DEVLET, ÜTOPYALAR VE DİSTOPYALAR

İnsanlığın ortaya çıkışından günümüze kadar geçirdiği sürece bakıldığında avcılık ve toplayıcılıkla geçinen küçük kabilelerden köylere, köylerden site hayatına, sitelerden kent devletlerine, daha sonra da imparatorluklara ve çeşitli devlet yönetimlerine vardığı görülür.
Tarihöncesi diye adlandırılan çağlarda insanlar, tüm gereksinimlerini doğadan elde ediyorlardı. Ancak bir süre sonra nüfusun çoğalması doğadaki kaynakları yetersiz hale getirdi; tarım yapmayı ve hayvanları evcilleştirip üretmeyi zorunlu kıldı. M.Ö. 5000 yıllarından itibaren Dicle ve Fırat Nehirleri arasındaki Mezopotamya olarak bilinen bölge, Çin’de Sarı ve Beyaz Nehirlerin, Afrika’da Nil Nehri’nin, Hindistan’da Pencap ve Ganj Nehirlerinin kenarları tarım alanları haline geldi ve bu bölgelerde yerleşim merkezleri kuruldu.
Toplumun üretim araçları üzerindeki ortaklaşa mülkiyetinin özel mülkiyete dönüşümü hem sınıflı toplumun ortaya çıkmasına sebep oldu, hem de devletleşmeyi getirdi. Üretim araçlarının, yani toprakların ve hayvan sürülerinin sahibi olan yöneticiler toplumsal düzenin meşruiyetini ve sürekliliğini sağlamak için devleti bir zor aygıtı olarak işlevselleştirdiler. Engels, Ailenin, “Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni” adlı eserinde devletleşme sürecine ilişkin olarak şunları söyler:
“Karşıtların, karşıt iktisadi çıkarlara sahip sınıfların kendilerini ve toplumu kısır bir savaşım içerisinde eritip bitirmemeleri için görünüşte toplumun üstünde yer alan, çatışmayı hafifletmesi, ‘düzen’ sınırları içinde tutması gereken bir güç gereksinmesi kendini kabul ettirir. İşte toplumdan doğan ama onun üstünde yer alan ve gitgide ona yabancılaşan bu güç devlettir.”
Toplayıcı-avcı komünal toplumlarda tüm varlıkların özünde olan Tanrı, sınıflı toplumlarda egemen sınıflar tarafından dünyadan ayrı, boyun eğmeyenleri cehennemde cezalandıran, itaat edip acı çekenleri de cennetle ödüllendiren bir Tanrı’ya dönüştürüldü. Çalışan ve ezilen halk yığınları kullar, krallar da Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi Tanrı-Krallar oldular. Kısacası, kabilelerden oluşmuş bir toplumun, devletleşme aşamasında bir hukuk sistemine gerek duyulmuştu; bu hukuk sistemi de kendisini kitlelere kabul ettirebilmek için “Tanrı’nın buyrukları” olan kurallara dayandırılmak zorundaydı. Tek tanrılı dinler bu ihtiyaçtan doğdu.
İnsan topluluklarının toplayıcı-avcılıklıktan tarım ve hayvancılık yapmaya geçmeleriyle birlikte, bir taraftan üretim araçlarının mülkiyeti sınıf farklılıklarını doğurdu, diğer taraftan daha fazla üretim yapabilmek için doğa kurallarının araştırılmasının gerekliliği ortaya çıktı. Doğanın araştırılması gerekliliği bilimi, bilim de felsefeyi doğurdu. Sınıflar arasındaki farklılıkların giderek büyümesi de sosyalizm idealinin ortaya çıkıp gelişmesine neden oldu.
J. J. Rousseau, insan türünde iki çeşit eşitsizlik olduğunu söyler. Birini doğal eşitsizlik, diğerini ise politik eşitsizlik olarak adlandırır.
Doğal eşitsizlik, doğa tarafından tesis edilen, yaş, sağlık, beden güçlerinin ve zihne ya da ruha ait vasıfların farklılığından ibaret olanıdır. Fiziksel eşitsizlik diye de adlandırılabilir.
Politik eşitsizlik ise, bazılarının, diğerlerinin aleyhine tadını çıkardığı farklı ayrıcalıklara dayalıdır; bir çeşit mutabakata bağlıdır ve insanların ittifakıyla tesis edilir veya en azından izin verilir, diğerlerinden daha zengin, daha itibarlı, daha muktedir olmak veya onları kendilerine itaat ettirmek gibi.
J. J. Rousseau, doğa durumunda yaşamış yabanıl insanlar arasında politik eşitsizlik olma ihtimalini kabul etmez. 1753’te yayımlanmış olan “İnsanların Arasındaki Eşitsizliğe Dair” adlı kitabında özel mülkiyetin ortaya çıkışına ilişkin olarak şöyle diyor:
“Bir tarlanın çevresini çitle çevirerek ‘Bu tarla benimdir’ diyen ve buna inanacak kadar safdil kimseler bulan ilk adam, insan toplumunun gerçek kurucusu olmuştur. Bir başkası, çakılan kazıkları kaldırıp, kazılan çukuru yeniden doldurarak hemcinslerine, ‘Bu sahtekâra aldanmayın! Meyvelerin herkese ama toprağın hiç kimseye ait olmadığını unutursanız mahvoldunuz demektir!’ diye haykırsaydı, insanoğlu nice cürümlerden, savaşlardan ve cinayetlerden, sefaletlerden ve felaketlerden kurtulmuş olacaktı.”
Batılı felsefe tarihçileri genellikle felsefenin başlangıcı olarak Antik Yunan Felsefesi’ni gösterirler. Batı’nın kültür emperyalizmi doğrultusunda dayatılan bu görüş, “Felsefe” adının ilk kez Antik Yunan’da kullanılmış olmasına dayandırılır. M.Ö. 580 ile 500 yılları arasında yaşamış olan, Güney İtalya’nın Kroton yöresinde kurulan okulun ilk yöneticisi Pythagoras, “bilgelik sevgisi” anlamına gelen ve felsefeye adını veren “philosophia” kelimesini ilk kullanan düşünürdür. Oysa felsefe Yunanlılardan çok önce insanın doğaya müdahale etmesiyle birlikte başlamıştır. “İlkçağ Felsefesi” ya da “Felsefenin Başlangıcı” olarak isimlendirilen Antik Yunan felsefesinin temellerinin M.Ö. 1000 yıllarında Eski Mısır’da, hatta M.Ö. 1500 yıllarında Hindistan’da olduğunu görürüz. Hint felsefesinin tarihi de yazılı tarihten çok önceki tarihlere, M.Ö. 3500 yıllarında İndus Vadisi’nde yaşamış olan Dravidyen Uygarlığı’na kadar uzanır.
Devletin ortaya çıkmasıyla birlikte filozoflar, ideal devlet ve toplum düzeninin nasıl olması gerektiği konusunda düşünmeye başladılar.
Bu konudaki ilk ve en temel eser Platon’un başkarakter olarak Sokrates’i kullandığı diyaloglardan oluşan “Devlet” (Politeia) adlı yapıtıdır.
“Devlet” adlı yapıtında Platon (M.Ö. yaklaşık 428-348), kendine göre ideal bildiği bir devlet tablosu çizmiştir. O, ideal devletinde sadece yöneticilerle ilgilenir; devletin esenliği ve sağlamlığı için bunların nasıl olmaları, bunun için de nasıl eğitilmeleri gerektiğini gösterir. Platon’un ideal devletinin başında filozoflar bulunur, devlet filozoflar tarafından yönetilir. Devleti yönetecek bu filozoflar, elli yaşına gelinceye kadar belli sınamalardan, belli değerlendirmelerden geçerek, belli eğitim aşamalarını başarıyla atlayarak seçileceklerdir. Matematik alanında adamakıllı bir eğitim aldıktan sonra felsefede de yetkinleşecekler, elli yaşından sonra da devletin siyasal yaşamına dönüp, yetkin birer yönetici olacak, yol göstericilik yapacaklardır.
Filozof yöneticilerin ayrıca eğitim, sanat, savaş ve hatta evlilik gibi konularda da tek söz sahibi olarak kayıtsız şartsız bir egemenlikleri olacaktır. Evlilikler eşler arasındaki en iyi uyum gözetilerek ayarlanacak, çocuklar ortak annelerin eline verilerek büyütülecektir. Böylelikle her kadın her çocuğun kendi çocuğu olabileceğini düşünerek, her çocuğa büyük bir sevgiyle yaklaşacak; çocuklar da her kadına kendi anneleri olabileceğini düşünerek saygı göstereceklerdir. Sanat alanında ise yönetici filozoflar, sanatçıların yarattıkları sanat ürünlerini sıkı bir denetimden geçirerek kötü davranış modelleri olmalarına, halkın ahlâkını bozmalarına izin vermeyeceklerdir. Yöneticiler her türlü bencil kaygıdan uzak bulunacaklar; özel yararlar elde etmek, mal mülk edinmek için ahlâkdışı yollara başvurmayacaklar, kendilerini tamamıyla bütüne, devlete vereceklerdir. Bunun için de yöneticilerin ailelerinin ve mülklerinin olması yasaktır; onlar her şeyin ortaklaşa olduğu bir düzen ve disiplin içinde yaşayacaklardır. Halka düşen ise sadece, devletin maddi gereksinimlerini sağlamak için çalışmak ve yöneticilerine itaat etmektir.
Platon’a bakılırsa devletin görevi, bütün topluma mutluluk sağlamaktır. Oysa böyle bir toplumda mutluluk söz konusu olamaz; çünkü Platon’un devleti tümüyle totaliter, hatta birçok eleştirmene göre faşist bir düzeni önermektedir. Devleti yönetenler, insanlara karşı katı ve acımasızdırlar.
Çin’de de Konfüçyüs, törebilim ve yönetim alanlarında birtakım eğitim yöntemleri uygulayarak, iktidar sahiplerinin iyiliksever, ölçülü bilgeler haline getirilebileceğine inanmış, devleti yönetecek kişilerin eğitilerek yola getirilebileceklerini düşünmüş, çözümü, eğitilerek bilge haline getirilmiş kişilerden oluşmuş bir hükümette aramıştır. Taoculuğun kurucusu Lao Tzu ise bunun mümkün olamayacağını, sorunun hükmetmenin biçiminde değil otoritenin varlığında olduğunu savunmuş, her çeşit otoriteye karşı çıkmıştır. Onun, “Sahip olmadan üretim, kendini ortaya koymadan eylem, hakimiyet olmadan gelişme” şeklindeki üçlü prensibi, anarşizmin temellerini oluşturan prensiplerdendir.
Budizm ise bir ahlak anlayışı önerir: “Eğer acı çekiyorsak, isteklerimiz yüzündendir; şehvet, böbürlenme, mal mülk edinme hevesi. (…) Eğer isteklerini yener ve onları hayatından kaldırıp atabilirsen, fikrin ve huzurun ulu noktasına, Nirvana’ya varmış olursun.”
II. yüzyılın ortalarına kadar Hıristiyan toplulukları, tam bir eşitlik içinde, demokratik bir hayat yaşıyorlardı. Malların ortaklaşa kullanılması, aralarında en küçük anlaşmazlığın bile çıkmasına yer bırakmıyordu.
Hıristiyanlık III. Yüzyıldan itibaren varlıklı sınıflar arasında kendine yer bulmaya ve yerleşmeye başladı. Gerçek sınıf zeminine oturduktan itibaren de zenginliği ve özel mülkiyeti haklı gösterme ve kutsama görevine soyundu. Egemen sınıf ideolojisi haline gelen kurumsal Hıristiyanlık, sınıfsal farklılıkların temsil edildikleri mezheplere de bu dönemden itibaren ayrıştı. İngiltere’de kapitalizmin doğuşuyla birlikte, Hıristiyanlığın “Püritanist” yorumu yaygın bir biçimde kabul görmeye başlamıştı. Püritanist inanca göre yoksulluk, bazı insanlara günahlarının karşılığı olarak verilmiş bir cezaydı. Zenginlik ise işlediği sevaplardan dolayı Tanrı’nın “sevdiği kullarına” verdiği bir ödüldü. Buna rağmen bazı insanlar iyi ve çalışkan olmalarına rağmen yoksul düşmüşlerse, ödüllerini öbür dünyada fazlasıyla alacaklardı.
Hıristiyanlık, devlet örgütü içinde güçlendiği oranda değer kazandı ve etkin oldu. Din adamları sınıfı da giderek büyük bir güç haline geldi. Başlangıçta yoksullar için toplanmakta olan kilise varlıkları, zamanla, dörtte üçüne yakın bir bölümü din adamlarına ve dinsel törenlere harcanan, ancak dörtte biri yoksullara verilen bir kaynak durumunu aldı. Kilise büyükleri topraklar edinmeye de başladılar. O kadar ki, VII. Yüzyılın sonunda Galya topraklarının üçte biri Kilise’nin malı olmuştu. Ekonomik alanda görülen bu değişimin, fikir alanında da değişime yol açması kaçınılmazdı: Zenginliklere yüz çevirmenin yerini acıma aldı. Kilise ile yöneticiler arasındaki ilişkiler sonucunda Hıristiyanlık eski anlayışını yitirdi. Hıristiyanlığın ilk yıllarındaki komünist anlayış, yerini, özel mülkiyetin yasalarına uygun bir anlayışa bıraktı. Hıristiyanlığın ilk özüne bağlı kalmış olanlar, yaşadıkları zamandan hoşnut değillerdi ve Hıristiyanlığın ilk günlerindeki mutluluğu özlemle anıyorlardı. “İsa’ya dönelim, yetinmesini bilelim ve malların ortaklaşalığına, İncil’in buyruklarına uygun yoksulluğa geri dönelim” diyorlardı.
Keşişlik ve Rafızilik bunun sonucu olarak ortaya çıktı. Keşişler savaşmaktansa kendilerini Kilise’nin uzağında tutmayı tercih ettiler; manastırlarda kendilerine özgü yeni bir toplum düzeni kurarak yaşamlarını sürdürdüler.
Manastırların ve keşişliğin ortaya çıkmasına yol açan temel düşünce, bütün toplumsal kuruluşlardan ve düşünce akımlarından uzak kalmak ve böylece içinde yaşanılan toplumun kötülüklerinden korunmaktı. Bu kötülüklerin başında özel mülkiyet geliyordu. Kilise’nin bozulmasından, geniş bir ekonomik ve politik bir güç haline gelmesinden tiksinti duyan birtakım Hıristiyanlar, III. yüzyılın ikinci yarısında, toplumdan el etek çekmeye ve bir köşede, çile çekerek, kendilerini dini düşüncelere bırakmaya karar verdiler.
Bu hareketin başlıca öncüsü Aziz Antonios’tur. Yukarı Mısır’da çok zengin bir ailenin çocuğu olan bu kimse, yaklaşık olarak 270 yılına doğru, bütün mallarını dağıtarak çölde yalnızlığa çekilmeye karar verdi. Ondan yarım yüzyıl sonra da çömezi Pachomus, yalnızlığa çekilmeye karar vermiş olanları toplayarak Nil Nehri’nin üstündeki Tabenna Adası’nda ilk manastırı kurdu. Burada şu kuralları geçerli kıldı: Hiçbir çeşit özel mülkiyeti tanımamak, el emeği zorunluluğu, yemekleri topluca yemek, yönetici rahibin hiçbir sözüne karşı gelmemek ve kendini birçok şeyden yoksun kılarak çile çekmek.
Keşişlik yöntemi, Hıristiyanlığın ilk yıllarındaki komünist geleneklerin henüz güçlü olarak varlığını sürdürdüğü Kuzey Afrika’da hızla gelişti; oradan doğuya, Filistin’e, Suriye’ye, Ermenistan’a, Kapadokya’ya yayıldı. Manastırlarda yaşayanlar Kilise’ye karşı bir saldırıda bulunmadıkları için Kilise yöneticileri onlara ilişmediler; onlara göre manastırların içindeki komünistler dışarıdakiler kadar tehlikeli değillerdi. Giderek Batı İtalya’nın kıyılarındaki adalarda, Dalmaçya kıyılarında ve Galya’nın güneyinde manastırlar kuruldu. Sonraları ise manastırlar, bilim ve kültür merkezleri durumuna geldiler. Keşişler, Latin yazarlarının ve eski tarihçilerin eserlerini bu manastırlarda kopya ettiler ve gerek ilkçağ gerekse ortaçağ edebiyatının eserlerini buralarda arşivlediler.
Rafıziler ise mücadeleciydiler, toplumu dönüştürmeye, eski yönetim düzenini ortadan kaldırıp yeni bir düzen kurmaya çalışıyorlardı. XII. Yüzyılın sonunda Batı ve Orta Avrupa şehirleri, sayısız Rafızi tarikatlarıyla dolmuştu. Piphiller, Dokumacılar, Patarinolar, Lombardiya Yoksulları, Manici Paulusçular, Lyon Yoksulları, Valdocular, Arnolcular, Albigenler, Bogomiller bu tarikatlardandı. Albigen deyiminin Türkçe karşılığı “parlak ışık insanı”dır. Tarihte Engizisyon mahkemeleri ilk kez Albigenler için kurulmuştur. Bogomiller, Balkan Alevileridirler. Bogomil Bulgarca bir sözcüktür, “Hakdostu” anlamındadır ve bu coğrafyanın bilinen ilk Alevi pirinin adıdır.
Genel olarak “Katharlar” adıyla anılan bu Rafızi tarikatları, İsa’nın çömezlerinin yoksulluk anlayışını, Hıristiyan hayatının ideali saymaktaydılar; Kilise’ye karşı bir tutum benimsemişlerdi ve ilkel Hıristiyanlık üzerine temellenen yeni bir hayatı kurmayı amaçlıyorlardı. Katharlar, güçlenmeye başladıkları günlerden itibaren Kilise’nin ve yöneticilerin amansız bir yok etme kampanyasıyla karşılaştılar. Binlercesi engizisyonun zindanlarında işkenceyle, binlercesi de odun yığınları üzerinde yakılarak can verdiler.
Pavlikanlar (Ermenice: Paflikyan) koşullara uyum gösterme yetenekleri sayesinde, gizli tarikat örgütlenmelerini yüzyıllar boyu yaşatabilmişlerdir.
Pavlikanların inançlarında, madde âleminin kötü tanrısıyla, görülmeyen, göksel dünyanın iyi tanrısı arasında kıyasıya bir savaşın sürdüğü inanışı temeldir. Bu inanç, siyasal konumlarını da yansıtır; erk dünyevi olduğu için kötü tanrının yarattığıdır ve savaşılması gerekmektedir. Pavlikanlar bu temele dayanarak IX. Yüzyıldan itibaren Bizans devletine karşı silahlı ayaklanmalara girişmişlerdir.
Peter Abélard 1079 ile 1142 yılları arasında yaşamış bir Fransız filozofu ve teologudur. Onun çömezlerinden olan Brescialı Arnold, “toprak sahibi vaizlerin, tımar sahibi piskoposların, mülk sahibi keşişlerin dinsel kurtuluşa ulaşamayacakları” doktrinini vaaz ediyordu. Arnold, İmparator Frederik Barbarossa’nın da yardımıyla yakalandı ve asıldı; cesedi yakılıp külleri Tiber Irmağı’na döküldü.
1381 yılında Rahip Dolcino’nun çevresine toplanan İngiliz köylüleri, İncil’deki gerçekler ve erdemler adına, var olan feodal toplumun sınıf yapılarını suçluyorlardı. İngiltere’de ayaklanan köylülerin sözcüsü olan John Ball, konuşmalarında özgürlük, eşitlik, demokrasi ve komünizm konularını ele alıyordu. Ball’a göre başlangıçta bütün insanlar eşitti; efendi ile köle ilişkisi, Tanrı’nın isteğine aykırı olarak ahlaksız insanların başkalarını baskı altına almak istemelerinden doğmuştu.
XVI. yüzyılda Almanya’da baş gösteren köylü hareketleri, Thomas Müntzer’in çağrısı üzerine başlamıştır. Thomas Müntzer, yaklaşık 1488 ile 1525 yılları arasında yaşamış, reform devrinin erken dönem Alman ilahiyatçılarından biriydi. Reformların siyasallaşmasına ilişkin eleştirileri ile Luther’e karşı çıkmıştı.
Müntzer’in kurmayı hedeflediği “Tanrı krallığında” hiçbir özel mülk, hiçbir sınıf ayrıcalığı olmayacaktı. Kurulacak olan bu toplumda, tüm çalışmalar ve tüm mallar ortaklaşa olacak ve tam bir eşitlik ilişkisi çerçevesinde bir toplum düzeni kurulacaktı. Papazlığı süresince kilisenin dogma ve ayinlerine karşı vaazlar veren Müntzer, “Köylüler Savaşı” olarak bilinen ayaklanmanın liderliğini yaptı. Ayaklanmanın hemen sonrasında, düşüncelerini hayata geçirmek için “Tanrı’nın Ebedi Birliği” adında bir birlik kurdu ve bu birlik kısa zamanda büyüyerek dalga dalga yayıldı. Muehlhausen şehrinin yönetimini ele geçirdikten sonra komünist-teokratik bir yönetim kurdu.
Politik ve dinsel baskıya karşı Tanrı’nın saflarında yer aldığına inanan 8000 kadar köylü, 15 Mayıs 1525 tarihinde “Her şey ortaktır” (Omnia sunt communia) sloganıyla ayaklandı. Müntzer, Köylüler Savaşı adıyla bilinen bu köylü ayaklanması sırasında başkaldıran köylülerin lideri oldu. Frankenhausen Muharebesi’nde, Müntzer ve çiftçileri yenilgiye uğradılar. O yakalandı, işkence gördü ve Roma Katolik Başrahibi tarafından boynu vuruldu.
Müntzer mal paylaşımının uygulandığı yeni bir eşitlikçi toplum anlayışı nedeniyle, erken dönem sınıf mücadelesinin sembolü olarak sosyalistler tarafından sonradan sahiplenildi. Müntzer’in hareketi ve köylülerin isyanı Friedrich Engels’in “Almanya’da Köylü Savaşı” kitabının önemli başlığını oluşturdu. Engels Müntzer’i, köylülerin en iyi anlayacağı dili, yani incil’in dilini seçen, devrimci bir lider olarak tanımlar.
Felsefede Ütopya kavramı, “salt düşüncede de olsa içinde yaşayanlara eşitlikçi, doğru, haktanır, yetkin bir düzen içerisinde kötülüklerden arındırılmış mutlu bir yaşam sürmeyi vaat eden kurgusal ve ülküsel kusursuz toplum tasarısı” olarak tanımlanır. Tarihteki ilk ütopya örneği olarak Platon’un “Devlet”i Kabul edilirse de “Ütopya” sözcüğü ilk kez 1516 yılında Thomas More’un yazdığı “Ütopya” adlı romanında “hiçbir yer”, “olmayan yer” anlamlarında kullanılmıştır.
Thomas More yalnızca bir yazar değil, yargıçlık, bakanlık da yapmış bir devlet adamıdır. Hukuk öğrenimini bitirip baroya girdikten sonra rahip olmayı düşündü. Charterhouse adlı manastıra dört yıl kapanarak bir keşiş gibi yaşadı. More, bu manastırda sadece dua etmekle kalmadı, sürekli olarak okudu ve yoğun bir çalışmaya daldı. Yargıçlığı sırasında, dürüstlüğü ve yoksullara gösterdiği anlayış ve iyilik sayesinde Londra’da ün saldı. Kendisiyle görüşmek isteyen tüm yoksul yurttaşlara kapısını açar; yıllarca sürüncemede kalmış davalarını bir çırpıda ve en doğru yoldan sonuçlandırırdı. 1534 yılında VIII. Henry’nin yeniden evlenmek için Katolik inancı hiçe sayarak çıkarttığı imtiyaz yasasına karşı çıkınca tutuklanıp yargılandı. Bir yıl sonra kafası kesilerek idam edildi.
Thomas More da Platon’un “Devlet” (Politeia) adlı yapıtını örnek alır. Ancak, Platon’un yalnız yöneticiler için tasarladığı mülk edinme yasağı, Thomas More’da bütün yurttaşlar için geçerlidir.
“Ütopya”da Thomas More, İngiltere’nin o zamanki sosyal durumunu eleştirir. O günlerde İngiltere’de mal ve mülk, sayıca az, zengin, işsiz güçsüz bir sınıfın elinde toplanmış; bu yüzden halkın büyük kısmı hem maddi hem de ahlâki bir yoksulluk içine düşmüştü. More’a göre bu durumdan kurtulmanın tek yolu özel mülkiyetin kaldırılmasıdır. Çünkü özel mülkiyetin olduğu yerde sosyal adalet söz konusu olamaz. Bütünün mutluluğunu sağlamanın tek çaresi, eşitlik ilkesini uygulamaktır. Mal ve mülkün tek kişilerde olduğu, mülkiyetin tek kişi için bir hak sayıldığı yerlerde de, eşitlik ilkesi uygulanamaz. Demek ki, dünya nimetlerini insanlar arasında adilce ve eşitçe bölerek bütünün mutluluğunu sağlamak için, her şeyden önce özel mülkiyetin kaldırılması gerekmektedir. Ütopya devleti mülkiyet ortaklığına dayanır; burada para yoktur, para yerine bir değiş-tokuş sistemi uygulanır. Özel mülkiyetin yasak olduğu bu adada ailelere ihtiyaçları parasız olarak dağıtılır. Ütopya adasındaki her türlü örgüt, ilk önce toplum ile bireyin ihtiyaçlarını karşılamayı göz önünde bulundurur, sonra da herkese ruhunu olgunlaştırmak, yani sanat ve bilimle uğraşmak için gereken boş zamanı sağlamaya çalışır; bunun olabilmesi için de, bu adanın insanları günde ancak 6 saat çalışırlar. Ağır işlerde, savaş esirleri ya da ölüm cezasına çarptırılmış suçlulardan devşirilmiş olan köleler kullanılır. Ütopya devletinin yöneticileri de tıpkı Platon’un “Devlet”inde olduğu gibi, sıkı bir eleme ve eğitimden geçirilerek yetiştirilir. Thomas More’un hem gerçekçi bir görüşle hem de ütopik bir radikalizm ile yazılmış olan bu yapıtının modern devlet teorileri üzerinde büyük bir etkisi olmuştur. Komünizmin temel ilkesi olarak kabul edilen “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacı kadar” sözü Thomas More’a aittir.
Dinsel hoşgörü kavramı da Thomas More’un “Ütopya” adlı yapıtıyla ünlenmiş, laiklik kavramının ortaya çıkmasına öncülük etmiştir.
More’a göre Ütopyalılar çeşitli dinlere bağlı olabilirler. Birbirlerini hoş görmek, birbirlerine saygı göstermek zorundadırlar. Hoşgörü yasasını çiğneyenler sürgün cezasıyla cezalandırılırlar. Bir dinin öbürüne üstünlüğünü savunmak, herhangi bir dini küçümsemek yasaktır. Gerekli olan, sadece bir yaratıcının varlığına inanmaktır. Bütün Ütopyalılar, hangi din ya da mezhepten olurlarsa olsunlar, böylesine yüksek bir inançta birleşeceklerdir. Her Ütopya vatandaşı bir Yaratıcı’ya inanmak zorundadır, ama bu Yaratıcı’ya dilediği yoldan varabilir, yolların, yani dinlerin birbirine hiçbir üstünlüğü yoktur. Yollardan biriyle Tanrı’ya varan, öteki yolla varana sataşmayacaktır; sataşırsa ceza görür. Bu hoşgörülülük anlayışı öylesine geniş tutulmuştur ki, Tanrısızlar bile Ütopya’da yaşayabilirler; ancak memurluk yapamazlar. More, kendinden sonrakileri bir hayli etkileyen bu yeni düşünceyle, Rönesans çağının ileri adımlarından birini daha atmıştır.
Thomas More, özel mülkiyetin kaldırılması, her şeyin ortaklaşa kullanılması fikrini, manastır yaşamından edinmiştir.
Thomas More, kesin olarak doğal hukuktan yanaydı; doğal olarak yaşayan insanların ahlakî yönden de mükemmel olmalarından bir an bile şüphe etmiyordu. En büyük İngiliz hümanistlerinden biri olan dostu Colet’e yazdığı bir mektupta, köy hayatının erdemlerinden büyük bir hayranlıkla söz ediyordu:
“Köyde, şehrin tam tersine, toprağın yüzü güleç, gökyüzünün görünüşü alımlıdır. Her tarafta, doğanın kutsal verileri ve masumiyetin kutsal izleri görülür.”
Amerika Kıtası’nın keşfi ve buradaki yerli halkın yaşayış biçimlerinin öğrenilmesi, ona doğal hukukun doğru olduğu konusunda kesin delilleri vermişti. Kâşif Americo Vespuci, seyahatini sekiz sayfalık bir kitapçıkta anlatmış, Thomas More da bunu büyük bir ilgiyle okumuştu. Orada insanlar doğaya uygun bir şekilde yaşıyorlardı. Hiçbirinin özel mülkiyeti yoktu; her şeyi ortaklaşa kullanıyorlardı. Herkes orada kendisinin efendisiydi.
Thomas More’dan yaklaşık yüz yıl sonra yaşamış olan İtalyan filozofu Tommaso Campanella (1568-1639) da böyle düşünmüştür. O da “Güneş Ülkesi” (Civitas Solis) adını verdiği yapıtında ideal bildiği bir devletin, toplumun yapısını benzer şekilde tasarlamıştır. Onun için de örnek, Platon’un “Devlet”idir. Platon’un ideal devletinde olduğu gibi Campanella’nın Güneş Ülkesi’nde de bilim ve felsefe egemendir; devleti yönetecekler, teorik bakımdan da pratik bakımdan da en iyi yetişmiş olan kimselerdir. Hint Okyanusu’ndaki bir adada bulunan Güneş Ülkesi’nin başında, ülkeyi astroloji ile yöneten, hem filozof hem de papaz olan bir hükümdar bulunmaktadır. Bu hükümdar Campanella’nın yaşamı boyunca tüm yazılarında savunduğu teokratik Papalık monarşisini temsil eder: Dünyevi olanla ruhani olan, papaz-kral tarafından yönetilen evrensel bir monarşide birleşmiştir. Bu adada bütün yurttaşlar devletin sıkı denetlemesi altında yetişirler. Devletin sürekli ve sağlam olması için burada tam bir ortaklık uygulanır: Bura insanlarının ne kendi evleri ne kendi karıları kocaları ne de kendi çocukları vardır. Burada her şey ortaklaşadır, çünkü bu adada oturanlara göre, bu gibi şeyler insanın bencilliğini körükler, onda her şeyden önce bulunması gereken yurt sevgisini azaltır.
Campanella’ya göre dünya kötüdür, daha da kötüye gitmektedir. Hiçbir şeyin yukarıdan aşağıya doğru olmaması, çok fazla kişisel özgürlük ve çok fazla rastlantı ve olasılık ortaya çıkarmış, düzeni bozmuştur. Bu nedenle yönetmek ve her yerde düzeni sağlamak gerekir. Güneş, tanrıdır, gezegenler yukarıdan aşağıya doğru onun egemenliğini kurarlar. Bizim yaşam koşullarımızı ise burçlar ve otuz altı dekan düzenlemektedir. Dünyadaki toplumsal düzen de gökyüzündeki bu hiyerarşi örnek alınarak kurulmalıdır. Her şey kendi yerinde olmalı, her şey yukarıdan aşağıya doğru belirlenmelidir. Bireysel özgürlük kesinlikle ortadan kaldırılmıştır, bireysel yaşam diye bir şey olamaz. Hükümdar “Güneş’in Naibi”dir. Onun buyruğunun altında ise Güç Bakanlığı, Bilgelik Bakanlığı ve Uyum Bakanlığı bulunur. Bunlar, “varlığın ilkeleri” olan gücün, bilgeliğin ve istencin yeryüzündeki temsilcisidirler.
Güneş Ülkesi, sağlam ve yetenekli yurttaşlar edinmek için, cinsler arasındaki birleşmeleri bile düzenler, çünkü üremede sürüp gidecek olan tek kişi değil, soydur. Campanella bu görüşünü Platon’un devletinden almıştır. Yüzlerce yıl sonra Almanya’da Nazilerin insan harası kurma fikirlerinin temelini de bu görüş oluşturmuştur. Gezegenler toplumsal yaşamın en büyük yöneticileri olduklarından, Güneş-Devlet’in memurları, yıldızların durumuna göre, cinsel birleşmenin saatini ve yerini bile belirlerler.
Campanella, özel mülkiyetin, bireysel aile mülkiyetinden doğmuş olduğuna inanıyordu. Belli bir kadından zevk alan erkekler, bu kadını eş ediniyor ve onun doğurduğu çocuklara mallarını miras bırakmak yoluyla sevgilerini gösteriyorlardı. Demek ki, bazı insanların belli birtakım malları kendilerine ayırmalarına ve yine kendi çocuklarına iyi şartlar hazırlamak için miras hakkını ortaya çıkarmalarına, bireysel babalık duyguları neden olmuştu. Campanella’ya göre, ilkel komünist toplumlar bu nedenle sona ermişti. Bu yüzden de Güneş Ülkesi’nde eşlerin seçilmesi, cinsel ilişkilerin düzenlenmesi özel bir iş değil, devletin bir görevidir.
Rönesans’ın devlet ütopyalarına bir diğer örnek, İngiliz filozofu Francis Bacon’ın (1561-1626) “Nova Atlantis” (Yeni Atlantis) adlı yapıtıdır. Bu devlet Ben Salem adlı bir ada devletidir. Ben Salem Devleti’nde, bir bilim merkezi vardır. “Salomon Evi” ya da Tanrı’nın dünyayı altı günde yaratmış olması düşüncesinden hareketle “Altı Günlük İşler Okulu” adı verilen bu bilim merkezinin görevi, bütün varlıkları incelemek, her şeyin nedenini araştırmaktır. Toprağı, suyu, gökyüzünü, hayvanları, bitkileri inceleyen ayrı kolları vardır, bu kollarda bilgileri toplayan, saklayan ve değerlendiren birçok görevli çalışır. Bu örgüt, her türlü bilimi ve araştırmayı düzenleyen bir merkezdir ve Ben Salem Devleti, yüksek kültürünü bu örgüte borçludur. Bacon’ın ideal devletinde devletin temeli, sosyal adalet düşüncesi değil, “bilgi”dir. Buradaki ideal, toplumu ve devleti bilgiye dayandırmak, onları bilimin verilerine göre düzenlemektir. Bacon’ın ana görüşlerinden biri “bilgi güçtür” düşüncesidir. Bacon’ın böyle düşünmesi bir rastlantı değildir, çünkü Rönesans’ın en büyük başarısı olan yeni doğa bilimi, o sıralarda kendini göstermeye başlamıştır. Toplumsal yönetimin kaynağı da Bacon’a göre, yükselmekte olan burjuvazidedir. Bu güç ise bir ayrıcalıktan ya da doğumla gelen bir güç değildir, çalışmakla ve bilgiyle gelir. Tüm bilgi egemenliğin hizmetinde olmalıdır. Bu arada, Bacon’ın modern Hürmasonluğun kurucusu olduğunu da bilmekte fayda var. Gül-Haç tarikatının yüksek derecede bir inisiyesiydi, hatta kimilerine göre Gül-Haç hareketini başlatan kişiydi.
1726 yılında Jonathan Swift’in dönemin düzenini alaycı bir dille eleştirdiği romanı “Güliver’in Gezileri” de ütopyalara bir örnektir.
Ancak XX. yüzyılda, kapitalizmin dünyayı sürüklediği büyük ekonomik bunalım ve ardından yaşanan iki dünya savaşı, ütopyacıların dağıttığı umutları söndürmüş, ütopyaların yerini “karşı ütopya” olarak tanımlanabilecek, karamsar bir gelecek tablosu çizen “distopyalar” almıştır.
En önemli distopyalardan biri Mary Shelley’in 1818’de yazdığı “Frankenştayn”dır. Romanın başkişisi olan Frankenştayn, bir bilim adamının yaptığı deneyler sonucunda ortaya çıkmış olan bir canavardır. Roman o dönemde, bilimin kötü amaçlarla kullanılması ihtimali karşısında duyulan endişenin bir ifadesidir.
Aldous Huxley’in 1932 tarihli eseri “Cesur Yeni Dünya”da parlamenter demokratik rejimi ortadan kaldırılmıştır. İnsanlar genetik yöntemlerle laboratuarlarda üretilmektedirler, seks ise yalnızca haz almak için yapılan bir eylemdir. Yönetici olan Alfalar ve Betalar, lüks ve refah içinde yaşarlar. Deltalar ve Epsilonlar ise köledirler, uyku hipnozu yöntemi ile içgüdüleri kontrol altına alınmıştır. Tüm toplumda özgür seks, gerçeklik duygusu veren filmler ve “soma” adı verilen uyuşturucu madde sayesinde yapay bir mutluluk ve istikrar sağlanmıştır.
George Orwell’ın 1949’da yazdığı “1984” adlı romanı, en ünlü distopya yapıtlarındandır. Bu romanda Orwell, yakın bir gelecekte tüm insanların sürekli olarak izlendiği bir baskı yönetimini tasvir eder. Zihinlerin kontrol altına alınarak bireyselliğin yok edildiği, insanların makineleşmiş kitlelere dönüştürüldüğü totaliter bir dünya düzeni konu edilir. Eser SSCB’deki Stalin dönemine yönelik bir eleştiridir, romanda tüm vatandaşların her hareketini gözleyen “Büyük Ağabey” Stalin’in simgesidir.
Ray Bradbury’nin “Fahrenheit 451” adlı distopyası, 1966’da yönetmen Francois Truffaut tarafından sinemaya aktarılmıştır. Bu romanda kitap okumanın ve bulundurmanın suç olduğu bir ülke konu edilir. İtfaiyenin görevi yangın söndürmek değil, kitap bulunduğu ihbar edilen yerleri benzin sıkarak yakmaktır. Tüm evlerin duvarları ekranlarla kaplıdır; insanlar tüm iletişimlerini bu ekranlarla sağlarken, diğer taraftan yine bu ekranlarla yöneticiler tarafından sürekli olarak algı yönetimine tabi tutulurlar.
Sinema sanatında ise distopyanın en önemli örneği, Alman yönetmen Fritz Lang’ın 1927 yılında çektiği “Metropolis”tir. Metropolis, 200 milyon dolarlık maliyetiyle, sessiz sinema döneminin en pahalı filmidir. Filmde yerin üstünde yaşayan yöneticilerle, yeraltında yaşayan işçiler arasındaki sosyal gerginlik konu edilir. Film boyunca tekrarlanan “üreten eller ile planlayan beyin arasındaki aracı, kalp olmalıdır” cümlesi faşizmin korporasyon sistemini ifade eder. Özellikle de filmdeki arabulucu kişi devlet ile özdeşleştirildiği için, Naziler filmi çok beğenmişler ve Fritz Lang’a Devlet Sinema Müdürlüğü görevini önermişlerdir. Fritz Lang bu öneriyi reddetmiş ve Fransa’ya kaçmıştır.
XX. Yüzyıl ütopyalarına örnek olarak yine Aldoux Huxley’in eseri olan “Ada” gösterilebilir. Ölümünden bir yıl önce yazdığı bu romanında Huxley, “Cesur Yeni Dünya”nın karşıtını yaratmıştır. Romanın başkişisi Will Farnaby, kısa zaman önce karısını kaybetmiş bir gazetecidir. Görünüşte bir deniz kazası sonucunda, Pasifik Okyanusu’nda yüz yirmi yıldır gözden uzakta gelişmiş olan, zengin petrol yataklarına sahip Pala adlı adanın sahiline sürüklenir. Bu adanın adeta bir cennette yaşayan sakinleriyle tanıştıkça, bu adaya gelmekteki asıl amacını da sorgulamaya başlar. Huxley bu romanında, çocuklar birden fazla ailede yetiştirilebilir mi, geçmiş travmaların etkisinden kurtulup aydınlanmak mümkün müdür, Batı bilimi ile Doğu felsefesi harmanlanabilir mi, bir ülke yayılmacı politikalar uygulamadan da var olabilir mi gibi soruları ele alır.
XIX. Yüzyıl’da anarşizmin ütopyacı yazarları çok etkilediği görülür. William Morris’in 1890’da yazdığı “Hiçbiryer’den Haberler”, anarşist edebiyatın önemli örneklerinden sayılır. Morris bu eserinde, çok yakın bir gelecekte insanlığın karşısına çıkacak olan şu soruları sorar ve okuyucuyu düşünmeye teşvik eder: İçinde yaşamaktan en çok hoşlanacağımız toplumu nasıl yaratabiliriz? Verime dayalı kitlesel üretim bizim için gerçekten de her şeyden daha mı değerlidir? Sanayimizin ürünlerini gerçekten istiyor muyuz? Hayatımızı gerçek ihtiyaçlarımızı ve arzularımızı karşılamak için çalışarak mı geçiriyoruz, yoksa kendimizi insan isteklerinin, giderek büyüyen ticaretin taleplerine tabi kılındığı bir toplumsal sistemi sürdürmek için mi feda ediyoruz? Hayattan gerçekten ne istediğimizi kendimize yeterince sık soruyor muyuz?
Ernest Callenbach’ın 1975 yılında yazdığı “Ekotopya”, Ekolojik Ütopya türünün ilk örneğidir. Kitapta, ABD’den ayrılarak “ekolojik hayat anlayışı” temelinde bağımsız bir ülke kuran insanların 1999 yılındaki hayatları anlatılır. Ekolojik bilincin gelişmesine büyük katkıda bulunmuş olan “Ekotopya”, ilk yayınlandığında dünyanın belli başlı ülkelerinde büyük yankılar uyandırmıştır. Küresel ısınmanın doğurduğu kaygılar başta olmak üzere, yeryüzünün geleceğine ilişkin kaygıları olan herkes için çok önemli bir kitaptır.
Anlaşıldığı üzere ütopyacı düşünürlerin ortaya koydukları bu yapıtların esin kaynağı aynıdır: Yerleşik toplumsal ve siyasal düzenin adil olmamasından duyulan derin hoşnutsuzluk. Ütopyalar, mutlu bir toplum yaşamı arayışının kurgusal birer sonucudurlar. Nitekim pek çok ütopyada toplumu başıbozukluktan, kötülüklerden kurtaracak birer ülkü olarak görülen ortak mülkiyet ve eşitlikçilik temel unsurlardır. Görülen o ki, özel mülkiyetin yasaklanması görüşü Karl Marx’tan yüzlerce yıl önce erdemli olmanın bir şartı, bir ahlâk ve vicdan gereği olarak ortaya konmuştur.
Tarih boyunca dinsel inançlar da kötülüklerin, haksızlıkların barınamayacağı bir dünyaya duyulan umutları beslemiştir. Panteist (Tümtanrıcı) görüşe göre, “Tanrısal Öz” tüm varlıklarda bulunmaktadır, farklılıklar yalnızca görünüştedir, özde ise her şey birdir; öyleyse tüm insanlar eşittir ve dünyadaki zenginlikleri de eşit olarak bölüşmelidirler. Ruh da ölümsüzdür ve bu dünyadaki yaşam ruhun tekâmül etmesi için gerekli bir aşamadan başka bir şey değildir. Ölünce ruh bedenden ayrılacak, tekâmülünü tamamlamadıysa başka bir bedende dünyaya tekrar gelecek ve tekâmülünü tamamlayıncaya kadar bu dünyadaki çileleri tekrar tekrar yaşayacaktır; öyleyse erdemli yaşamalıyız, başkalarının hakkına el uzatmamalıyız, kimseye kötülük ve haksızlık etmemeliyiz.
Binlerce yıl önce Hindistan’ın ve Uzakdoğu’nun çoktanrılı dinlerinin temellerinde bulunan bu görüşler, İran ve Mısır yoluyla Ortadoğu’ya gelmiş, Musevîlik’te, Hıristiyanlık’ta ve Müslümanlık’ta yer almışlardır. Tüm bu tektanrıcı dinlerde, “yeryüzü Tanrı’nındır, bütün inananlar ondan eşit olarak yararlanabilirler” inancı tohum olarak vardı. Müslümanlığın kutsal kitabı Kur’an’da bunu ifade eden ayetler vardır:
“Şeytan, paylaşımı engelleyendir.” (Taha Suresi. 120.)
“Ve mezara girdiğinde bakalım o mallar onu kurtaracak mı?” (Leyl Suresi. 11.)
“Sana neyi infak edeceklerini (vereceklerini, paylaşacaklarını) sorarlar. De ki; ihtiyacınızdan artanın tamamını.” (Bakara Suresi. 219.)
Ezilen, sömürülen, hakları ellerinden alınan bazı kavimler bu inançları temel alarak ayaklanmışlar, malların eşit olarak paylaşılması esasına dayalı topluluklar kurmuşlardır.
İran’da M.S. VI. yüzyılda Mazdekîler, IIX. Yüzyılın sonlarına doğru Mübeyyezâ, IX. yüzyılın başlarında Babekîler, Irak’ta IX. yüzyılın sonlarına doğru Karmatîler, Selçuklularda XIII. yüzyıl başlarında Babaîler, bu toplumlara örnektirler. İslam coğrafyasında, bu dinsel temelli sosyalist ayaklanmaların içinde en bilineni, XV. yüzyılın başındaki Şeyh Bedrettin hareketidir.
“Ütopyacı Sosyalizm” olarak tanımlanan ideolojide ise başlıca inanç, mülk sahiplerinin mücadeleye gerek kalmaksızın haklarından vazgeçmeleriydi. Mülk sahiplerini razı etmek için, temelde akılcı olan insan yapısı ve öteki insancıl ülküler yeterli olacaktı. Saint-Simon’a göre, varlıklı ve aydınlanmış sınıfları ikna etmek yeterliydi.
Robert Oven, Charles Fourier, William Morris gibi bazı sosyalistler, işçilerin haklarının düzenlenmesinin, ücretlerin arttırılmasının ve çalışma şartlarının iyileştirilmesinin, sendikalar ve siyasî partiler aracılığıyla kanunlar çıkararak yapılması gerektiğini düşünüyorlardı.
Sosyalizmi, XIX. yüzyılda tarihsel maddecilik felsefesiyle birleştirerek işçi sınıfı ideolojisi yapan Karl Marx olmuştur.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk, XIX. yüzyıl liberalizminin Avrupa’yı nasıl bir felakete sürüklediğini çok iyi görmüş, bu nedenle izlenmesi gereken yolun liberalizmden farklı olduğunu ısrarla vurgulamıştır. Bu yol, Cumhuriyet’in altı ilkesinden biri olan Devletçilik’tir. Devletçilik, devlet yetkilerinin artması, genişlemesi, kamu hizmet ve faaliyetlerinin yayılması demektir. Devlet, bu amaçla örgütlenecek ve faaliyette bulunacaktır. Özel mülkiyet ve özel girişim özgürlüğü esas olmakla birlikte, planlı bir ekonomi, mevcut kaynakların uygun kullanılması ve hızlı kalkınma için devlet müdahalesi şarttır. Devletin müdahalesi ile liberalizmin doğurduğu doğal sonuçlar engellenecek ve sınıflar arasındaki toplumsal denge sağlanacaktır. Atatürk’ün, sosyalizmin Türkiye’de uygulanabilirliği ile ilgili temel kaygısı, o zamanki toplum içinde ezen-ezilen, sömüren-sömürülen gibi kapitalizme özgü bir sınıfsal yapılanmanın henüz ortaya çıkmamış olmasıdır. Henüz kapitalizm tam olarak yerleşmemiş, mağdur olan bir sosyal sınıf oluşmamıştır; ama emperyalizm sebebiyle mağdur olan tüm bir millet söz konusudur. Ana çelişki sömüren-sömürülen sınıflar arasında değil, sömüren-sömürülen milletler arasındadır. Türk devrimi, Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkan Osmanlı İmparatorluğu’nun emperyalist ülkeler tarafından bölüşülmesiyle başlamış olan bir sürecin sonucudur. Bu yüzden, Türk Devrimi’nin ideolojisini oluşturan Kemalizm’in hareket noktası ve en önemli ilkesi tam bağımsızlıktır. Ayrıca Atatürk, SSCB’deki gelişmeleri çok dikkatle izlemiş, Komünizm’in uygulanabilir oluşuna ilişkin tereddütlere kapılmıştır. Bunda, SSCB’de devrimden sonra yönetimin işçi sınıfına devredilemeyip, rejimin giderek baskıcı bir rejime dönüşmesinin payı vardır.
Ancak Gazi Mustafa Kemal Atatürk henüz hasta yatağındayken, ülke emperyalizmin iş birlikçisi karşı devrimci güçler tarafından karşı devrim sürecine sokulmuş, giderek başta Devletçilik İlkesi olmak üzere Cumhuriyet’in tüm kuruluş ilkeleri ortadan kaldırılarak, günümüzde yaşamakta olduğumuz orta çağ karanlığına sürüklenmiştir.


  1.  Max Beer, Sosyalizmin ve Sosyal Mücadelelerin Genel Tarihi, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2012, s. 362.
  2.  George Woodcock, Anarşizmin Kısa Tarihi, Alter Yayınevi, Ankara, 2015, s. 35
  3.  Erdoğan Aydın, İslamiyetin Ekonomi Politiği, Literatür yayınları, İstanbul, 2017, s. 223
  4.  Ali Haydar Saygılı, Dinler, Halklar, İsyanlar, Alternatif Tarih Okumaları, Ceylan Yayınları, İstanbul, 2015, s. 42
  5.  Max Beer, Sosyalizmin ve Sosyal Mücadelelerin Genel Tarihi, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2012, s. 183.
  6.  Ali Haydar Saygılı, Dinler, Halklar, İsyanlar, Alternatif Tarih Okumaları, Ceylan Yayınları, İstanbul, 2015, s. 46
  7.  Bertrand Russell, İktidar, Cem Yayınevi, İstanbul, 2017, s. 58
  8.  Max Beer, Sosyalizmin ve Sosyal Mücadelelerin Genel Tarihi, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2012, s. 327.

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir