Devrim, Türk Dil Kurumu’nun 1983’te yayınladığı Türkçe Sözlükte “yerleşik toplumsal düzeni köklü, hızlı ve geniş kapsamlı olarak niteliksel değiştirme ve yeniden biçimlendirme eylemi” olarak açıklanıyor.[1]
Devrim, “evrim” ve “reform” kavramlarından farklı bir kavramdır. Evrim, zaman içinde birdenbire olmayan, kesintisiz değişim sürecini ifade eder. Reform ise yapılanı daha iyi duruma getirmek için yapılan değişiklikler, iyileştirmeler ve düzeltmelerdir.
Türk Dil Kurumu tarafından 1992’de basılmış olan Türkçe Sözlükte ise devrim, devrimci ve devrimcilik şöyle tanımlanıyor:
Devrim: 1. Çevrilme, katlanma, bükülme. 2. (Dil inkılâbının ilk yıllarında) İnkılâp. 3. (Son yıllarda) İhtilâl: Fransız devrimi.
Devrimci: 1. (Dil inkılâbının ilk yıllarında) İnkılâpçı. 2. (Daha sonraki yıllarda) Devrim yapan ya da devrime bağlı olan, ihtilâlci.
Devrimcilik: 1. (Dil inkılâbının ilk yıllarında) İnkılâpçılık. 2. (Daha sonraki yıllarda) İhtilâlcilik.[2]
1961 Anayasası’nda “Devrim” kelimesi kullanılmış, ancak 12 Eylül 1980 tarihindeki darbeden sonra “Devrim” kelimesinin kullanımından özellikle sakınılmış, yerine “İnkılâp” kelimesi kullanılmıştır. İnkılâp, Arapça kökenli bir kelime olup, değişmeyi, bir halden başka bir hale dönmeyi ifade eder. “Devrim” kelimesinden korkup, onu unutturmak için yerine “İnkılâp” kelimesini kullanmak sonucu değiştirmez; her ikisinin de Fransızca karşılığı “Révolution”, İngilizce karşılığı ise “Revolution”dur. Latince kökenlidir, “révolvere” kelimesinden gelir. Révolution kelimesi, ani ve şiddetli, kökten bir değişikliği ifade etmek üzere, ilk defa 1789 Fransız Devrimi ile kullanılmaya başlanmıştır.
Önceleri “İnkılâp” kelimesini kullanan Atatürk’ün de sonradan “Devrim” kelimesini kullandığı görülür. Atatürk, Millî Mücadele dönemini de içine alan toplum ve devlet hayatında yapılan değişiklikleri “Türk Devrimi” diye ifade etmiştir. 9 Mart 1935’te, CHP’nin IV. Büyük Kurultayı’nı açarken yaptığı konuşmada şöyle diyor:
“Uçurumun kenarında yıkık bir ülke… Türlü düşmanlarla kanlı boğuşmalar… Yıllarca süren savaş… Ondan sonra içerde ve dışarıda saygı ile tanınan yeni vatan, yeni sosyete (toplum), yeni devlet ve bunları başarmak için arasız devrimler… İşte Türk Devrimi’nin bir kısa deyimi.”[3]
Prof. Dr. Mahmut Esat Bozkurt’un “Atatürk İhtilâli” ve Sabahattin Selek’in “Millî Mücadele I, Anadolu İhtilâli” ve “Millî Mücadele II, Anadolu İhtilâli” adlı eserlerinde devrim yerine “ihtilâl” kelimesi kullanılmıştır.
Mahmut Esat Bozkurt, “Atatürk İhtilâli”nin “İhtilâllerin Felsefesi” başlıklı bölümünde önce Magna Carta’yı, sonra 1791 İnsan Hakları Beyannamesi’ni, ardından da Osmanlı Tanzimat Fermanı’nı anlatır. Aslında birbirinden oldukça farklı tarihsel süreçlerin sonucunda ortaya çıkan bu metinlerin hepsi, Bozkurt’a göre “ihtilâl metinleri”dir. Hatta Bozkurt kitabında İslâm Peygamberi Muhammed’in uygulamalarını dahi “ihtilâl” düşüncesi bağlamında değerlendirir. Bu şekilde Bozkurt, ihtilâl kavramının içeriğini son derece geniş tutar. Aslında Bozkurt, kitabında kabaca “ilericilik” ekseninde atıldığını düşündüğü her adımı bir şekilde “ihtilâl” düşüncesi ile bağdaştırıp olumlamaktadır.[4]
Aslında devrim ve ihtilâl kelimeleri aynı kavramları ifade etmez. Türk Hukuk Lûgati’ne göre ihtilâl, “bir devletin siyasi teşkilatını, kanuni şekillere hiç riayet etmeksizin değiştirmek üzere, cebir ve kuvvet ile yapılan geniş mikyastaki (ölçekteki) halk hareketi” olarak tanımlanmaktadır.[5]
Türk Dil Kurumu’nun çıkarttığı Türkçe Sözlüğün II. baskısında ise ihtilâl şöyle tanımlanıyor: “İhtilâl, düzeni değiştirmek üzere zor kullanılarak yapılan geniş halk hareketidir.” Aynı sözlüğün VI. baskısında ise ihtilâl, birinci anlamda, “bir devletin ekonomik, sosyal ve politik yapısında birdenbire ortaya çıkan düzen değişikliği”, ikinci anlamda, “tüm değişim”, (sanatta ihtilâl gibi), üçüncü anlamda ise “kargaşalık ve fitne” olarak ifade edilmiştir. 1983’te yayınlanan genişletilmiş VII. baskısında ise “ihtilâl, bir devletin, ekonomik, sosyal ve politik yapısında uzun süreli bir düzen kurulmasına yol açan köklü değişiklik” denmektedir.
1992’de basılmış T.D.K. Türkçe Sözlük’te ise ihtilâl şöyle tanımlanıyor: İhtilâl 1. Bir devletin siyasî, sosyal ve iktisadî yapısını veya yönetim düzenini değiştirmek amacıyla hukuk kurallarına ve kanunlara uymaksızın cebir ve kuvvet kullanarak yapılan geniş halk hareketi, devrim: Fransız ihtilâli. 2. Kargaşalık, düzensizlik, karışıklık. 3. Köklü değişim: Bilimde ihtilâl.[6]
Devrim, üç aşamada gerçekleşir:
Birinci aşama, mevcut düzenin yıkılıp, tamamen yeni bir düzen kurma düşüncesinin temellerinin atıldığı ve geliştirildiği düşünsel aşamasıdır. Örneğin, Fransız Devrimi’ni hazırlayan fikirleri, Voltaire, Montesquieu, Diderot, J. J. Rousseau gibi Fransız fikir adamları çalışmalarıyla ortaya koymuşlardır.
İkinci aşama, hazırlık evresinin tamamlanmasından sonra gelen, mevcut düzenin yıkıldığı eylem aşamasıdır. İhtilâl kelimesi, işte bu eylemin karşılığıdır.
Üçüncü aşamada, yıkılan düzenin yerine bir yenisi kurulur.
Tüm bu tanımlardan anlaşılacağı üzere ihtilâl, zor kullanılarak yapılan, köklü bir değişikliğe yol açan bir harekettir; Devrim ise, bir taraftan halk hareketi ile mevcut düzeni yıkmayı ve sonra yıkılan düzenin yerine yeni bir düzen kurmayı ifade eder. Yani ihtilâl, devrim değil, ama devrimin bir aşaması, bir yöntemidir.
Prof. Dr. Ahmet Mumcu’nun da evrim, ihtilâl ve devrim kavramlarına getirdiği tanımlama bu doğrultuda:
“Toplumlar tarih boyunca durmadan değişikliklere uğramışlardır. Bu değişiklikler ya yavaş yavaş, toplumun bünyesini sarsmadan ve onu hırpalamadan olur, ya da çok çabuk ve sarsıcı biçimde ortaya çıkar. İlk değişmeye ‘evrim (evolution) adı verilir. Sosyal ve ekonomik kalkınmalarını belli bir düzeyin üzerine çıkaran toplumlar genellikle böyle gelişirler. İkinci tip değişikliklere ise ‘devrim’ (revolution) denir. Devrim, ihtilâlin zorunlu bir sonucudur. İhtilâl ise devrimin sebebi, başka bir deyişle ilk safhasıdır. İhtilâller belirli koşulların gerçekleşmesi sonunda meydana gelirler. Bir toplumun içindeki sosyal ve ekonomik denge bozulur ve yöneticilerin durumu düzeltmek için aldıkları önlemler hep eski sosyal-ekonomik düzeni korumak yolunda olursa gerek bireyler, gerek sınıflar arasında büyük bir huzursuzluk doğar. Bu huzursuzluk sosyal ve ekonomik dengeyi öylesine aşırı biçimde bozar ki sonuçta ‘ihtilâl’ denilen patlama ortaya çıkar. İhtilâl, aralarında dengesizlik bulunan toplumsal öğelerin birbirleriyle en aşırı biçimde çarpışmasıdır.”[7]
Atatürk’e göre devrim, Mevcut müesseseleri (kurumları) zorla değiştirmek demektir. Türk Milleti’ni son asırlarda geri bırakmış müesseseleri yıkarak yerlerine, milletin en yüksek medenî icaplarına göre ilerlemesini temin edecek yeni müesseseleri koymuş olmaktır.[8]
Atatürk’ün yaptığı bu tanımlama, devrimle ilgili olarak yapılan bu açıklamalara tam olarak uymaktadır. Tanımdaki “milletin en yüksek medenî icaplarına göre ilerlemesini temin edecek yeni müesseseleri koymuş olmak” sözüyle, devrimin üçüncü aşamasının niteliği belirtilmektedir.
Zulme karşı direnme hakkı (Lat. Jus resistenti.), tarihte zulümle birlikte ortaya çıkmıştır. Bu hak kimileri tarafından doğal bir hak olarak görülmüş, kimileri tarafından da karşı çıkılmıştır.
Karşı çıkanlardan biri Protestan reform hareketinin öncüsü olan Martin Luther’dir. Luther’e göre, fertlerin, yöneticilerin iktidarı elde ediş tarzının meşruluğunu tartışmaya hakkı olmadığı gibi, emretme gücünü iyi kullanıp kullanmadığını araştırmaya da hakkı yoktur.
Lutherci düşünceye göre, otorite sahibi olanlar kötü ve inançsız da olsalar, otorite ve otoritenin gücü iyidir ve Tanrı’dan gelir. Bu nedenle, gücün olduğu ve serpildiği yerde bulunmasının nedeni, Tanrı’nın buyruğudur. Tanrı, ne kadar haklı olsalar da yığınların başkaldırmasına izin vermektense, ne kadar kötü olursa olsun, hükümetin ayakta kalmasını yeğler. Bir prens, ne kadar zorba olursa olsun, prens olarak kalmalıdır.[9]
Jean Calvin de “iktidarın kökü, kaynağı Tanrı’dadır” diyerek, fertlerin iktidarın kuruluşu ve işleyişi konusundaki rolünü reddeder. Fertlerin, yöneticilerin emirlerine uymak zorunda olduklarını savunur; bireyin kendi kendisinin efendisi olduğunu düşünmemesini öğütler:
“Kendi kendimize ait değiliz; bu yüzden ne aklımız ne de irademiz, eylemlerimizi yönetmelidir. Kendi kendimize ait değiliz; bu yüzden, tenimize uygun olanı aramayı amaç edinmeyelim. Kendi kendimize ait değiliz; bu yüzden, mümkün olduğu kadar, kendimizi unutup bizim olan her şeyi de aklımızdan uzak tutalım. Tersine, biz Tanrı’ya aitiz; bu yüzden, onun için yaşayıp onun için ölelim. İnsanların başına gelebilecek en büyük felaket, kendi kendilerinin sözünü dinlemektir; kurtuluşun tek yolu da önümüzden gidip bize yol gösteren Tanrı’yı izlemekten başka bir şey istememek ve bilmemektir.”[10]
XVI. yüzyılda doğal hukuku felsefi bir bakış açısından ele alarak, dinden bağımsız, doğal bir hukuk anlayışı geliştiren Hugo Grotius da yürürlükte bulunan hukukun öngörmediği, izin vermediği her türlü hareketin haksızlık doğuracağı düşüncesindedir.
Kant, her şeyin yavaş yavaş gelişme ile olacağını düşünür. Ona göre, kurulmuş düzene karşı gelme anarşi doğurur. Kant’a göre halk aydınlanıp kamuoyu oluşturacak, hükümet de kamuoyunun baskısı karşısında gereken düzeltmeleri yapacaktır; basın da bu konuda yardımcı olacaktır.
Totaliter devletten yana olanlardan Thomas Hobbes (1588-1679) da başkaldırma hakkını tanımaz. İdare edilenler, idare edenlere her şart altında boyun eğmeye mecburdurlar. Çünkü fertler amaç değil, devletin vasıtasıdırlar. Hobbes’a göre “yasayı otorite yapar”. Bu, istencin akıl üzerindeki önceliğini ifade eder. Yasayı yapan otoritedir, akıl değildir.
Zulme karşı direnme hakkını savunanlardan biri, M.Ö. V. yüzyılda yaşamış olan büyük Çinli filozof Konfüçyus’dur. Konfüçyus şöyle düşünür: Hükümdarın otoritesi Tanrı’dan geldiğine göre, Tanrısal buyruklara, ahlâk ve fazilet ilkelerine uymayan hükümdar Tanrı’dan aldığı yetkiyi kaybeder. Bu yüzden, böyle bir hükümdara başkaldırmak kutsal bir görevdir.
Yunan filozoflarından Epikuros (M.Ö. 341-270), devletin doğuşunu sosyal sözleşmede bularak, devleti kuranların devlette arzuladıkları faydayı bulamadıkları ya da kaybettikleri andan itibaren söz konusu sözleşmeyi yine istekleri ile ortadan kaldırmaya, yani devletin varlığına son vermeye yetkili olduğu kanısındadır.
Orta Çağ’ın ünlü Hıristiyan filozoflarından St. Thomas Aquinas, eşitsizliği ilahi bir kurum olarak tanımlar; otoritenin kurulmasını ve ona itaat edilmesini Tanrı’ya bağlar. Ancak bunun uygulamada aldığı şekli ise beşerî hukuka bırakır. St. Thomas, iktidara birtakım sınırlamalar koyar: İktidar adalete uygun hareket etmezse buna itaat zorunluluğu olmaz, böyle bir durumda halkın isyan etmeye hakkı vardır.
Ockhamlı Williams’a göre insanlığın ahlak bakımından gelişmesi, birbiri ardınca gelen üç safhadan geçmiştir:
1-İnsanlığın işlediği büyük günahtan önce,
2-Büyük günahtan sonra,
3-Kötülük dönemi.
Birinci safha boyunca, insan doğal hukuka uygun olarak, devletsiz ve dış nizamlar olmaksızın yaşıyordu. Her şey ortaklaşaydı; bütün insanlar hür ve eşit doğarlardı. İkinci safha boyunca insan, samimi olmasını, isteklerine ve açlıklarına gem vurmasını buyuran, topluluğun çıkarlarına uygun olarak yaşamasını öngören akıl yasasıyla yönetildi. Üçüncü safhada ise dış baskılara başvurulması gerekti. Bu durum da devleti, ekonomik ve politik baskıları doğurdu.
Williams, gerçekte sonsuza kadar geçerli olması gereken doğal hukukun ve aklî hukukun nasıl olup da dönüşüme uğradığı sorusuna ise şu cevabı veriyor:
“Devlet ve özel mülkiyet, ancak halkın onaylamasıyla kurulmuşlarsa meşrudurlar. Halkın egemenliği, doğal bir haktır. Halk, özel mülkiyetin ve devletin kurulmasını istemişse ve bu kuruluşlar topluluğun menfaatine uygunsa, doğal hukukun müeyyidesini (yaptırımını) taşıyorlar demektir.”[11]
Williams’ın bu teorisi, özel mülkiyetle devlet ilişkisini Engels’den yüzlerce yıl önce ortaya koymuş olmasının yanı sıra, çoğu zaman J. J. Rousseau’ya mal edilen toplumsal sözleşme teorisini de andırır.
İngiliz düşünür John Locke (1632-1704), zulme karşı direnme hakkının tanınmış savunucularındandır. Locke’a göre fertler bazı tabii haklara sahiptirler. Halk, bir tâbi olma anlaşmasıyla kendisine ait olan egemenlik hakkının bir kısmını, doğal haklarının korunması için, bir şahsa ya da heyete devretmiştir. İktidarda bulunanların bu doğal ve kişisel haklara riayet etmemesi halinde ihtilâl meşru bir hak olur. Bir milleti idare edenler, suistimale koyulur ve keyfi bir idare kurarlarsa, kanun koyucular hukukun yüksek prensiplerini çiğnemek suretiyle zulüm yoluna saparlarsa, halkın böyle bir iktidara karşı itaat etmesi gerekmez. Eğer halk, otoritenin zulmü karşısında isyan ederse, bu, isyana karşı isyandır.
İlk Adalet Bakanımız Prof. Dr. Mahmut Esat Bozkurt, “İhtilâller, mazlum beşeriyeti, efendiliğe, hakkına, benliğine ulaştıran fikir akımlarıdır” diyerek, zulme karşı direnme hakkına ahlaki bir değer verir. Bozkurt, bir başka incelemesinde, “ihtilâlin şartları gerçekleşirse, ihtilâl gerekli olur” der. Bozkurt, ihtilâl hakkındaki görüşlerini şöyle belirtiyor:
“İhtilâl o aziz silahtır ki, bir milletin bütün mukaddes şeylerinin üstünde, bir kartal gibi yakından uçar, süzülür ve dolaşır. Bütün bunları kanatlarının altında esirger.
Muzır müesseseleri birer kanat vuruşuyla atar, yenilerini yuva yapar gibi toplar ve kurar.
İhtilâl, hayatın icabıdır. Tabii hakların en başında gelir.
İhtilâl, milletlere insan gibi yaşama hakkını veren en yüce bir kuvvettir.
Başka bir görünümden, ihtilâl, tarihin mukadderatıdır. Red ve inkârı kabil olmayan bir vakıadır.”[12]
Erich Fromm Musevi kökenli, 1900 yılında Almanya’da doğmuş Amerikalı bir antropolog, sosyal felsefeci, tarihçi ve psikanalist. Fromm, özgürlüğün otoriteye hayır demek olduğunu, insanlık tarihinin itaatsizlikle başladığını ve insanlığın itaatsizlik eylemleriyle evrimleşmeye devam edebildiğini söyler. Bu arada riayet edilmesi gereken akılcı otorite ile baş kaldırılması gereken akıldışı otoritenin ayırt edilmesi gerektiğine işaret eder. Akılcı otoriteye örnek olarak öğretmenle öğrenci arasındaki ilişkiyi gösterir; burada öğretmen ile öğrencinin çıkarları aynı doğrultudadır; öğretmenin amacı öğrenciyi ileri götürmektir. Akıldışı otoritenin örneği ise efendi ile köle arasındaki ilişkidir; köle ile efendisinin çıkarları birbirine zıttır, çünkü biri için yararlı olan diğeri için zararlıdır. Köle sahibi, köleyi olabildiğince sömürmek ister, ondan ne kadar çok fayda sağlarsa o kadar iyidir; köle ise az bir mutluluk için elinden geldiğince hak elde etmeye çalışır.
Zulme karşı direnme hakkı birçok anayasaya metin halinde girmiş, insan haklarının uluslararası nitelik kazanması üzerine uluslararası belgelerde de yer almıştır.
1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi, zumla karşı direnme hakkını kabul etmektedir:
“Hükümetler, insanlar tarafından kendilerine ait hakların sağlanması için kurulmuşlardır; onların iktidarlarının meşruluğu idare edilenlerin muvafakatlarından (onaylarından) doğmaktadır. Bir hükümet şekli bu gayenin gerçekleşmesine engel olur veya o gayeleri tahrip edici bir hale getirirse, halk onu değiştirmek veya devirmek ve kendisine güvenlik ve saadet sağlamaya en elverişli görünen prensiplere dayandırmak ve teşkilatlandırmak suretiyle yeni bir hükümet kurmak hakkına haizdir.”[13]
Fransız İnsan ve Vatandaş Hakları Beyannamesi’nin ve 1791 Anayasası’nın 33 ve 35. Maddeleri daha belirli bir ifade ile bu hakkı ifade etmektedir:
- madde: “Zulme karşı mukavemet, diğer insan haklarının bir neticesidir.”
- madde: “Hükümet halkın haklarını zedelerse, milletin veya milletin her parçasının mukavemeti, en mukaddes hak ve en kaçınılmaz vazifedir.”[14]
10 Aralık 1948’de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi önsözünde, “İnsanın istibdat ve baskıya karşı son çare olarak ayaklanmaya mecbur kalmaması için, insan haklarının bir hukuk rejimi ile korunmasının esaslı bir zaruret olmasının” ilanı, zulme karşı direnme hakkının önemini milletlerarası planda da değerlendirmiştir.
1961’de yapılan T.C. Anayasası’nın önsözünde, “Anayasa ve hukuk dışı tutum ve davranışlarıyla meşruluğunu kaybetmiş bir iktidara karşı direnme hakkını kullanarak 27 Mayıs 1960 devrimini yapan Türk Milleti” denilmektedir. Böylece bir taraftan 27 Mayıs Devrimi’nin meşruluğu ifade edilmekte, diğer taraftan da meşruluğunu kaybetmiş bir iktidara karşı direnme hakkının varlığı, pozitif bir hukuk ilkesi olarak Anayasada yer almış olmaktadır.[15]
Ord. Prof. Dr. Sıddık Sami Onar, Prof. Dr. Muammer Aksoy ve Prof. Dr. Yavuz Abadan, zulme karşı direnme hakkını savunurlar.
Prof. Dr. Yavuz Abadan, mevcut durumun zorla değiştirilmesi ve yeni bir durumun yaratılmasını insan psikolojisine dayandırır:
“İnsanın ülkücü benliği, daima yeni gayeler, ileri hedefler peşinde koşmaktadır. Her inkılâbın esas şartı olan, ileriye ve iyiye müteveccih (yönelik) bir gayenin mevcudiyeti, insan varlığının değişmez bir unsurudur. Yaşadığından daha iyi, daha mesut, daha müreffeh, daha ideal bir nizam ve hayat şekli kurma duygusu, inkılâpları yaratan ve devam ettiren tükenmez bir ruh hazinesidir.”[16]
Bu noktada, bir yanlış anlamaya neden olmamak için şu açıklamayı yapmayı gerekli görüyorum: Zulme karşı baş kaldırma hakkının yasalarda ya da anayasalarda yer almaması, bu hakkın var olmadığı anlamına gelmez. Eğer hükümet ve idare edenler, hukuku inkâr eder ve onu işlemez hale koyarlarsa, ihtilâlin gerekliliği de kendiliğinden ortaya çıkmış olur. Devrim, zaten mevcut sistemi yıkıp yeni bir sistem kurmak demek olduğuna göre, mevcut sistemin yasalarında ihtilâlin yasak olması, devrim karşısında engel oluşturmaz. Bir ihtilâlin yasal olup olmadığına, yıktığı hukuk düzenine göre karar verilemez; devrimi yapanlar, yıktıkları düzenin hukukunun yerine, kurdukları yeni düzenin hukukunu yaratırlar.
Prof. Dr. Yavuz Abadan’ın düşünceleri de bunu doğruluyor. Abadan, devrim hakkının pozitif hukuktan alınamayacağını, ancak doğal hukuktan alınabileceğini savunuyor:
“Devrim, mevcut durumun zorla değiştirilmesi olduğuna göre, devlet ve hukuk nizamı ile ilgili siyasi devrimlerde, o güne kadar yürürlükte bulunan hukukun değiştirilmesi zaruridir. Ondan sonra, diğer hukuk alanlarında ve kanunlarda yapılacak değişikliklere sıra gelir.
O vakte kadar gerçek olanı zorla değiştirmek hakkı nereden doğmaktadır? Yürürlükte olan müspet (pozitif) hukuk nizamından, böyle bir devrim hakkı çıkarılamaz. Devrim her şeyden önce bu hukuki nizama karşı, şahsın veya kütlenin, değiştirme kararı ile harekete geçmesidir.
Bunun mevcut hukuk nizamını her zaman tehdit edeceği düşüncesi, müspet hukuk tarafından kendi varlığını koruyacak tedbirlerin alınmasına sebep olmuştur. Başta Anayasa ve Ceza Kanunu ve diğer cezai hükümleri ihtiva eden kanunlar, mevcut nizamın muhafaza ve korunmasını sağlayacak kaideler vaaz ederler.
Müspet hukuk nizamından, kendi temellerini yıkacak bir hakkı çıkarmaya asla imkân yoktur. Devrim hakkını hukuk pozitivizm cephesinde görüp tesis etmeye imkân yoktur.”[17]
1789 Fransız Devrimi ile feodalizm yıkılıp kapitalizme geçilmiş, Rusya’daki 1917 Ekim Devrimi ise sosyalizmin kapılarını açmıştır.
Marx’a göre devrimler, tarihsel süreçleri hızlandıran lokomotiflerdir. Süreklilik kopuş ilişkisi içerisinde diyalektik bir biçimde ilerleyen tarihsel sürecin verili bir anında, toplumsal üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çelişki, kopuşun sürekliliğe ağır basmasına ve devrimci bir sıçrama gerçekleşmesine neden olur.[18]
Marx şöyle der: “Gelişimlerinin belirli bir aşamasında toplumun maddi üretim güçleri, o zamana kadar içinde devindikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da bunun hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan, mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. İktisadi temeldeki değişme, kocaman üstyapıyı, çok ya da az bir hızla altüst eder.”[19]
Marksizm’e göre devrimci durum olmadan devrim olanaksızdır; ayrıca, her devrimci durum da devrime varmayabilir. Devrimci durumun belli başlı üç belirtisi vardır:
Egemen sınıfların herhangi bir değişiklik olmaksızın egemenliklerini sürdürmeleri olanaksızlaştığında; “üst sınıflar” arasında şu ya da bu şekilde bir bunalım, egemen sınıfın politikasında baskı altındaki sınıfların hoşnutsuzluk ve öfkelerini su yüzüne çıkartan bir çatlamaya varan bir bunalım ortaya çıkarsa. Bir devrimin olması için, “alt sınıfların” eski biçimde yaşamak” istememeleri” genellikle yeterli değildir; “üst sınıfların” da eski biçimde “yaşayamayacak durumda bulunması” gereklidir;
Baskı altındaki sınıfların çile ve yoklukları olağan düzeyi aşmışsa;
Yukarıdaki nedenlerin bir sonucu olarak, “barış zamanında” soyulmalarına yakınmadan razı olan, ama çalkantılı zamanlarda hem bunalımın bütün koşulları hem de bizzat “üst sınıflar” tarafından bağımsız tarihsel eyleme itilen yığınların etkinliğinde önemli bir artış varsa.[20]
Marksizme göre, siyasal iktidarın bir sınıftan başka bir sınıfa geçmesine “devrim” diyoruz. Devrim kavramı kendi içinde çeşitli sınıflandırmalara tabi tutulabilir. Tarihsel olarak ilerici bir sınıfın iktidarı ele geçirmesi devrim olarak nitelendirilirken, gerici, tarihsel olarak geride olan sınıfın iktidarı alması, karşı-devrim olarak adlandırılır. Devrim, iktidarın ele geçirilmesiyle bitmez. Bir “üstyapı” kurumu olarak siyasal iktidarın hangi sınıfta olduğu, sınıflı toplumlar tarihi açısından büyük önem taşır, ancak “temel” teşkil eden, üretim tarzının ne olduğu, üretim araçlarının kime ait olduğu ve bunlardan yola çıkılarak üretim ilişkilerinin nasıl şekillendiği gibi sorular nihai olarak cevaplanmış olmaz. İşte bu noktada, “siyasal devrim” ve “toplumsal devrim” diye ayrı ama birbiriyle ilişkili iki kavram karşımıza çıkar. Siyasal devrim, iktidarın ele geçirilmesi anlamında öncelikli bir hedeftir. Sonraki aşamada, yeni mülkiyet biçimleriyle, yeni üretim tarzıyla ve yeni üretim ilişkileriyle toplumun yeniden yapılandırılması, “toplumsal devrim” kavramının kapsamına girer. Toplumsal devrim, uzun bir tarihsel dönemi içine alır. Bir üretim biçiminden ötekine geçişteki ekonomik, toplumsal, teknolojik, kültürel ilerlemelerin toplamıdır. Başladığı ve tamamlandığı zamanları kesin olarak saptamak mümkün değildir; ancak bir önceki üretim biçimine geri dönüşün olanaksız olduğu zaman tamamlanmış sayılabilir. Üretici güçlerin gelişmesi bakımından ise toplumsal devrimin son durağı yoktur.
Lenin ise “Marksist görüş açısından devrim nedir” sorusuna şöyle cevap veriyor:
“Devrim, belli bir anda siyasi üst yapıyla yeni üretim ilişkileri arasındaki çelişkinin siyasi üstyapının çöküşüne sahip olmasıyla artık eskimiş ve işe yaramaz duruma gelen bu üst yapının zorla yıkılmasıdır. Otokrasi[21] ile kapitalist Rusya’nın bütün yapısı ve onun bütün burjuva demokratik gelişme ihtiyaçları arasındaki çelişki otokrasinin çöküşüne sebep olmuştur. Ve bu çelişki uzun süre suni olarak devam ettirildiği için çöküş daha da vahim bir hal almıştır. Üst yapı bütün noktalarda çatırdamakta, baskıya dayanamamakta ve gittikçe zayıflamaktadır. Halk, şimdi, çeşitli sınıfların ve grupların temsilcileri aracılığından yararlanarak kendi gayretleriyle yeni bir üst yapıyı bizzat kendisi kurmak zorundadır. Gelişmenin belli bir aşamasında, eski üst yapının işe yaramaz hale geldiğini herkes anlar, herkes gereğini teslim eder. Şimdi görevimiz, yeni üst yapıyı hangi sınıfların kuracağının ve nasıl kuracağının saptanmasıdır.”[22]
Lenin’e göre devrim için, en az üç göstergeyle ortaya koyan devrimci bir durumun oluşması gerekir. Önce, yöneten sınıflar hiçbir değişikliğe başvurmadan yönetimlerini sürdüremez duruma gelecek; sonra sıkıntı ve istekleri olağan dönemlerden çok daha keskinleşmiş olan ezilen sınıflar eskisi gibi yönetilmeye razı olmayacaklar. En son olarak da bu iki nedenden dolayı, barışçıl dönemlerde soyulmaya sessizce katlanan yığınlar bağımsız tarihsel eyleme girişeceklerdir.
Stalin de diyalektik yönteme göre hareketin iki biçimi olduğuna vurgu yapar ve bunları evrimci ve devrimci olarak isimlendirir. Bunları şöyle tanımlar:
“İleri unsurlar kendiliğinden bir biçimde günlük etkinliklerini sürdürdükleri ve eski koşullarda küçük, nicel değişikliklere yol açtıkları zaman hareket evrimcidir.
Aynı unsurlar birleştikleri, bir tek düşünceye sahip oldukları ve eski koşulların kökünü tümüyle kazımak ve yaşamda nitel değişiklikler yapmak ve yeni koşullar yaratmak için düşmanın kampına saldırdıkları zaman, hareket devrimcidir.
Evrim, devrimi hazırlar ve ona ortam yaratır; bunun yanında devrim, evrimi tamamlar ve daha etkinlik kazanmasını sağlar.”[23]
Marx’ın öngördüğü biçimde ya da başka türlü, sınıflar bir kez ortadan kalktıktan sonra devrim düşüncesinin de ortadan kalkacağını düşünmek yanlıştır. Belli bir devrim düşüncesinin toplumsal koşullarla çok iyi çakıştığını gören insanlar, çok uzun bir süre, tek bir devrimci sınıf ve tek bir devrim biçimi olduğu yanılgısına düşmüşlerdir. Oysa “yaşam koşullarını” ve “yaşamı” değiştirmek isteyenler oldukça, “devrim” düşüncesi de olacaktır.
[1] Prof. Dr. Hamza Eroğlu, Türk İnkılâp Tarihi, Savaş Yayınları, Ankara, 1990, s.9.
[2] T.D.K. Türkçe Sözlük. İstanbul. 1992.
[3] Prof. Dr. Hamza Eroğlu, Türk İnkılâp Tarihi, Savaş Yayınları, Ankara, 1990, s.28.
[4] Emrah Gülsunar, Jakobenizm ve Kemalizm, Yordam Kitap, İstanbul, 2015, s. 69.
[5] Prof. Dr. Hamza Eroğlu, Türk İnkılâp Tarihi, Savaş Yayınları, Ankara, 1990, s.8.
[6] T.D.K. Türkçe Sözlük. İstanbul. 1992.
[7] Prof. Dr. Ahmet Mumcu, Tarih Açısından Türk Devriminin Temelleri ve Gelişimi, İnkılâp ve Aka, 1979, s. 2
[8] Prof. Dr. Hamza Eroğlu, Türk İnkılâp Tarihi, Savaş Yayınları, Ankara, 1990, s.27.
[9] Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, Kur’an Penceresinden Özgürlük ve İsyan, Yeni Boyut Yayınları, İstanbul, 2015, s. 114.
[10] Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, Kur’an Penceresinden Özgürlük ve İsyan, Yeni Boyut Yayınları, İstanbul, 2015, s.115.
[11] Max Beer, Sosyalizmin ve Sosyal Mücadelelerin Genel Tarihi, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2012, s.203.
[12] Prof. Dr. Hamza Eroğlu, Türk İnkılâp Tarihi, Savaş Yayınları, Ankara, 1990, s.19.
[13] Prof. Dr. Hamza Eroğlu, Türk İnkılâp Tarihi, Savaş Yayınları, Ankara, 1990, s.21.
[14] Prof. Dr. Hamza Eroğlu, Türk İnkılâp Tarihi, Savaş Yayınları, Ankara, 1990, s.21.
[15] Prof. Dr. Hamza Eroğlu, Türk İnkılâp Tarihi, Savaş Yayınları, Ankara, 1990, s.22.
[16] Prof. Dr. Hamza Eroğlu, Türk İnkılâp Tarihi, Savaş Yayınları, Ankara, 1990, s.20.
[17] Prof. Dr. Hamza Eroğlu, Türk İnkılâp Tarihi, Savaş Yayınları, Ankara, 1990, s.20.
[18] Emrah Gülsunar, Jakobenizm ve Kemalizm, Yordam Kitap, İstanbul, 2015, s. 113.
[19] Emrah Gülsunar, Jakobenizm ve Kemalizm, Yordam Kitap, İstanbul, 2015, s. 113.
[20] Marx, Engels, Lenin, Bilimsel Sosyalizm üzerine, Temel Yayınlar, Ankara, 1977, s. 65
[21] Otokrasi: Hükümdarın, bütün siyasal kudreti elinde bulundurduğu yönetim biçimi. (TDK Sözlüğü)
[22] Melih Pekdemir, Ekim Devrimi ve Birleşik Halk Muhalefeti, Monthly Review Dergisi, Kasım, 2017
[23] J. Stalin, Anarşizm mi Sosyalizm mi? Kor Yayınları, İstanbul, 2017, s. 18