devlet sosyalizmi olarak tanımlamış olması şöyle yorumlanabilir: Sosyalizmi kuracak bir işçi sınıfı henüz oluşmadığı için sosyalizmin devlet eliyle, daha doğrusu yönetimi elinde bulunduran asker ve sivil bürokratlar eliyle kurulması ve yürütülmesi zorunlu olmuştur.

Moskova’ya delege olarak giden Tevfik Rüştü’nün, Kars’ta rastladığı Mustafa Suphi’ye, “Biz Ankara komünistiyiz” dediği bilinir.

1930’lu yılların ilk yarısında dünyada en hızlı kalkınan iki ülke SSCB ve Türkiye idi. Bu bir rastlantı değildi elbette, bunun en önemli nedeni bu iki ülkede ekonominin devlet eliyle planlanıyor olmasıydı.

Devletçilik ilkesine en büyük darbe Turgut Özal dönemindeki özelleştirmelerle vuruldu. Özelleştirmelerin temelinde devletçilik ilkesinin ortadan kaldırılması amacı yatıyordu; çünkü sosyalizme en yakın ilke devletçilik ilkesiydi ve devletçi uygulamalar sosyalizme geçiş aşamasında en önemli basamaktı. Hatırlanacağı üzere Tansu Çiller 1995 yılındaki 5 Nisan kararlarının ardından, “Son sosyalist devleti de yıktık” diye zafer naraları atmıştı.

Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin geri gitmesiyle güçler dengesi ABD emperyalizmi lehine bozuldu. Emperyalist ülkelerle ezilen uluslar arasındaki çelişki her geçen gün daha da artarak, daha da acımasız bir şekilde sürüyor. Bu sebeple günümüzde, sosyalizmle birlikte başta tam bağımsızlık ilkesi olmak üzere Kemalizm’in ilkelerinin de önemi ortaya çıkmıştır. Kemalizm, “Yeni Dünya Düzeni” ya da “Küreselleşme” diye yutturulmak istenen emperyalizmin önünde büyük bir engeldir. Kenan Evren’in, “Hangi taşı kaldırsan altından Atatürk çıkıyor” diye yakınmış olmasının nedeni de buydu.

Bu noktada, “Atatürk sosyalist miydi değil miydi” ya da “Kemalizm’in ilkeleri özünde sınıfsal mıydı değil miydi” tartışmaları gereksizdir. Bu konu çok kapsamlı ayrı bir yazı konusu olabilir. Ancak son sözü bağlamak için Atatürk’ün 14 Ağustos 1920’de Meclis’te yaptığı konuşmayı aktarayım:

“Bizim görüşlerimiz, bizim prensiplerimiz herkesçe bilinmektedir ki Bolşevik prensipleri değildir ve Bolşevik prensiplerini milletimize kabul ettirmek için de şimdiye kadar hiç düşünmedik ve teşebbüste bulunmadık. Bizim inancımıza göre, bizim görüşlerimiz milletimizin hayatını sağlaması ve geliştirmesi kendi hazım kabiliyetiyle orantılı olan görüşlerdir. Fakat esas itibariyle tetkik olunursa bizim görüşlerimiz ki halkçılıktır, kuvvetin, kudretin, hâkimiyetin doğrudan doğruya halka verilmesidir, halkın elinde bulundurulmasıdır. Yine şüphe yok ki, bu dünyanın en kuvvetli bir esası, bir prensiptir. Elbette böyle bir prensip Bolşevik prensipleriyle çelişmez. (…) Bahusus (özellikle) Bolşevizm, millet içinde mağdur olan bir sınıf halkı nazar-ı mütalâaya (dikkate) alır. Bizim milletimiz ise heyeti umumiyesiyle (bütünüyle) mazlum ve mağdurdur.”[9]

Şu anki durumumuza baktığımızda Cumhuriyetimizin tüm kazanımlarının yitirilmiş olmasıyla yine başladığımız yere, Kurtuluş Savaşı yıllarına döndüğümüzü, milletimizin “heyeti umumiyesiyle” mazlum ve mağdur olduğunu söyleyebiliriz. Mazlum ve mağdur olan yalnızca giderek daha yoksullaşan emekçi sınıflar değil. İktidarın yarattığı yeni burjuvazi, cemaatler ve tarikatlar dışında toplumun büyük bir kesimi her geçen gün yoksullaşıyor. Bu kesimin içinde sosyalist ya da komünist olmadığı halde vatanını seven, cumhuriyet devrimlerinden, laiklikten, bağımsızlıktan, devletçilikten yana olan milyonlar var.

Bu kitlelere el uzatabilmenin, onlara önderlik edebilmenin tek yolu Sosyalistlerin, Komünistlerin ve Kemalistlerin mücadele birliğidir. Tam bağımsızlık, laiklik ve devletçilik başta olmak üzere Cumhuriyetimizin tüm kuruluş ilkeleri sosyalistlerin ve komünistlerin de ilkeleridir. İçinde bulunduğumuz baskı ortamında Kemalistleri dışlayan sosyalistlerin ve komünistlerin şansı olamayacağı gibi, sosyalistleri ve komünistleri dışlayan Kemalistlerin de şansı yoktur.

 

21 Eylül 2023   

[1] Bu süreçle ilgili ayrıntılı bilgi için bkz: Atilla Cemal Eşen, Postmodernizmin Kıskacında Sol ve Propaganda, Yayın B, İzmir, 2019

[2]Türkiye’de devrimin geri gitmesi ve İslâmcıların rolü konusunda ayrıntılı bilgi için bkz: Atilla Cemal Eşen, Dinlerin Sınıfsal Kökeni ve Din Üzerinden siyaset, Berfin Yayınları, İstanbul, 2021

[3] Prof. Dr. Hamza Eroğlu, Türk İnkılâp Tarihi, Savaş Yayınları, Ankara, 1990, s.418.

[4] Prof. Dr. Hamza Eroğlu, Türk İnkılâp Tarihi, Savaş Yayınları, Ankara, 1990, s.441.

[5] Rasih Nuri İleri, Atatürk ve Komünizm, May Yayınları, İstanbul, 1970, s.29.

[6] Alpaslan Işıklı, Sosyalizm, Kemalizm ve Din, Tüze Yayıncılık, Ankara, 1997, s. 125

[7] Doğu Perinçek, Bilimsel Sosyalizm ve Bilim, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2011, s.186.

[8] Max Beer, Sosyalizmin ve Sosyal Mücadelelerin Genel Tarihi, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2012, s. 16.

[9] Alpaslan Işıklı, Sosyalizm, Kemalizm ve Din, Tüze Yayıncılık, Ankara, 1997, s. 123.

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir