CUMHURİYET’İN RUHUNA FATİHA (MI?)

Uzun süredir, özellikle seçim çalışmalarından bu tarafa Meclisteki muhalefet partilerinin bir söylemine çok kızıyorum: “Bu iktidar ülkeyi yönetememektedir” diyorlar. Kızıyorum, çünkü bu söylem, sanki bu iktidar ülkeyi yönetmek istiyormuş da başaramıyormuş gibi bir algı oluşturuyor. Oysa bu iktidarın bu ülkeyi yönetmek gibi bir amacı olmadığı, iş birliği yaptığı ulusal ve uluslararası sermayenin çıkarları doğrultusunda onların isteklerini yerine getirmek amacıyla var olduğu, daha doğrusu “var edildiği” ortada. Şimdiye kadar bu gerçeği gören ve dile getirenler, sorunların şu ya da bu partiden değil, kapitalist sistemden kaynaklandığını, kapitalist sistem yıkılmadıkça sorunların çözülemeyeceği gerçeğinin farkında olan sosyalistler oldular. Özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası sosyalistlere karşı yürütülen mücadelenin sebebi bu. Ancak emperyalistler güçlendikçe bununla da yetinmediler. Yetinemezlerdi de… Bağımsız Ulus devletleri yıkmak, onların yerine üretmeyip tüketen, her yönden kendilerine bağımlı küçük sömürge devletçikler yaratmak tek çıkar yoldu. Bu yol da Demokratik Burjuva Devrimlerinin kuruluş ilkelerinin yıkılmasından geçiyordu.

Orta Çağ’da en tepedeki yönetici işgal ettiği tüm toprakların ve bu topraklarda yaşayan, çalışan, üreten tüm halkların sahibiydi. İktidarını koruması, onu Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi olarak gösteren ruhban sınıfının varlığına bağlıydı. O dönemin felsefesinin ağırlık merkezi Skolastik Felsefeydi. Skolastik (scholasticus) deyimi Latince okul anlamına gelen “schola” sözcüğünden gelir, skolastik felsefe de “okul felsefesi” demektir. 8. yüzyılın sonlarından 13. yüzyılın sonuna kadar, önceleri kilise okullarında, daha sonraları da üniversitelerde yaygın biçimde benimsenmişti. Skolastik felsefe, araştıran bir felsefe değil, yalnızca okutulan bir felsefeydi. Çünkü Kilise’nin öğretim sisteminde yer alıyordu, bu nedenle de teolojiye (ilahiyata) dayanıyor, yalnız onu desteklemeye yarıyordu. Skolastiğin ilk döneminin parolası “Anlamak, kavramak için inanıyorum” (Credo ut intelligam) anlayışıydı. Bu da din yoluyla bildirilmiş doğruları inanarak kabul etmek, sonra da bunları akılla kavramak demektir. Bu anlayışta, “inanılan” ile “bilinen” kavramlar, içerikleri bakımından birbirine denk olmak ve birbirleriyle örtüşmek zorundaydılar. Bilimsel araştırmalar sonucunda elde edilecek bulguların dinsel inançla çelişmesine izin verilmiyordu.[1]

Avrupa’da Rönesans döneminde bilim ve sanatla gelişen burjuvazi[2], “Eşitlik, Özgürlük, Kardeşlik” sloganıyla feodalizme ve Orta Çağ’ın kalıntılarına karşı saldırıya geçmiş ve 1789 yılında Fransız İhtilâli’ni gerçekleştirmişti. Skolastiğe karşı Laiklik, tek kişi yönetimine karşı Cumhuriyetçilik, ümmetçiliğe karşı Milliyetçilik gibi ilkeler de yaşanmış çok acı deneyimlerden sonra o dönemde temelleri atılmış kazanımlardandı. Bu arada vatanseverlik anlamındaki milliyetçilikle, yayılmacı, ırkçı milliyetçiliği ayırmakta fayda var. Laiklik ise yönetim, hukuk ve eğitim alanlarında dinsel inançların değil, aklın ve bilimin esas alınması, devletin din ve mezhepleri farklı olan ve hatta inanmayan insanlara aynı uzaklıkta olmasıdır. Laik sistemde her birey din ve mezhep ayrımı gözetilmeksizin yasalar önünde eşittir. Laiklik ilkesini uygulamaya koyarak devlet yönetimini, hukuk ve eğitim sistemini dini inançlardan ayıran devletler, bilimde, sanatta ve sanayide büyük atılımlar yapmayı başardılar.

Ancak daha sonraları iktidarını sağlamlaştıran burjuvazi, sanayileşmeyle birlikte sınıf karşıtlıklarının büyümesi ve buna bağlı olarak gelişen sosyalizmin gücü karşısında kendini savunmaya geçti. “Eşitlik, Özgürlük, Kardeşlik” vaatlerini unuttu, gerici bir kimliğe büründü. Gerçekte halkın bizzat yönetime katılması demek olan demokrasi, seçimden seçime sandığa gidip oy vermeye indirgendi, “burjuva özgürlüğü”, egemen sınıf dışındaki çoğunluk için sahte bir özgürlük haline geldi. Laiklik ilkesi rafa kaldırıldı, dinin Marx’ın deyimiyle “halkın afyonu” olarak kullanılmasına dönüldü. Özellikle, kapitalizmin sermayenin uluslararası hale gelmesiyle emperyalizme dönüşmesinden sonra, çok büyük servetler çok küçük bir azınlığın elinde toplandı ve bu azınlık, ülkelerde hükümetleri bile değiştirebilecek kadar büyük bir siyasi güç elde ettiler. Emperyalizmi halk kitlelerine “küreselleşme” diye yutturan egemen güçler, hegemonyalarını sürdürebilmek için sanayi devrimini gerçekleştirememiş, sömürge ve yarı sömürge ülkelerde, Orta Çağ kalıntısı değerleri dayatan, gerici, dinci, ırkçı, yasa tanımayan, baskıcı hükümetlere gerek duydular.

Bu süreç Atatürk döneminin sona ermesiyle birlikte Türkiye’ye de yansıdı. AKP’nin iktidara getirilişi ve bu iktidarın giderek tek adam rejimine dönüşmesi de bu yansımanın sonucu olarak gerçekleşti. Tam bağımsızlık politikasının terk edilmesi süreci Atatürk ölür ölmez başlamıştı; Demokrat Parti, 1950 yılında iktidara geldi ve bu süreci hızlandırdı. Seçimde en çok oyu toprak ağalarının, aşiret reislerinin ve tarikat şeyhlerinin etkili olduğu yerlerden aldı. Seçimde, “Her mahallede bir milyoner” ve “Her köye yol” sloganlarının yanı sıra, “Her fabrika bacasının yanına bir minare”, “Ezan’ın Arapça okunması” ve “Radyoda Kur’an okunması” vaatleri kitleler üzerinde çok etkili oldu. Demokrat Parti’den sonra onun devamı olmakla övünen tüm partiler karşıdevrimci güçlerin üsleri oldular. Giderek Diyanet İşleri Başkanlığı, Orta Çağdaki ruhban sınıfının görevini üstlendi. Gerçekte yasal olarak yasaklanmış olan tarikatlar ve cemaatlere, tüm devlet kuruluşlarında kadrolaşma olanakları sağlandı.

12 Eylül faşizmi de laiklikten uzaklaşmanın önünü açtı. Sosyalist hareketlerin bastırılması için askeri darbe yeterli değildi, siyasal İslâm da devreye sokulmalıydı. Kökeni Ülkü Ocaklarına dayanan Aydınlar Ocağı, 1970 yılında 15-16 Haziran İşçi Eylemlerinden kısa bir süre önce kurulmuştu. Ülkü Ocakları “Türklük ve Müslümanlık birbirinden ayrı düşünülemez” tezini savunuyordu ve Aydınlar Ocağı bu tez doğrultusunda Türk İslâm Sentezini öne sürdü. 12 Eylül yönetimi de bu sentezi benimsedi. Darbeden hemen sonra subaylar, Erbakan’ın Milli Selamet Partisi’nden bir dönem milletvekili adayı olan Nakşıbendi Turgut Özal’a Başbakan Yardımcılığı görevini verdiler. Madeni Eşya Sanayicileri Sendikası (MESS) başkanı olarak sanayi sermayesinin sözcülüğünü yapmakta olan Turgut Özal, ekonomiden sorumlu Başbakan Yardımcısı oldu. İlk ve Ortaokullara zorunlu din dersleri de onun döneminde kondu.[3] İktidarın her başı sıkıştığında sığındığı “bayrak inmez, ezan susmaz” sloganı Türk İslâm Sentezinin ifadesidir.

Emperyalist güçler ve işbirlikçisi sermaye sınıfı iktidarı şekillendirirken muhalefeti de etkisizleştirmeyi ihmal etmedi. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş ilkeleri olan Laiklik, Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık, Devrimcilik ve Devletçilik ilkeleri, her fırsatta Cumhuriyetin kurucu partisi olmakla övünen CHP’nin amblemindeki altı ok olmaktan öteye gidemedi. Temel ilke olan “Tam Bağımsızlık” ilkesi ise Atatürk’ün ölümünden hemen sonra yapılan uluslararası anlaşmalarla çoktan çiğnenmişti.[4]

Ortam o kadar uygun hale getirilmişti ki AKP gerçek amacını gizleme gereğini hiç duymadı. Tayyip Erdoğan, “Demokrasi bir trendir, istediğimiz durakta ineriz”, “Hem laik hem Müslüman olunmaz”, “Dindar ve kindar nesil yetiştireceğiz”, “Minareler süngümüz, kubbeler miğferimiz” derken artık ne yasalardan ne Anayasa’dan ne de muhalefetten çekiniyordu. Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) ABD’nin Ortadoğu ülkelerini bölmek, bağımsızlıkların yok etmek, böylece bölgeyi kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirme projesiydi. Erdoğan göğsünü gere gere “Ben BOP’un eş başkanıyım” diyerek ABD emperyalizminin maşası olduğunu itiraf etmekte de bir sakınca görmedi.

Bugün Türkiye’de AKP oylarının büyük bir çoğunluğu ezilen, sömürülen yoksul sınıflardan geliyor. Almanya’da Nazi Partisi de 1928’de 800 bin oy almıştı. Bunu 1930’da 6,4 milyona, 1932’de 13 milyona, 1933’de 17 milyona çıkardı. Nazi Partisinin bu büyük ilerlemesi, Almanya’nın ekonomik durumunun 1929 ile 1932 yılları arasındaki hızlı gerilemesiyle aynı zamana rastlıyordu. Nazi Partisi, arkasında büyük sermaye sınıflarının maddi desteğine sahip olmakla birlikte, bu oyların büyük bir çoğunluğunu bu ezilen, sömürülen, yoksul, emekçi sınıflardan alıyordu.

Marksist bir bakış açısıyla baktığımızda emekçi sınıfların sosyalistlerin tarafında olması bize daha mantıklı gelir; oysa bu sınıfların büyük çoğunluğunun siyasi tercihleri ile ekonomik yapıları arasında ilişki terstir. Çünkü baskıcı yönetimler halkın mantığına değil, duygusal taraflarına hitap etmeyi doğru bulmuş ve bunu da büyük ölçüde başarmışlardır. Bu duygusal tarafları da milliyetçilik, ırkçılık, erkek egemen cinsiyetçilik gibi duyguların yanında gelenekler ve dinsel inançlar oluşturur.[5] Lenin de proletaryanın kendi başına devrim yapamayacağını, bir öncü partiye gerek olduğunu saptarken bu gerçeğin farkına vararak saptamış olmalı.

Diyarbakır Belediyesi’nin bir bulvara Şeyh Said adını vermesiyle başlayan tartışmalar, Harp Okulu’nda 10 Kasım anmasında yakasına Atatürk fotoğrafı takmayan teğmenler, Milli Eğitim Bakanı’nın “Tarikat ve Cemaatlerle protokol yapmayı sürdüreceğiz. Tarikat ve cemaatler sivil toplum kuruluşudur. Onlar gençlerimizin dağa çıkmasını önlüyor” şeklindeki konuşması son günlerde hükümetin laiklik karşıtı girişimlerini gündemin baş köşesine oturttu. Bu yazıya başlarken amacım bu konularda birkaç satır yorum yapmaktı. Ancak bu ve benzeri olayları birbirlerinden bağımsız, ayrı ayrı olaylar gibi görmemek, yukarıda anlatmaya çalıştığım sürece bakarak, bir bütün içinde değerlendirmek gerekli. Aksi halde laikliği korumaya yönelik çabalar, boş yere suç duyurusunda bulunmaktan, AKP ve MHP oylarıyla reddedileceğini bile bile Meclis’e soru önergesi vermekten, “bu asla kabul edilemez” diye basın açıklaması yapmaktan öte gitmez.

Yukarıda anlatmaya çalıştığım süreçten öncelikle şunu anlamalıyız: Sömürenlerin sömürülenler üzerinde bir baskı aracı olarak örgütlenmiş bir devlet, sömürenlerin çıkarları söz konusu olduğunda gerekirse dini afyon olarak kullanmaktan, bunun için de laiklik ilkesini çiğnemekten çekinmez. Gerçek anlamıyla laiklik ancak sömüren sömürülen ayrımının olmadığı bir düzenin, yani sosyalizmin inşasıyla mümkün olabilir. Şu anda içinde bulunduğumuz durumda öncü bir partiye düşen görev, SOSYALİZM HEDEFİNDEN ŞAŞMADAN, başta laiklik olmak üzere cumhuriyetin kuruluş ilkelerini savunan tüm güçlerle birleşerek büyümek, güçlenmektir. Aksi halde Şeyh Said sevdalıları onun ruhuna Fatiha okurken biz sosyalistlere, yurtseverlere düşen Cumhuriyet’in ruhuna Fatiha okumak olacak.

 (Bilim ve Sosyalizm Dergisi. Sayı 1. Ocak 2024.)

[1] Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz: Atilla Cemal Eşen, Dinlerin Sınıfsal Kökeni ve Din Üzerinden Siyaset, Berfin Yayınları, İstanbul, 2021, Atilla Cemal Eşen, Devlet Üzerine, Siyah Beyaz Yayınları, İstanbul, 2022.
[2] Burjuva “Şehirli” demektir. Ancak Marksist literatürde “Üretim araçlarına sahip sermaye sınıfı” anlamında kullanılır. (Y.N.)
[3] Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz: Atilla Cemal Eşen, Dinlerin Sınıfsal Kökeni ve Din Üzerinden Siyaset, Berfin Yayınları, İstanbul, 2021
[4] Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz: Atilla Cemal Eşen, Postmodernizmin Kıskacında Sol ve Propaganda, Yayın B, İzmir, 2019
[5] Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz: Wilhelm Reich, Faşizmin Kitle Ruhu Anlayışı, Payel Yayınları, İstanbul, 2002

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir