KEMALİZM VE SOSYALİZM

Çok dar bir kapsamda gerçekleşen ve ömrü çok kısa süren 1871 Paris Komününü saymazsak, dünyadaki ilk sosyalist devrim, Ekim 1917’de Rusya’da Lenin önderliğinde yapıldı. Bundan yalnızca iki yıl sonra, Mayıs 1919’da Mustafa Kemal Atatürk Samsun’a çıkarak Kurtuluş Savaşı’nı başlattı.

Rusya’nın ve Türkiye’nin içinde bulunduğu koşullar nedeniyle, her iki ülkenin halkları aynı zaman diliminde emperyalizme karşı mücadeleye kalkışmış, işte bu ortak amaç nedeniyle Atatürk ve Lenin’in yolları, tarihte ilginç bir şekilde kesişmiştir. Bu yüzden, Atatürk’ün önderliğindeki Kurtuluş Savaşı ile Rus Devrimini birbirlerinden ayrı olarak ele almak eksik, eksik olduğu için de yanlış sonuçlara götürecek bir bakış olur.

Rus Devrimi’nin başarıya ulaşmasında Çanakkale savaşını kazanmamızın payı vardır.

Mustafa Kemal’in komutasındaki birlikler, 18 Mart 1915’te Çanakkale savaşını kazanamasalardı, Lenin’in işi zorlaşacaktı. İngilizler ve müttefikleri donanmalarını boğazlardan geçirmeyi başaracaklar, Çarlık Rusyası’nın yardımına koşacaklardı. Böylece Çarlık, Bolşevikler karşısında daha güçlü olacak, belki de devrim başarısızlıkla sonuçlanacaktı. Aynı şekilde, Bolşevik Devrimi’nin başarılı olması da Kurtuluş Savaşımızın ve Türk Devrimi’nin başarıya ulaşmasında etkili olmuştur. Bolşevik Devrimi ile tarih boyunca süren Türk Rus düşmanlığı bitirilmiş, Anadolu’daki Rus işgali son bulmuştur. Devrimden sonra Bolşevikler, Çarlık Rusyası döneminde yapılan Osmanlı İmparatorluğu’nu paylaşma anlaşmalarını yırtmışlar, her türlü imtiyazlarından vazgeçmişlerdir. Bolşevik hükümeti bununla da yetinmemiş hem Kurtuluş Savaşı hem de Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu aşamalarında her türlü yardımı yapmıştır.

Türkiye Yunanistan’la savaşırken, Bolşevikler Türklere yardım etmeye istekliydiler. Mayıs 1920’de Moskova’daki Ermeni delegelere, Ermenistan’a Rus birliklerinin Kars demiryoluyla Türklerin yardımına koşmak üzere nakledilmesine izin verirse yardım yapılması önerildi. Ancak Ermeni hükümeti Rusların bu önerisini geri çevirdi.[1]

Lenin’in, 1922 yılının ocak ayında Atatürk’e gönderdiği Sovyet elçisi Aralof’a şöyle söylediği bilinmektedir:

“Mustafa Kemal Paşa tabii ki sosyalist değildir. Ama görülüyor ki, iyi bir teşkilatçı… Kabiliyetli bir lider, Millî burjuva ihtilâlini yönetiyor. İlerici, akıllı bir devlet adamı. Bizim sosyalist devrimimizin önemini anlamış olup, Sovyet Rusya’ya karşı olumlu davranıyor. O, istilacılara karşı bir kurtuluş savaşı yapıyor. Emperyalistlerin gururunu kıracağına, padişahı da yardakçıları ile birlikte silip süpüreceğine inanıyorum. Halkın ona inandığını söylüyorlar; ona, yani Türk halkına yardım etmemiz gerekir. Türk hükümetine, Türk halkına saygı gösteriniz. Büyüklük taslamayınız. Onların işine karışmayınız. Kendimiz fakir olduğumuz halde Türkiye’ye maddi yardımda bulunabiliriz. Bunu yapmamız gereklidir. Moral yardımı, yakınlık, dostluk, üç kat değeri olan bir yardımdır. Böylece Türk halkı yalnız olmadığını hissetmiş olacaktır. İngiliz işçileri ve öteki ülkelerin işçileri bize yakınlık gösterdikleri, grev yaptıkları, bizimle savaşan Polonya’ya gönderilmekte olan silahları gemilere yüklemedikleri zaman, bu bizim için büyük bir yardımdı. Bundan işçilerimiz moralce büyük bir güç kazanmışlardır. Çarlık Rusya’sı, yüzyıl boyunca Türkiye ile savaşmıştır. Bu, tabii, Rusya’nın Türkiye’nin amansız düşmanı olduğuna dair yapılan propagandalarla, halkın hafızasında derin izler bırakmıştır. Bütün bunlar Türk köylüsünde, küçük ve orta mal sahiplerinde, tüccarlarda, aydınlarda ve yönetici çevrelerde Ruslara karşı dostça olmayan duygular ve güvensizlik uyandırmıştır. Biliriz ki güvensizlik yavaş geçer. Bunun için de sabırlı, dikkatli, sakıncalı bir çalışma gerekmektedir. Eski Çarlık Rusya’sı ile Sovyet Rusya arasındaki ayrımı sözle değil işle göstermek ve anlatmak gerekmektedir. Bu bizim ödevimizdir. Siz de bir elçi olarak, Sovyetler Birliği’nin, Türkiye’nin işlerine karışmamak politikasının, halklarımız arasında samimi bir dostluğun savunucusu olmak zorundasınız. Türkiye bir köylü, bir küçük burjuva ülkesidir. Sanayii çok azdır. Olanı da Avrupa kapitalistlerinin elindedir. İşçisi çok azdır. Bunu dikkate almak gerekmektedir. En önemlisi halka saygı göstermektir. Emperyalistlerin yağmacı, istilacı politikalarına karşı bizim, hiçbir çıkara dayanmayan dostluk ve memleketin iç yaşamasına karışmama durumumuzu açıklayınız. İşte sizin ödeviniz.”[2]

Sovyet elçisi Aralof, 30 Ocak günü Ankara’ya varmıştır. Daha sonra yazdığı hatıralarına göre, Mustafa Kemal Paşa karşılaştıklarında kendisine şöyle demiştir:

“Ortaklaşa amacımız, emperyalizmle savaşmak, doğu halklarını sömürgecilerin boyunduruğundan kurtarmaktır. Müşterek çabalarımızla başarıya ulaşacağımıza inanıyorum. Rusya’nın ve büyük lider Lenin’in Türkiye’ye yaptığı yardımlar için teşekkür ederim. (…) Biz subaylar, hatta sade subaylar değil, bütün ilerici aydınlarımız, büyük Ekim Devrimi’nin ilk günlerinden beri Bolşeviklerin izledikleri politikaya büyük bir ilgi gösterdik. Biz Lenin’in Rusya’nın ezilmiş halklarının kurtuluşunu sağlayacak bir politika güttüğünü biliyorduk. Zaten onun büyük gücü buradadır. Umutlarımız doğru çıktı. Beyaz orduların iç savaşta yenileceğine inanıyorduk. Buna neden inanıyorduk? Çünkü Bolşeviklerin derebeyi topraklarını köylülere verdiğini, bütün emekçi halkın Bolşeviklerden yana olduğunu, Lenin’in barış için savaştığını biliyorduk. Bolşeviklerin kusursuz önderliği ve disiplin altındaki yüz elli milyonluk bir halk kitlesinin, hiçbir istilacı ordunun yenemeyeceği bir güç olduğunu da biliyorduk.”[3]

Atatürk, 4 Ocak 1922 tarihinde Lenin’e uzun bir mektup yollamıştır. Bu mektup o dönemdeki Türk-Rus ilişkilerinin niteliğini ortaya koyması bakımından önemlidir:

“Sayın başkan,

Ankara’da genel bir saygı ve sempati kazanan yoldaş Frunze’nin ülkemizden ayrılışı vesilesinden yararlanarak, kişisel duygu ve düşüncelerimden başka, gizli olarak, Türk politikası konusundaki görüşlerimi ve özellikle, Türk-Rus ilişkilerini size kısaca açıklamak isterim.

Bildiğiniz gibi, Türk ve Rus halkları yüzyıllarca sürdürülmüş boyunduruk zincirini bir hamlede silkip attıktan sonra, kendi halklarının da bu yolu izleyeceklerinden dolayı büyük korkuya kapılan Batılı emperyalist ve kapitalist kuvvetlerin saldırısına uğradığından, halklarımız arasındaki yakınlık ve anlaşma kendiliğinden doğmuştur.

Hatırlayacağınız gibi ortak umutların ve benzer koşulların sonucu olarak ortaya çıkan düşüncelerin gelişmesi, hükümetlerimiz arasında resmi ilişkilerin kurulmasına yol açmış ve özellikle, bu ilişkilerde kesin bir rol oynamıştır.

Türkler ve Ruslar, tarihleri yüzyıllarca sürdürülmüş savaşlarla doldurulduktan sonra, anlaşmış ve uzlaşmışlardır. Bu durum, öteki ulusları şaşkınlığa uğratmıştır.

Pek çoğu, dostluğun geçici olduğunu ve şartların zoruyla sağlandığına inanmaktadırlar. Hâlâ da bu inançtadırlar. Fakat iki halkın hangi şartlarla ve ne ölçüye kadar birbirlerini anlayıp sevdiğini ve eski kavgaların, zalim yöneticilerin kışkırtmaları ile çıkmış olduğunu, son savaşta subayların birbirleri ile isteksizce savaştıklarını görmüş olanlar, yeni durumun sürekli ve istikrarlı olduğunu kabul etmekte gecikmeyeceklerdir.

Türkiye’nin rejim değiştirmesi, Rusya’da olduğu gibi sosyal bir devrimle ortaya çıkmış olmayıp, yabancı devletlerin saldırı ve egemenliklerine karşı bir başkaldırma türünde olduğundan, dünyanın dikkatini çekmiştir. Bu başkaldırış canlı ve gerçek olarak dile getirilmemiştir. Yüzeyden de olsa, ülkemiz hakkında bir bilgiye sahip olanlar, 1918 mütarekesinden, özellikle 16 Mart 1920’den beri alınan yolun çok uzun olduğunu kabul edeceklerdir.

Yüzyıllardan beri her şeyde, efendilerine ve saraylılara ve daha sonra oligarşiye bağlı kalan Türk halkı, 1919 yazında girişilen savaşla, kendi kaderinin sahibi olmayı başarmıştır.

Açık konuşuyorum. Erzurum ve Sivas kongrelerinde bir araya gelen delegeler, insanların kendi kaderlerinin kendilerince tespit edilmesini öngören bir yargıya varmışlardı. Siz, sayın başkan, daha Birinci Dünya Savaşı’ndan[4] önce, bu hususu savunmaktaydınız.

Bu kongrelerde kabul edilen kararlarla, İstanbul’un yetersiz ve yeteneksiz ellerindeki iktidarı tasfiye edecek ve yeni yöneticileri, bizzat milletin kendisi seçecektir.

Bu büyük halk toplantısında bulunanlar, Türkiye’de yeni bir dönemin başladığını ve Türk halkının artık kendi liderlerinin koruyuculuğu altında değil, kendi kendisini yöneteceğini ilan ettiler.

16 Mart 1920’den sonra Ankara’da toplanan ‘halk temsilcileri’ milletin iradesini ve kaderini bağımsız ve egemen bir varlık olarak tayin etme arzusunu ilan ettiklerinde, bu isteğin bütünüyle gerçekleşmesi Millî bir amaç olmuştur.

Şimdi bütün bunlar gerçekleşmiştir. Halk tarafından seçilmiş olan temsilciler sadece yasama gücünü değil, aynı zamanda icraî kuvveti elinde bulundurmaktadırlar. İstisnai olarak milletin bağımsızlık ve güvenliğinin söz konusu olduğu yerlerde, halk temsilcileri kazai görevi de yerine getirmektedir.

Görüldüğü gibi Batıda kapitalist sınıfın tüm millet üzerinde egemenlik kurmasına benzer bir durum bugün Türk ülkesinde yoktur. Bu bakımdan biz, kapitalist sistemden ötede, halkçılık sistemini gerçekleştirmiş bulunuyoruz.

Sosyal alanda da memleketimizde benzer değişiklikler olmuştur. Yeni durumumuzun ve ekonomik koşulların gereği olarak, toplumun artık sömürüye baş eğmemek konusundaki kararının sonucu olarak herhangi bir çaba göstermeksizin başkalarının emeği ile yaşayan asalaklar sınıfı bütünüyle ortadan kalkmamışsa bile, bu sınıfa girenlerin sayısında büyük bir azalma olmuştur. Modern Türkiye’de imparatorluk döneminin efsanevi zengin sınıfı artık yoktur. Büyük toprak sahiplerinin gelirleri artık düşmüştür. Şimdi Türkiye’de herkes çalışmak zorundadır.

Sonuç olarak, bugünün Türkiye’si bir bakıma Batı Avrupa’dan çok Rusya’ya daha yakındır. Sonra memleketlerimiz arasında bir başka benzerlik, bizim emperyalist ve kapitalist düzene karşı savaşmamızdır. Kapitalizm, Türkiye’de Rusya’da olduğundan daha zayıftır. Fakat hemen bütün işletmelerdeki sermayenin yabancılar tarafından yatırılmış olması yüzünden durum karmaşıktır. Halkımızın sömürülmesini kolaylaştırmak için kurulmuş olan kapitülasyon sistemi gelişmemizi engellemiştir.

Türkiye’nin hâlâ açık veya kapalı olarak çılgınca saldırılara hedef olmasının nedeni bütün ezilmiş milletlere kurtuluş yolunu göstermiş olmasındandır. Bütün bunlar Türkiye’nin bütün kurumlarıyla ve bugünkü hükümetiyle sadece Sovyet Rusya’da güven duygusu yaratabileceği, Batı’nın ise bize düşmanca bakmasını gerektirdiğini ortaya çıkartmaktadır.

Uluslararası politika alanında Türk-Fransız anlaşması, Rus-İngiliz anlaşması gibi, şartların zoruyla vücut bulmuştur. Bu anlaşma gelecekte imzalanacak anlaşmalar gibi, dostluk anlayışımızı zedeleyemez. Size, T.B.M.M.’nin Sovyet Rusya’ya karşı izlediği politikanın değişmediğini, söylentilerin gerçeğe dayanmadığını belirtmek isterdim.

Hükümetlerimizin, dolaylı ya da dolaysız olarak birbirleri aleyhine bir anlaşmaya ve koalisyona girmeyeceklerine inanıyorum. Yanımızdaki anlaşmazlıklar Ankara-Moskova arasındaki yazışmaların yavaşlığı yüzündendir. Gerçeklere açıklık veren bu mektubumun ilişkilerimizin güçlenmesine yardımcı olacağı kanaatindeyim. Sayın başkan.

Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kemal”[5]

Kurtuluş Savaşı sonunda emperyalizme verilen ders, ezilen, sömürülen uluslara örnek olmuş, Rusya’daki devrimden sonra yapılan devrimlerin yolunu açmıştır. Atatürk, bu gerçeği daha mücadelesinin başında görmüş ve 9 Temmuz 1922’de şöyle açıklamıştır:

“Türkiye’nin bugünkü mücadelesi yalnız kendi nam ve hesabına olsaydı belki daha kısa, daha az kanlı olur ve daha çabuk bitebilirdi. Türkiye azim ve mühim bir gayret sarf ediyor. Çünkü müdafaa ettiği, bütün mazlum milletlerin, bütün şarkın davasıdır ve bunu nihayete getirinceye kadar Türkiye, kendisiyle beraber olan şark milletlerinin beraber yürüyeceğinden emindir.”[6]

Vietnam Devrimi’nin önderi Ho Şi Minh, Türk Devrimi’nin başarıyla sonuçlanmış olmasının anlamını şöyle ifade etmiştir:

“Türk halkı, hayranlık verici bir cesaret ve fedakârlık ruhuyla meşum Sevr anlaşmasını yırttı ve bağımsızlığını geri aldı. Emperyalizmin düzenlerini yendi ve Sultanların tahtını devirdi. Bitkin, parçalanmış ve çiğnenmiş bir ulusu, birleşmiş ve güçlü bir cumhuriyet haline getirdi.”[7]

Lenin de şöyle demiştir:

“Türk işçi ve köylüleri, çağdaş milletlerin yağmaya karşı direnişinin hesaba katılması gereken bir şey olduğunu kanıtlamışlardır. Türkiye, emperyalist devletlerce yağma edilmeye öyle bir şiddetle karşı koydu ki, içlerinde en kabadayı olanı bile elini ondan çekmek zorunda kaldı.”[8]

Stalin, 10 Mart 1921’de Rus Komünist Partisi’nin X. Kongresine sunulan raporunda, emperyalist grupların Türkiye’yi parçalama ve bu ülkenin devlet olarak varlığına son verme yolundaki girişimlerini, millî meselenin sömürgeler genel meselesi şekline bürünmesini sağlayan önemli etkenlerden biri olarak niteliyor. Stalin, aynı raporda şöyle yazıyor:

“Müslüman halklar arasında en gelişmiş devletlerden biri olan Türkiye, böyle bir şeyi sineye çekemezdi; savaş bayrağını yükseltti ve çevresine Doğu’nun halklarını toplayarak emperyalizme karşı durdu.”[9]

Saffet Engin de “Kemalizm İnkılâbı’nın Prensipleri” adlı kitabında Fransız Devrimi’nin Batılı ulusları etkilemesi gibi Kemalist Devrim’in de Asyalı ulusları etkilediği ya da etkileyeceği fikrini öne sürer:

“Türk İnkılâbı, bütün esir milletlere bir istiklal dersi verdi, onlara bir istiklal ruh ve aşkı aşıladı. Bu sözlerimizle Fransız inkılâbını küçültmek istemiyoruz. Ancak Türk inkılâbının hakiki mevkiini göstermeye çalışıyoruz. Fransız inkılâbı, Avrupa’da tesirini yapmışsa, Türk inkılâbı da pek şumüllü (kapsamlı) bir surette Asya’da büyük tesirler bırakmış ve bırakacaktır.”[10]

Atatürk’ün Büyük Millet Meclisi Reisi sıfatıyla 13 Eylül 1920’de Anayasa taslağı olarak Meclis’e sunduğu Halkçılık Beyannamesi, emperyalizme ve kapitalizme karşı bir program olarak, 17 Kasım 1920’de BMM tarafından bütün dünyaya duyurulmuştur:

“Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümeti, hayat ve bağımsızlığını kurtarmayı yegâne ve mukaddes gaye bildiği halkı, emperyalizm ve kapitalizm tahakküm ve zulmünden kurtararak irade ve hâkimiyetin hakiki sahibi kılmakla gayesine ulaşacağı inancındadır. (…) Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümeti, milletin hayat ve bağımsızlığına suikast eden emperyalist ve kapitalist düşmanların tecavüzlerine karşı müdafaa ve harici düşmanlarla iş birliği yapıp milleti aldatmaya ve ifsada çalışan dâhili hainlerin tedibi (cezalandırılması) için orduyu sağlamlaştırmayı ve onu millî bağımsızlığın dayanağı bilmeyi borç sayar.”[11]

Atatürk genellikle, sosyalizm deyimi yerine Bolşevizm deyimini kullanmıştır. Bununla birlikte Atatürk’ün Türkiye için uygun gördüğü sistemi, iki ayrı yerde ve zamanda “devlet sosyalizmi” olarak ifade ettiği bilinmektedir. Bunlardan birincisi, 1919’da Samsun’a çıktıktan sonra Havza’da Sovyet heyetinin başında bulunan Albay Budyeni ile yaptığı görüşme sırasındadır. Aralarında şöyle bir konuşma geçmiştir:

-Acaba Paşa Hazretleri, Anadolu’da kurulacak hükümet için nasıl bir rejim düşünüyorsunuz?

-Tabii Sovyetlerin Şurâlar Cumhuriyetine benzer bir hükümet tarzı!

-Yani Bolşevikliğin prensipleri üzerine kurulmuş bir cumhuriyet değil mi Generalim?

-Öyle olacak, devlet sosyalizmi dersek daha doğru söylemiş oluruz.[12]

İkincisi ise 1932 yılında bir sohbette olmuştur. Bu sohbette Atatürk, “Kemalizm diyorsunuz. Ne demek Kemalizm?” diye sormuş, sonra cevabını da kendi vermiştir: “Kemalizm ‘Socialisme d’Etat’ (devlet sosyalizmi) demektir.”[13]

Atatürk zamanında Dışişleri Bakanlığı’nın Türkiye’yi dünyaya tanıtmak için yayımladığı kitapçıkta, Türkiye Cumhuriyeti’ni “Devletçi sosyalizmi benimsemiş demokratik halk devleti” diye tanımlaması dikkat çekicidir.[14]

Yakup Kadri Karaosmanoğlu, 7 Kasım 1962 tarihli Yön dergisinde Kemalizm’in aslında millî bir sosyalizm olduğunu açıkça belirtmiştir:

“Atatürk ilkelerine millî sosyalizm ismi verilebilir. Yalnız hatırlatmak isterim ki, ben millî sosyalizm deyimini kullandığım zaman Hitler ortada yoktu, henüz bu deyime sahip çıkmamıştı. (…) Atatürk devlet başkanı olmuştu. Bir devlet başkanı da sosyalizm diyemezdi ya. Bu iş etrafındakilere düşüyordu.”[15]

Yakup Kadri yine aynı yerde, Atatürk’ün sınıfsız toplumu amaçladığını şöyle belirtir:

“Atatürk’te gerçekten sosyalist görüş vardı. O, sınıfsız bir toplum düzenine ulaşmak istiyordu. Sınıfsız toplum tabii ki sosyalist bir idealdir.”

Henüz 29 yaşındayken Atatürk’ün Millî Eğitim Bakanlığı’nı yapmış olan Cemal Hüsnü Taray da aynı tespitte bulunur:

“Atatürk sık sık ‘Biz çiftçi ve çoban bir milletiz’ derdi. Sınıfsız bir toplum düzenini özlüyordu; say’in yani emeğin her mesleki faaliyette aynı değere sahip olmasını, emeğin en üstün değer taşımasını, sınıf tezatlarının kaldırılmasını istiyordu.”[16]

Atatürk, Max W. Bill’in yazdığı “Sosyalizmin ve Sosyal Mücadelelerin Genel Tarihi” adlı kitabı Türkçeye çevirtmiş, okumuş, Millî Eğitim Bakanlığı tarafından yayımlanmasını önermişti. Kitap 1941 yılında Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları tarafından yayınlandı ve önsözünü ilk Adalet Bakanımız Prof. Dr. Mahmut Esat Bozkurt yazdı. Bu önsözde Bozkurt’un şu cümleleri dikkat çekici:

“Hemen her ülkede, hatta Yunanistan ve Bulgaristan gibi komşu ülkelerde bile sayısız çevirileri ve yorumları yapılmış olan Karl Marx’ın Kapital’inin, bizde, anlaşılmaz bir iki broşüründen başka bir şey yoktur.

Nerede kaldı ki, biz, Anayasamızda devletçiliği kendimize mal etmiş bulunmaktayız. Bunun anlamı, devlet sosyalistliğini kendimize mal etmiş olmaklığımızdır.”[17]

Atatürk’ün, Kemalizm’in ekonomik ve sosyal modelini sosyalizm olarak değil de devlet sosyalizmi olarak tanımlamış olması şöyle yorumlanabilir: Sosyalizmi kuracak bir işçi sınıfı henüz oluşmadığı için sosyalizmin devlet eliyle, daha doğrusu yönetimi elinde bulunduran asker ve sivil bürokratlar eliyle kurulması ve yürütülmesi zorunlu olmuştur.

Moskova’ya delege olarak giden Tevfik Rüştü’nün, Kars’ta rastladığı Mustafa Suphi’ye, “Biz Ankara komünistiyiz” dediği bilinir. Tevfik Rüştü yola çıkarken Atatürk ona şöyle demiştir:

“Bizi dünya tanımazsa, komünistlerle birlik olur, kurulan yeni dünyada yerimizi alırız. Fakat memlekete yabancı eli sokmayız. Görüşümüzde samimiyiz, bu bir oyun değildir. Ama ne olursak biz oluruz, asla yabancı eli karıştırmayız.”[18]

TBMM’de kurulan ilk siyasi parti, komünist bir partidir. Türkiye Komünist Fırkası’nın kurucu üyelerinden, Yeni Gün başyazarı Yunus Nadi Bey, Marksizm’in uygulanmasını konusuna şöyle bir yorum getiriyor:

“…Karl Marx’ın prensipleri, memleketten memlekete ve harfiyen, yani tıpatıp ve harfi harfine uygulanır formüller değildir. Siyasi Millîyet esasına muarız olan Enternasyonal’in, bu uluslararası ruhuna taarruz etmiş olmayalım. Taarruz etmiş olmaksızın, Komünizm’in her memlekette tatbik veçhinde, bir nev’i Millîyetin tecelli ve temayüzünü zaruri görmekte hata olmaz kanaatindeyiz. Lenin yoldaş, lisanların ayrılığı bedahetine (açıklığına) dayanarak, milletlere özellik tanımakta, yerden göğe kadar haklıdır. (…) Demek oluyor ki, dünyada, bir kere alelâde bir komünizm vardır. Bu komünizm bütün milletleri, mesela emperyalizm ve kapitalizm afetlerine muaraza gibi, umumi fikirler altında toplayabilir. İkinci safha olarak, bir komünizmin memleketten memlekete ve çok farklı bir veçhi tatbiki, bir uygulama biçimi vardır ki, bu da ilmi esasların, o memleketteki icaplara göre incelenmesiyle, uzlaştırılıp toplanmasından meydana gelir. Bu itibarla nev’ama müstakil bir Türk Komünizmi vardır ve olacaktır; adına Bolşeviklik denilen bir Rus Komünizmi olduğu gibi…”[19]

Atatürk’ün izlenmesi gereken ekonomik ve sosyal politika anlayışını dile getirmesi bakımından 1 Aralık 1921’de Ankara’da yaptığı konuşma çok önemlidir:

“Anayasamızın birinciden dördüncüye kadar olan maddeleri hükümetin ne olduğunu, kimin tarafından idare olduğunu, idare eden heyetin kudret ve yetkisini açıklamıştır. Fakat sosyal doktrin bakımından dahi düşündüğümüz zaman, biz hayatını, bağımsızlığını kurtarmak için çalışan emekçileriz, zavallı bir halkız! Ne olduğumuzu bilelim. Kurtulmak, yaşamak için çalışan ve çalışmak zorunda olan bir halkız! Bundan dolayı her birimizin hakkı vardır, yetkisi vardır. Fakat çalışmakla bir katkı elde ederiz. Yoksa arka üstü yatmak ve hayatını çalışmadan geçirmek isteyen insanların bizim toplumumuzda yeri yoktur, hakkı yoktur! O halde söyleyiniz efendiler! Halkçılık, sosyal düzenini emeğine, hukukuna dayandırmak isteyen bir sosyal doktrindir. Efendiler! Biz bu hakkımızı korumak, bağımsızlığımızı güven altında bulundurabilmek için toptan, milletçe, bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı milletçe savaşmayı uygun gören bir doktrini izleyen insanlarız. Bu yüzden bu ve bu gibi teşviklerle ve açıklamalarla hükümetimizin dayandığı esasın, sosyal bilime dayanan bir esas olduğunu açık bir surette görürüz! Fakat ne yapalım ki demokrasiye benzemiyormuş, sosyalizme benzemiyormuş, hiçbir şeye benzemiyormuş! Efendiler biz benzememekle iftihar etmeliyiz! Çünkü biz bize benziyoruz efendiler!”[20]

Atatürk bu konuşmasında kapitalizmin de emperyalizmin de karşısında olduğunu açıkça belirtmiştir. Atatürk bu konuşmasında ayrıca, “kurtulmak, yaşamak için çalışan ve çalışmaya mecbur olan halkız” diyerek, çalışma ve üretim esasına dayanan bir ekonomik düzeni dile getirmiştir.

Atatürk’ün ekonomik ve sosyal politikasını, henüz sanayileşmemiş bir toplumda uygulanmaya başladığı için, sanayileşmiş ülkelerde ortaya çıkmış olan sosyalizmle tıpatıp benzerlik içinde görmek mümkün değildir. 14 Ağustos 1920’de Meclis’te yaptığı konuşmada bunu gözlemleyebiliriz:

“Bizim görüşlerimiz, bizim prensiplerimiz herkesçe bilinmektedir ki Bolşevik prensipleri değildir ve Bolşevik prensiplerini milletimize kabul ettirmek için de şimdiye kadar hiç düşünmedik ve teşebbüste bulunmadık. Bizim inancımıza göre, bizim görüşlerimiz milletimizin hayatını sağlaması ve geliştirmesi kendi hazım kabiliyetiyle orantılı olan görüşlerdir. Fakat esas itibariyle tetkik olunursa bizim görüşlerimiz ki halkçılıktır, kuvvetin, kudretin, hâkimiyetin doğrudan doğruya halka verilmesidir, halkın elinde bulundurulmasıdır. Yine şüphe yok ki, bu dünyanın en kuvvetli bir esası, bir prensiptir. Elbette böyle bir prensip Bolşevik prensipleriyle çelişmez. (…) Bahusus Bolşevizm, millet içinde mağdur olan bir sınıf halkı nazar-ı mütalâaya alır. Bizim milletimiz ise heyeti umumiyesiyle mazlum ve mağdurdur.”[21]

Atatürk, Batı Cephesi Karargâhında, Rus Elçisi Aralof ile Türkiye’de Rusya’dakine benzer bir devrimin gerçekleşmesi koşullarını tartışırken, iki ülke arasındaki sınıfsal yapının farklılığı üzerinde ısrarla durmuştur. Atatürk bu görüşmesinde, “Sizin Rusya’da mücadeleci, emektar bir işçi sınıfı var. Ona dayanmak mümkündür ve dayanmalıdır. Bizde işçi sınıfı yoktur, köylüye göre ağırlığı çok azdır. Sizde endüstri gelişmiştir. Bizde ise yok gibidir” demiştir.

Bu iki konuşmasından şu anlam çıkarılabilir: Atatürk’ün, sosyalizmin Türkiye’de uygulanabilirliği ile ilgili temel kaygısı, o zamanki toplum içinde ezen-ezilen, sömüren-sömürülen gibi kapitalizme özgü bir sınıfsal yapılanmanın henüz ortaya çıkmamış olmasıdır. Henüz feodalizm tam olarak yıkılamamış, kapitalizm yerleşmemiştir. Bu nedenle mağdur olan bir sosyal sınıf oluşmamıştır; ama emperyalizm sebebiyle mağdur olan tüm bir millet söz konusudur.

Atatürk, ana çelişkiyi sınıflar arasında değil, Türkiye’nin “mazlum” halkı ile emperyalizm arasında görüyordu. Bu görüş, o tarihlerde Sultan Galiyev tarafından işlenip geliştirilmiş, daha sonraları üçüncü dünyanın emperyalizmle mücadele kuramına temel oluşturmuştu. Galiyev, sonradan Stalin tarafından sapma olarak nitelenen tezlerinde, “sömürü ve baskı altındaki uluslarda burjuvazi yoktur, egemen sınıf sayılabilecek eşrafın da ezdiği köylüden pek farkı olamaz” diyordu. Bu yüzden de bu ülkelerde sınıf mücadelesinin mümkün olmadığına inanıyor, daha Rus Devrimi sırasında, “istiklâl mücadelesi için, müstemleke halkının bütün sınıfları arasında bir birleşme gereklidir” diyordu. Bununla birlikte, ilerlemiş devletlerin sultalarına karşı girişilecek bağımsızlık hareketlerinin, sonunda mutlaka sosyalist bir renge bürüneceklerini de savunuyordu.

Sultan Galiyev 1922’de şöyle söylüyordu:

“Avrupa toplumunda bir sınıfın, yani burjuvazinin yerine konacak bir proletarya yönetimi mazlum ulusların durumunda hiçbir değişiklik yapmayacaktır. Böyle bir değişiklik olduğu takdirde, bu mazlum uluslar halkı için iktidara yeni bir efendinin geçmesinden başka bir anlam deyimlemeyecektir.”[22]

Sultan Galiyev, Kazanlı bir Türktür; Rusya’daki devrimden sonra Türkler arasında sosyalist görüşleri yaymak için çalışmış sosyalist bir devrimcidir. Stalin, Millîyetler Komiseri iken, uzun yıllar birlikte çalıştığı Galiyev’i 1923’ten itibaren kuşkuyla izlemeye başlamış, 1928’de ise açıkça suçlayarak on yıl Sibirya’ya sürgüne göndermiş. Sürgünden döndükten sonra ise bir söylentiye göre, Stalin tarafından birçok devrimciyle birlikte öldürtülmüş. Galiyev’in önce el üstünde tutulurken, sonra Moskova’da kötü kişi ilan edilmesi, dünyanın bütün mazlum milletlerine tanınan bağımsızlık ve özgürlük hakkından, Sovyetler Birliği sınırları içindeki Müslümanların ve Türklerin de yararlanmasını istemesi yüzünden olmuştu. 1919 Ağustos’unda Rusya’daki Jöntürklerle “İslâm’ın Kurtuluşu” adında bir örgüt kurdurmuş, Mustafa Suphi’yi de oralarda sorumlu kılmış, hatta Rusların elindeki Türk tutsaklardan iki bin kadarını örgütleyip, devrimci bir parti kurmalarına önayak olmuştu.

Atatürk ve kadroları, İstiklâl Savaşı’nın başından beri ezilen ve ezen milletler fikrini benimsediler. Halkçılık Programı, Hâkimiyet-i Millîye yazıları ve Atatürk’ün konuşmalarında, dünyadaki gelişmeler emperyalizm teorisiyle açıklanır. Ancak Atatürk’ün Türkiye’de sosyalizmi kurmak konusundaki görüşlerinde devamlı dalgalanmalar olmuştur.

Atatürk’ün 1920-21 yıllarında Ankara’da Hâkimiyeti Millîye gazetesine yazdığı ya da yayınlanmasına onay verdiği yazılar incelenirse, Bolşevik Partisi’nden bağımsız bir yol izleyen, sosyalizmi ve sınıfsız toplum davasını işleyen, “Türk Komünizmi” kavramı ile karşılaşılır. Oysa Sivas Kongresi’nden hemen sonra, Amerikalı General Harbord’a verilen 24 Eylül 1919 tarihli muhtırada Atatürk, Sovyetler Birliği’nde uygulanmakta olan sisteme ilişkin görüşlerini şöyle dile getirmişti:

“Bolşeviklere gelince, bizim memleketimizde bu doktrinin hiçbir şekilde bir yeri olmaz. Dinimiz, adetlerimiz ve aynı zamanda sosyal bünyemiz tamamiyle böyle bir fikrin yerleşmesine müsait değildir. Türkiye’de ne büyük kapitalistler ne de milyonlarca zanaatkâr ve işçi vardır. Diğer taraftan ziraî bir problemimiz yoktur. Son olarak, sosyal bakımdan dinî prensiplerimiz Bolşevizm’i benimsemekten bizi uzak tutmaktadır.”[23]

6 Şubat 1921’de Hâkimiyet-i Millîye Gazetesi’nde yayınlanan bir açıklamasında, “Komünizm ile Rus dostluğu arasında bir ilişki var mıdır?” sorusuna şöyle cevap vermiştir:

“Komünizm sosyal bir sorundur. Memleketimizin durumu, memleketimizin sosyal şartları, dinî ve millî geleneklerinin kuvveti Rusya’daki komünizmin bizce uygulanışına uygun olmadığı kanaatini doğrular bir mahiyettedir. Son zamanlarda memleketimizde komünizm esasları üzerine kurulan partiler de bu hakikati deneyle idrak ederek faaliyetlerini durdurma gereğine kani olmuşlardır. Hatta bizzat Rusların fikir adamları bile bizim için bu hakikatin gerçekleşmesine inanmış bulunuyorlar. Böylece bizim Ruslarla olan ilişki ve dostluğumuz ancak iki bağımsız devletin birlik ve ittifak esaslarıyla ilgilidir.”[24]

Atatürk’ün, Türkiye’de uygulanacak sistemin Bolşevizm olamayacağına ilişkin diğer bazı sözleri şöyledir:

2 Kasım 1922’de: “Şurasını unutmamalı ki, bu idare tarzı, bir Bolşevik sistemi değildir. Çünkü biz ne Bolşevik ne de Komünist ne biri ne de diğeri olamayız. Çünkü biz, Millîyetperver ve dinimize hürmetkârız. Hülasa, bizim şekl-i hükûmetimiz tam bir demokrat hükümetidir ve lisanımıza da bu hükûmet halk hükûmeti diye yâdedilir.” [25]

21 Haziran 1935’te, “Türkiye’de Bolşevikliğin yayılmasından korkuyor musunuz?” sorusuna şöyle cevap vermiştir: “Türkiye’de Bolşeviklik olmayacaktır. Çünkü Türk Hükûmetinin ilk amacı, halka hürriyet ve mutluluk verme, askerlerimize olduğu kadar, sivil halkımıza da iyi bakmaktır. Türkiye’de işsizlik yoktur. Milletimiz fertleri boş zamanlarında sıhhi dinlenme olanaklarına sahiptir.”[26]

Atatürk’ün tüm bu söylemleri, onun gerçekte sosyalist olup olmadığı yolunda farklı görüşlerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur.

Ancak tartışmasız bir gerçek vardır ki o da şudur: Atatürk, XIX. yüzyıl liberalizminin Avrupa’yı nasıl bir felakete sürüklediğini çok iyi görmüş, bu nedenle izlenmesi gereken yolun liberalizmden farklı olduğunu ısrarla vurgulamıştır. Atatürk’ün bu bakış açısı, CHP’nin temel ilkelerini belirleyen -bugün ise yalnızca ambleminde kalmış olan- Altı Ok’tan üçünün “devletçilik”, “halkçılık” ve “devrimcilik” olmasıyla somutlaşmıştır.

Devletçilik, devlet yetkilerinin artması, genişlemesi, kamu hizmet ve faaliyetlerinin yayılması demektir. Devlet, bu amaçla örgütlenecek ve faaliyette bulunacaktır. Planlı bir ekonomi, mevcut kaynakların uygun kullanılması ve hızlı kalkınma için devlet müdahalesi şarttır. Devletin müdahalesi liberalizmin doğurduğu doğal sonuçları engeller ve toplumsal dengeyi sağlar. Atatürk, 1 Mart 1922’de devletçiliği şöyle dile getirmişti:

“Ekonomi politikamızın önemli amaçlarından biri de toplumun genel faydasını doğrudan doğruya ilgilendirecek kuruluşlar ile ekonomik alandaki teşebbüsleri, malî ve teknik gücümüzün ölçülerine uygun olarak devletleştirmektir.”[27]

Halkçılık, her türlü fert, aile ve sınıf imtiyazına karşı çıkmak demektir. Millî mücadelenin başından itibaren Atatürk tarafından savunulan bir kavram olmuştur. Halk Fırkası’nın (CHP) 11 Aralık 1923 tarihli toplantısında kabul edilen tüzüğünün 2. Maddesi, halkı ve halkçılığı şöyle tanımlamaktadır:

“Halk Fırkası nazarında halk mefhumu; herhangi bir sınıfa münhasır değildir. Hiçbir imtiyaz iddiasında bulunmayan ve umumiyetle, kanun nazarında mutlak bir müsavat kabul eden bütün fertler halktandır.

Halkçılar: Hiçbir ailenin, hiçbir sınıfın, hiçbir cemaatin, hiçbir ferdin imtiyazlarını kabul etmeyen ve kanunları vaaz etmekteki mutlak hürriyet ve istiklâli tanıyan fertlerdir.”[28]

Bu ifadeden de anlaşılacağı üzere Atatürk’ün sınıfsız toplumdan kastettiği Marksist anlamda bir sınıfsız toplum değildir, tüm vatandaşlarının yasalar karşısında eşit olduğu bir toplumdur.

Kemalist Devrim’in bazı düşünürleri ve yorumcular, Halkçılık ve Devletçilik ilkelerinin sosyalizme götürdüğü saptamasında bulunmuşlardır. Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Prof. Dr. Cahit Tanyol, Doğan Avcıoğlu, Kemal Tahir ve Sadun Aren, Yön dergisinde 7 Kasım 1962 tarihinde yapılan bir açık oturumda bu görüşü paylaşmışlardır.[29]

Devrimcilik ilkesi, bir taraftan devrimi korumayı öngörürken, diğer taraftan da sürekli olarak ileriye yönelmeyi, sürekli devrimleri gerekli kılar. Devrimcilik, devrimleri sevmek ve korumak, onları çağdaş ve insanca yaşamanın gereği olarak savunmak demektir. Atatürk’ün anlayışına göre devrim, “Türk Milleti’ni son asırlarda geri bırakmış müesseseleri (kurumları) yıkarak yerlerine, milletin en yüksek medeni icaplarına göre ilerlemesini temin edecek yeni müesseseleri koymuş olmak”tır. Atatürk, “İnkılâbın hedefini kavramış olanlar daima onu muhafazaya muktedir olacaklardır” diyerek Türk Devrimi ile kurulan düzenin korunmasının, kurulan müesseselerin savunulmasının önemini vurgulamıştır. Burada, “milletin en yüksek medeni icaplara göre ilerlemesini temin edecek yeni müesseseleri korumak” da devrimcilik kapsamına girmektedir.

Atatürk, Türk Devrimi’nin amacını şöyle belirtmektedir:

“Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılâpların gayesi, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen çağımıza uygun, bütün mânâ ve biçimiyle medeni bir toplum haline ulaştırmaktır. İnkılâplarımızın temel prensibi budur. Bu gerçeği kabul edemeyen zihniyetleri darmadağın etmek zaruridir. Şimdiye kadar milletin dimağını (zihnini, bilincini) paslandıran, uyuşturan bu zihniyette bulunanlar olmuştur. Her halde zihniyetlerde mevcut uydurma hikâyeler tamamen kovulacaktır. Onlar çıkarılmadıkça dimağa gerçek nurlarını yerleştirmek imkânsızdır.”[30]

Bu tanımda dikkat edilirse Atatürk’ün “İnkılâp” değil, “İnkılâplar” ifadesini kullandığı görülür. Bu da devrimcilik ilkesinin bir tek devrimi değil, arasız devrimleri de içerdiğinin göstergesi olarak yorumlanabilir. Cumhuriyet’in ilanından sonraki dönemde toplumsal yaşamla ilgili pek çok konuda köklü ve ani değişiklikler yapılmıştır. Halifeliğin kaldırılması, hukukun ve eğitimin laiklik ilkesi doğrultusunda yeniden yapılandırılması, Arap harflerinden yeni alfabeye geçilmesi, kıyafette değişiklik, soyadı kanunu, kadın haklarının kabulü, takvimde ve ölçülerde değişiklikler, Atatürk’ün deyimiyle, “Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen çağımıza uygun, bütün mânâ ve biçimiyle medeni bir toplum haline ulaştırmak” yolunda yapılmış devrimlerdir.

Attila İlhan, 31 Ocak 1977’de yazdığı bir yazısında bu konuda şöyle diyor:

“Toplumsal devrimlerde, iktidara siyasal olarak el koymak, devrimi gerçekleştirmek değildir. Tam tersine, devrimin ekonomik ve toplumsal düzeyde gerçekleştirilmesi süreci bu el koyma olayından sonra başlar, toplumuna göre değişen ‘uzunlu kısalı geçiş dönemlerini’ içerir. Bu saptama sosyalist devrimler için olduğu kadar, ulusal demokratik devrimler için de geçerlidir.”[31]

İlhan bir gün sonra yazdığı yazısında ise Anadolu ihtilâli olarak tanımladığı Türk Devrimi’nin yapısı konusundaki görüşlerini şöyle dile getiriyor:

“Önce tanımını yapalım, nedir Anadolu ihtilâli? Yapısı teokratik ve feodal, durumu yarı sömürge, egemenliği sultan, saray aristokrasisi ve işbirlikçi komprador burjuvazisi bir ülkede, halkın ‘kayıtsız şartsız’ egemenliğini kurmak, yani iktidarın yapısal niteliğini halk lehine değiştirmek!

Bu tanımdan dakikasında şunlar çıkar mı, çıkmaz mı: A) İktidar, sultan ve çevresindekilerden halka geçecek demek, soylulardan soylular dışında kalanlara geçecek demektir, bu da proletaryanın da içinde olduğu burjuvazi, eşraf, köylülük ve inteligentzia (Entelektüeller, aydınlar) gibi sınıf ve zümreleri içerir. B) Liberal seçim demokrasisinin gelmesi, insan haklarının güvence altına alınması, vatandaşların ‘kanun karşısında eşit sayılmasını’ sağlar. C) Ayrıcalıklı feodallerin elindeki toprağın köylüye dağıtılması (toprak reformu) ve sanayileşmenin gerçekleşmesi demektir.

Bunlar olmuş mudur, olmamış mıdır, yooo, tartışma bu değil, önce Anadolu devriminde koşullar nelerdi, devrim nasıl bir doğrultuyla başladı onu hatırlayacağız.

Klasik şemada, ulusal demokratik devrimi, burjuvazinin önderliğinde halk yapıyor. Feodal toplum içerisinde ticaret burjuvazisinin gelişmesi, giderek sanayiye kayması, değerler düzenini değiştiriyor, toplumsal ve ekonomik alanda altyapı değiştiği halde, hâlâ mülk ve toprak sahipliğine dayanan, onlara ayrıcalık tanıyan üstyapı geçerli sayılıyor, aradaki karşıtlık da devrimi oluşturuyor.

Osmanlı toplumunda durum böyle mi, konuşmuştuk ya, hayır; bir kere burjuvazi oluşmamış, neden oluşmamış, çünkü ülke Tanzimat’tan başlayarak sömürgeleşmiş, yabancı sermayesi komprador burjuvazisi yaratmış, bu burjuvazi göbeği dışa bağlı işbirlikçi burjuvazi, emperyalizmle birlik, zaten sultanı da saray çevresini de kendine bağlamış, böylece teokratik feodal iktidarla emperyalizmin çıkarları çakışmış. Yerli burjuvazi de olmadığına göre, devrimi kim sürükleyecek?

Cevabı biliyorsunuz, devrimi ülkemizde bürokrasi, aydınlar sürüklüyor, kavga, ceberut bir yabancı işgaline karşı kurtuluş savaşı kimliğinde başladığı için taşra eşrafından, toprak ağasından destek görüyor. Tarihsel bir blok demiştik, hatırladınız mı? Aynı zamanda sömürgeciliğe ve emperyalizme karşı bir kurtuluş savaşı veriyor, bu arada sömürgeci ve emperyalistlerle birlik olmuş teokratik iktidarı da deviriyorlar. Kurtuluş Savaşı’nın kazanılması saray, komprador burjuvazi, yabancı bankalar egemenliğine son verecektir.

Siyasal iktidara, kim el koyacaktır peki? ‘Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir’ diyen, fakat milletin bütünü olmayan bir zümre, yani bürokratlar. Ulusal demokratik bir devrim yapılmıştır, fakat bu devrimin ekonomik düzeydeki savunucusu henüz ortada yoktur, şu hâlde devrimin birinci görevi bunu, yani ulusal burjuvaziyi yaratmaktır. İzmir İktisat Kongresi’nde başlayarak, onlar da buna uğraşırlar ya, ülkenin ekonomisi o kadar geri, koşullar o kadar elverişsizdir ki kolay olmaz bu iş, 1933’de filan devlet kapitalizmine heveslenmeleri bundandır.

Bizim kuşak, Türk devriminin (hâlâ adına Atatürk devrimleri diyen çoktur) bir kerede olup bittiğine inandırılmıştı; geriye onu korumak kalıyordu ki, bu da ‘damarlarımızdaki asil kanda mevcut olan kuvvetle’ başarılacaktı. Oysa şu konuştuklarımızın ışığında, görünen nedir? Türk devrimi, adına uygun bir demokratik devrim olabilmek için bile, hayli uzun bir geçiş sürecine girmek, çalkantılı evrelerden geçerek, sonunda kapitalizmi gerçekleştirmek zorundadır. Evet, kapitalizmi! Mustafa Kemal Paşa’nın, ‘çağdaş uygarlık düzeyi’ dediği zaman kapitalizmi, burjuva demokrasisini düşündüğüne pek şüphe yoktur, yalnız bu demokrasi içinde partisine solda bir yer ayırdığı ileriye sürülebilir, o kadar.”[32]

Türk devrimi, Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkan Osmanlı İmparatorluğu’nun emperyalist ülkeler tarafından bölüşülmesiyle başlamış olan bir sürecin sonucudur. Bu yüzden, Türk Devrimi’nin ideolojisini oluşturan Kemalizm’in hareket noktası ve en önemli ilkesi tam bağımsızlıktır. Devletler hukukuna göre bağımsızlık, diğer bir devlete veya milletlerarası bir müesseseye tâbi olmamak veya bağlı bulunmamak demektir. Atatürk, bağımsızlıktan tam bağımsızlık, yani kısıntısız, kayıtsız ve şartsız bir bağımsızlığı anlamaktadır:

“İstiklâl tam denildiği zaman, bittabi siyasî, malî, iktisadî, adlî, askerî, harsî ve ilâh her hususta istiklâli tam ve serbestî tam demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde istiklâlden mahrumiyet, millet ve memleketin, manayı hakikisiyle istiklâlinden mahrumiyet demektir.”[33]

Öte yandan, Atatürk’ün özlemlediği yurttaş tipi, kapitalizmin kendi bencil çıkarlarından başka önceliği olmayan bireyci “homo economicus”uyla tamamen zıttır. Afet İnan’ın imzasıyla yayınlattığı ve gelecek kuşakların yetişmesiyle ilgili temel bilgileri vermesi amaçlanan “Medeni Bilgiler” kitabında şu cümleler yer alır:

“1) Başkasına olan iyilik bize de iyiliktir; başkasına olan kötülük bize de kötülüktür. Bu nedenle iyiliği sevmek ve kötülükten kaçmak gerekir.

2) Yaptığınız işler, etrafımızda sevinçler ya da acılar halinde yankılar uyandırır, bu durum bize vicdan görevleri yükler.

3) Bağlılık ve dayanışma bizi başkaları için hoşgörülü yapar. Çünkü başkalarının kusurlarında bizim de istemeyerek, çoğunlukla beraber suçlu olduğumuz gerçeği vardır.

Özetle, bağlılık ve dayanışma “herkes kendi için” yerine, “herkes herkes için” düşüncesini koyar. Bu düşünce sosyaldir, ulusalcıdır, geniş ve yüksek anlamıyla insanidir.”[34]

Sovyetler Birliği Komünist Partisi X. Kongresinde kararlaştırılan ve 21 Mart 1921’de yürürlüğe konan Yeni Ekonomi Politikası (NEP) sonucunda ekonomi politikasının yönü değişti. İç savaş, ekonomiyi büyük ölçüde sarsmış, ülkeyi açlık tehlikesiyle karşı karşıya getirmişti. Açlığı önlemek ve ülke ekonomisinin çarkını daha iyi çevirebilmek için ticarette özel girişime belli bir ölçüde izin verildi. Lenin, Yeni Ekonomi Politikasını, şu sözlerle yorumluyordu:

“Bu üzücü ve acı verecek bir önlemdir ama şimdilik kaçınılmazdır. Savaş ortaklaşmacılığı ekonomik düzeni önceden kestirilemeyen güçlüklerle karşılaşmıştır. Sonradan ileri yürüyüşümüzü daha bir güvenle yapabilmek için, şimdi bir adım geri gitmemiz gerek. Karşılaştığımız zorlukları atlatabilmek üzere özel ticarete belli bir özgürlük tanıyor, ama ne yaptığımızı çok iyi biliyoruz.”[35]

Sovyetler Birliği’ndeki sosyalist sistemin uygulamada başarılı olabileceği hakkında Atatürk’e tam bir güven gelmemiştir. Atatürk, Sovyetler Birliği’nde NEP’in uygulamaya konmasından aylar önce, 31 Ekim 1920’de Kazım Karabekir’e yazdığı şifrede şöyle demiştir:

“Komünistliğin memleketimizde değil, henüz Rusya’da bile uygulama kabiliyeti hakkında açık kanılar belirmediği anlaşılmaktadır.”[36]

Sovyetler Birliği’nde Yeni Ekonomi Politikası’nın (NEP) yürürlüğe konmasından yaklaşık iki yıl sonra, 17 Şubat 1923’te Atatürk, İzmir İktisat Kongresi’ni topladı.

İzmir İktisat Kongresi’nde dört grup, tüccar, çiftçi, sanatkâr ve işçi temsil edilmişti ve ayrı gruplar halinde toplanmışlardı. Atatürk bu kongredeki konuşmasında, “Bu dakikada samilerim (dinleyicilerim) çiftçilerdir, sanatkârlardır, tüccarlardır ve ameledir. Bunların hangisi yekdiğerinin muarızı olabilir? Çiftçinin sanatkâra, sanatkârın çiftçiye ve çiftçinin tüccara ve bunların hepsine, yekdiğerine ve ameleye muhtaç olduğunu kim inkâr edebilir” diyerek bütün milletin birlikte, bir arada çalışması, üretmesi gerektiğini ifade etmiştir.

Atatürk’ün, Millî egemenliğin, ekonomik egemenlikle pekiştirilmesinin şart olduğunu vurguladığı kongrede çok önemli ekonomik kararlar alınmıştır:

1-Hammaddesi yurt içinde yetişen veya yetiştirilebilen sanayi dalları kurulmalıdır.

2-El işçiliğinden ve küçük imalattan süratle fabrikaya veya büyük işletmeye geçilmelidir.

3-Devlet, yavaş yavaş iktisadi görevleri de olan bir organ haline gelmeli ve özel sektör tarafından kurulamayan teşebbüsler devletçe ele alınmalıdır.

4-Özel teşebbüse kredi sağlayacak bir devlet bankası kurulmalıdır.

5-Dış rekabete dayanabilmek için sanayin toplu ve bütün olarak kurulması gereklidir.

6-Yabancıların kurdukları tekellerden kaçınılmalıdır.

7-Sanayinin teşviki ve Millî bankaların kurulması sağlanmalıdır.

8-Demiryolu inşaatı programa bağlanmalıdır.

9-İş erbabına amele değil, işçi denilmelidir.

10-Sendika hakkı tanınmalıdır.[37]

Anlaşılacağı üzere yeni devletin ekonomik modeli bu kongrede belirlenmiştir. Ülkenin ekonomisi kesinlikle dışa bağımlılığı kabul etmeyen, tam bağımsızlık ilkesini temel almış, Millî bir ekonomidir. Özel girişime de izin veren, karma bir ekonomi olmakla birlikte, devletin planlayıcılığı ve denetçiliği esastır. Demiryolları ve limanlar başta olmak üzere yabancı işletmelerin devlet tarafından satın alınıp devletleştirilmesine bu kongreden sonra başlanmıştır.

1920-1933 yılları arasında tarım üretiminin ve tarımda verimliliğin artırılması çabasına yönelinmiş, demiryolu yapımına önem verilmiştir. İmtiyazlı yabancı şirketlerin elinde bulunan demiryolları ve limanlar, maden işletmeleri ile büyük kentlerin su, elektrik, havagazı, haberleşme ve taşıma ihtiyacını karşılayan işletmeler, devlet tarafından satın alınarak devletleştirilmiştir. Ayrıca, ekonomik kalkınmanın finansmanı için gerekli olan kredi müesseseleri kurulmuştur. 1933 ile 1938 yılları arasında “Birinci Sanayi Planı” bütünü ile gerçekleşmiş, kalkınma hızı daha sonraki yıllar için ümit verici ufuklar açmıştır. Millî gelir artmış, halkın refah düzeyi yükselmiştir. Çok kısa sürede ülke, geri kalmış sömürge tipi bir ülke olmaktan çıkmış, sanayileşmeye yönelmiştir. 1929 yılında Sovyetler Birliği kolektifleştirmeye geçince, Türkiye de 1930’lardan başlayarak devletçiliğe yönelmiştir. Türkiye, dünyada Sovyetler Birliği’nden sonra kalkınma planı yapan ikinci ülkedir. 1930’lu yılların başında, dünyada en yüksek kalkınma hızı gösteren iki ülke Sovyetler Birliği ve Türkiye Cumhuriyeti olmuştur.

Sovyetler Birliği, Türkiye Cumhuriyeti’ni tanıyan ilk ülkedir. Bu yıllarda Türkiye’deki birçok sanayi tesisi Sovyetler Birliği’nin desteği ile yapılmıştır. Sovyetler Birliği’ne teknisyenler, öğrenciler gönderilip yetiştirilmiştir.

Örneğin, Cumhuriyetin Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı’nın ilk önemli eseri olan Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası, Türk-Sovyet ortak yapımı fabrikalardan biridir. Fabrikanın temelleri 25 Ağustos 1935’te atılmış, yapımı 18 ayda tamamlanmış ve 9 Ekim 1937’de açılmıştır. Makineler ve teçhizatların çoğu Sovyetler Birliği’nden narenciye karşılığında alınmıştır. Fabrika, kuruluşundaki işçi açığını kapatmak için 120 Sovyet işçi ve mühendisi istihdam etmiştir.

Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası, Atatürk’ün düşündüğü “Sosyal Fabrika Projesi’nin” ilk uygulaması olması bakımından çok önemlidir. Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası, aşağıdaki özellikleriyle, 1930’ların dünyasında özgün bir “sosyo-kültürel” ekonomi projesidir:

  1. Fabrika, balolar, danslar ve partiler düzenlemiştir. 1930’ların ortalarına kadar kadınlı erkekli hiçbir toplantıya katılmamış halk, fabrikanın organize ettiği balolar, danslar ve partilerle sosyalleşmiş, özellikle kadın ön plana çıkmaya başlamıştır.
  2. Fabrikada sinema salonu vardır. 1937 yılında 12 bin kişinin yaşadığı bir kentte, bu fabrika bünyesinde 700 kişilik bir sinema salonu açılmıştır. İki defa memurlara, iki defa işçilere ve iki defa da ustalara olmak üzere haftada toplam altı defa film gösterilmiştir.
  3. Fabrika Halkevi kurmuştur. Fabrika “Sümer Halkevi” adıyla bir halkevi kurarak halkı her konuda bilinçlendirmeye çalışmıştır. Bir fabrika bünyesinde açılan ilk ve tek halkevi Sümer Halkevi’dir. Halkevinin şubelerinde çalışanların büyük çoğunluğu fabrika işçisidir. Halkevinin, hazırladığı oyunları sergilemesi için fabrika içinde bir sahnesi vardır. Sümer Halkevi biçki-dikiş kurslarında her yıl birçok genç kız meslek sahibi olmuştur. Halkevi civar köylere geziler düzenlemiş, köylülerin sorunlarıyla ilgilenmiş, köylere ilaç ve sağlık elemanı göndererek hastaların tedavisini sağlamıştır.
  4. Fabrika çalışanları arasında bir koro oluşturulmuştur. Fabrikada, yemek aralarında dünya klasiklerinden eserler seslendiren grup Nazilli, Aydın ve Denizli’de konserler vererek “çok sesli” müziğin Anadolu’da tanınmasını sağlamıştır. Fabrikada, çalmayı bilen işçilerin kullanımlarına açık bir de piyano vardır.
  5. Fabrikanın hamamı vardır. Fabrika bünyesinde kurulan bir hamam hem işçilere hem de Nazilli halkına hizmet vermiştir.
  6. Fabrikanın Ressamları vardır. Fabrika bünyesindeki desinatörler belli zamanlarda fabrika dışına çıkarak Nazilli ve çevresinin güzel resimlerini yapmışlardır. Fabrika ressamlarının yaptığı bu tablolar açık arttırmalarda satılmıştır. Fabrika, resim ve heykel sergileri düzenleyerek, Nazilli’de güzel sanatların gelişmesini sağlamıştır.
  7. Fabrikanın spor kulübü vardır. Fabrikanın bünyesinde kurulan lacivert-beyaz renkli Sümer Spor, futbol, basketbol, atletizm, voleybol, bisiklet, güreş, yüzme, boks dallarında faaliyet göstermiştir. Fabrika bünyesindeki Sümer Spor Futbol Sahası, Türkiye’nin ilk “alttan ısıtmalı” futbol sahalarından biridir. Ayrıca yine fabrika bünyesinde, basketbol, voleybol sahaları, güreş minderleri, boks ringi, tenis kortu ve paten pisti vardır. Nazilli’de toplumsal kaynaşmayı güçlendiren “paten eğlenceleri” ve bisiklet yarışları” Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası’nın mirasıdır.
  8. Bir sosyal fabrika olarak tasarlanan Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası, altı ayda bir halka bedava olarak “ıskarta basma” dağıtmıştır.
  9. Fabrikada işçi hakları üst düzeydedir. Çok sayıda işçiyi barındıran fabrika işçi haklarına da çok önem ermiştir. İşçi ve Memur Biriktirme Sandıkları, İşçi Ölüm ve Hastalık Yardım Sandıkları oluşturulmuş, fabrika içinde işçi sağlığını koruyacak 40 yataklı bir hastane, bir eczane bir de laboratuvar kurulmuştur. Nazilli’nin korkulu rüyası haline gelen sıtma hastalığı fabrikanın sağlık ekibi tarafından kurutulmuştur. İşçilere mesleki eğitim verilen fabrikada ayrıca işçiler için beş sınıflı bir okuma-yazma kursu, daha doğrusu bir küçük okul vardır. Sümer İlköğretim Okulu adlı bu işçi okulunun 980 öğrenciye sahiptir. Ayrıca bir işçi radyosu ve işçi çocukları için 26 yatak ve 40 mevcutlu bir kreş kurulmuştur. İşçiler ve memurlar, fabrikanın hemen önünde özel olarak inşa edilen 264 dairelik ve 1000 kişilik lojmanlarda çok uygun bir ücretle kalırken, bekâr işçiler için 350 kişilik bir “Bekar İşçi Pavyonu” vardır. Lojmanda kalamayan işçi ve memurları şehirden fabrikaya taşımak için düzenli seferler yapan mini bir tren kullanılmıştır. Fabrika işçilerinin yiyecek ve giyeceklerini temin etmek için fabrika bünyesinde bir kooperatif kurulmuştur. Fabrikanın, işçilere hizmet veren güzel ve temiz bir fırını, işçi yemekhanesi, memur kantini ve bir de hamamı vardır.
  10. Fabrikanın Ar-Ge bölümü vardır. Daha fabrika açılmadan fabrikada kullanılacak kaliteli pamukların çevrede yetiştirilmesi için 200 adet modern tohum ekme makinesi satın alınmıştır. Yine pamuk işinde kullanılmak üzere birçok modern tarım aleti ve makinesi bölgeye getirilerek çiftçilere dağıtılmış ve bunları nasıl kullanacakları öğretilmiştir. Fabrika içinde mekanik odası, fizik laboratuvar, tarım laboratuvarı gibi Ar-Ge bölümlerinde, fabrikada yapılacak üretimin kalitesini arttırmak için çalışmalar yapılmıştır.
  11. Fabrikanın büyük bir atölyesi vardır. Bu atölyenin demirhanesi, marangozhanesi, dökümhanesi, kaynak ve teneke işleri yapan bir kısmı vardı. Diğer fabrikaların ahşap parça ihtiyacı olan makine vurucu kolları burada yapılırdı.
  12. Fabrikanın elektrik ve su santralleri vardır. Fabrika, bir dönem hem kendi elektrik ihtiyacını hem de Nazilli kentinin elektrik ihtiyacını kendi bünyesindeki bir elektrik santraliyle sağlamıştır. Dört kazan ve üç türbinli olan bu santral, 2500 Kw gücündedir. Fabrikanın su ihtiyacı da su santralinden karşılanmaktadır.

Atatürk, işçilerin yüksek standartlarda, her türlü olanaktan yararlandıkları bu “sosyal fabrikaları” Anadolu’nun her yanına yapmayı planlıyordu. Ancak Atatürk daha hasta yatağındayken başlayan karşı devrim sürecinde, Türkiye Cumhuriyeti’nin altı kuruluş ilkesinden biri olan Devletçilik ilkesi, tüm diğer ilkelerle birlikte emperyalist güçlerin işbirlikçisi hükümetler tarafından ortadan kaldırıldı.

Atatürk ölünceye kadar Sovyetler Birliği’ni en önemli müttefik olarak görmüştür; o kadar ki, Atatürk’ün sağlığında Sovyetler Birliği karşıtı yayın yapmak yasaktı. Hatta Atatürk, kurulan yeni rejimin propagandasını yapmak üzere çevirttiği “Türkiye’nin Kalbi Ankara” filmini Sovyet Rejisörü S. Yutkeviç’e yaptırtmıştır.

Atatürk ölürken, Sovyetler Birliği ile ittifakın sürdürülmesini vasiyet etmiştir. Ağır hasta olarak Savarona yatından Dolmabahçe sarayına geldiği 25 Temmuz 1938’de şöyle söylediği bilinmektedir: “Dış politikamızın temeli Sovyet dostluğudur. Sovyet dostluğuna zarar vermemek şartıyla İngiltere ile bir antlaşmanın faydası olur.”[38]

Görüldüğü üzere Türkiye’nin sosyalist olup olmaması konusunda Atatürk’ün görüşlerinde sürekli bir dalgalanma olmuştur. Kimi görüşe göre Atatürk sosyalistti, ancak çeşitli sebeplerden dolayı sosyalizmi kuramamıştı. Sebahattin Selek, “Anadolu İhtilâli” adlı kitabında bu konuda şöyle bir yorum yapıyor:

“Anadolu İhtilâli sosyalist bir gelişmeye gidebilirdi. Batı emperyalizmine karşı duyulan nefret, böyle bir sola kayış için gerekli ortam yaratmıştı. Üstelik Anadolu halkı perişan bir durumdaydı. Türkiye’de sosyalizme karşı duracak büyük ticaret ve endüstri burjuvazisi de yoktu, yalnız ilmiye sınıfından ve büyük toprak sahiplerinden bir tepki beklenebilirdi. Fakat Millî Hükümet’in o günün şartları içinde, bu direnişi kolaylıkla aşabilmesi mümkündü.”

Selek, Atatürk’ün sosyalizmi kurmak konusundaki “çekingenliğinin” nedenlerini ise özetle şöyle açıklıyor:

1-Sosyalist veya komünist sistemin uygulamada başarılı olabileceği hakkında Atatürk’e tam bir güven gelmemiştir. Uygulama, o zamana kadar parlak bir sonuç vermemiştir.

2-Enver Paşa ile ilişkili her hareketi Atatürk kuşkuyla karşılıyordu. Enver Paşa’nın Bolşeviklerle ilişkisi ve Büyük Mecliste sol fikirleri benimseyenlerin ve sol hareketin önünde görünenlerin çoğunlukla İttihatçılar olması bir tehlike yaratabilirdi.

3-Mustafa Suphi’nin Bakü’de kurduğu Türkiye Komünist Partisi’nin Anadolu’daki faaliyetlerini kontrol etmek zordu.

4-Halk İştirakiyun Fırkası gibi kuruluşların kendi dışında faaliyet göstermesi, kontrol edemeyeceği ve hâkim olamayacağı bir sol gelişmeyi ortaya çıkartmaktaydı.

5-İnönü zaferinden sonra Batı’nın yumuşaması ve Ankara Hükümeti’nin Londra Konferansı’na davet edilmesi.

Dr. Rıza Nur, Atatürk’ün Bolşevikliği ilan etme konusunu Vekiller Heyeti’ne getirmiş olduğunu iddia etmektedir. Ancak Rıza Nur’a göre bir tehlike söz konusuydu: Bolşevikliğin ilan edilmesi üzerine İngilizler birkaç tümen asker yollayabilirlerdi, Kürt beyleri Misak-ı Millî’den kopma eğilimi gösterebilirlerdi.

Diyarbakır’daki 13. Kolordu Kumandanı Ahmet Cevdet Paşa, 18 Şubat 1920 tarihinde Mustafa Kemal Paşa’nın bir sorusuna karşılık olarak şöyle bir değerlendirme yapıyordu: “Derebeyliğin hüküm sürdüğü bu bölgede Bolşevizm’in başarılarını sağlamaya yönelik bir hareket yapıldığında, bu hareketleri reisler desteklemezler ve hatta engel olurlar. Barış antlaşmasına Kürtçülerin emellerine uygun maddeler koydurarak, onları bizden koparabilirler.”

Atatürk’ün Millî Mücadele’yi başlatmak için Samsun’a çıktığı sıralardaki sınıfsal yapının analizini, Türkiye İşçi ve Çiftçi Fırkası lideri Dr. Şefik Hüsnü şöyle yapıyordu:

Türkiye’deki büyük tarım ve sanayi tesisleri (Ergani hariç) Batı bölgesinde ve sahiller boyunda toplanmıştı. Proletarya, yani devrimci potansiyel bu bölgede bulunmaktaydı. Fakat bu bölgenin büyük kısmı işgal altındaydı. Atatürk, isteseydi de sosyalist bir devrim yapmak için bu proletaryadan yararlanamazdı. Bu proletarya düşman gerilerinde, ulaşım alanında yaptığı grevlerle ve mücadelelerle elinden geldiği kadar Kurtuluş Savaşımızı destekliyor, Anadolu’daki küçük, ilkel atölyelerde çalışarak savaş gücümüzün devamını sağlıyordu ve sola bağlıydı. Karşı uçta ise feodal karakteri olan, kısmen yerleşmiş, kısmen göçebe aşiretler bulunmaktaydı. Çoğunluğu Kürt olan bu aşiretler, beylerine, şeyhlerine körü körüne bağlıydılar. Batı’da gelişebilecek sosyalist bir hareketi destekleyebilecek sosyal bir zümre yoktu. Hatta reisler, Ahmet Cevdet Paşa’nın da belirttiği gibi, böyle bir harekete engel olurlardı.

Şefik Hüsnü’ye göre, geride asıl savaş alanı olan Orta Anadolu Bölgesi kalıyordu. Bu bölgede ise nüfus oldukça seyrek ve halk fakirdi; küçük köylüler çoğunluktaydı. Bu yüzden de keskin bir toprak sorunu yoktu. Çok ilkel hayat ve üretim şartları vardı. Üretim, Pazar üretimi değildi, ulaşım yok gibiydi. Sömürücü güçler, feodal devlet, tefeci ve bezirgân üçlüsüydü. Bu fakir köylü, çoğunluğu ile sosyal devrime karşı olmamakla birlikte, devrim için yönetici bir güç oluşturabilecek nitelikte değildi. Ancak Batı bölgesindeki ve sahillerdeki sanayi proletaryası, güçlü bir sosyal mücadele başlatırsa, ancak bu zümrenin isteklerini yerine getirerek onları sosyal mücadeleye katabilirdi.

Rasih Nuri İleri’ye göre bu durum bize şunu göstermektedir: 1919’da Türkiye’de sosyalist bir devrim ancak dıştan, yani ya Enver Paşa’nın yapmak istediği gibi Sovyet Rusya’dan gelen bir ordu aracılığıyla, ya da devrimci teoriyi bilen bir çekirdekten gelen devrimci bir partiden gelebilirdi. Ancak her ikisi de etnik farkların bulunduğu, İngilizlerin Arapları ve Kürtleri etnik ve dinsel yönden alabildiğine kışkırtmaya çalıştığı bu dönemde, çok tehlikeli olabilirdi. Üstelik o sıralarda Mustafa Kemal Paşa, Ermeni iddialarına karşı ortak bir cephe oluşturmak için Kürt beylerini kendi safına çekmeye uğraşıyordu.

Rasih Nuri, devrimi yürütebilecek bir kadronun olmamasına da dikkat çekiyor:

“Kaldı ki bu devrimi yürütebilecek bir kadro da bulunmamaktaydı. Asker-sivil aydın zümresinin küçük burjuva kökeninin ağır bastığını belirtmek gerekir. Küçük burjuvazinin sınıfsal karakterlerinin onu bazen, çıkmaza girince devrimciliğe itelediğini, bazen de en tutucu ve çekingen hale soktuğunu unutmamalıyız. Bir Karabekir Paşa, bir gün en koyu bir softa, bir Osmanlı olarak karşımıza çıkabilir, ertesi gün de erlerle aynı yemeği yemekten bahsedebilir, rütbeleri kaldırıp askerlerin şapkasına kızıl yıldız taktırabilirdi. Bu, küçük burjuvazinin tipik bir karakteri, tutarsızlığının ifadesidir.”[39]

Rasih Nuri ayrıca, Harbiye’de ekonomi-politika okutulmadığını, bu yüzden de Atatürk’ün Marksist teoriyi bilmediğini söylüyor. Ona göre, hareketin öncülüğünü yapan Müdafaa-i Hukuk derneklerinin kurucuları eşraftan ve asker-sivil aydın kadrodan gelmektedirler; sosyal anlamda, sosyal yapıyı sosyalizme dönüştürebilecek sınıfsal nitelikleri yoktur, ancak üst yapı reformları yapmayı düşünmektedirler. Bunların bir ara sola yönelir gibi olmaları, Millî Mücadele’nin diyalektiği sonucu olmuştur. Bu yüzden Atatürk’ün tutumunu doktrin açısından değil, tam bağımsız Türkiye için savaşan bir kurmay, büyük bir gerçekçi lider olarak değerlendirmeliyiz; politik sezgileri çok keskin, sosyalist teoriyi bilmeyen fakat içinde bulunduğu duruma göre en doğru olanı seçmekle yetinen bir lider. Böyle yapınca da tutumundaki çelişkili sanılan taraflar ortadan kalkmaktadır.

Atatürk için öncelikli sorun, daima, ülkeyi emperyalist devletlerin boyunduruğundan kurtarmak ve bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmak ve yaşatmaktı. Diğer bütün konular bu eksene bağlı olarak önem kazanmışlardır. Atatürk, Meclis’in 3 Ocak 1921 tarihli oturumunda komünizm konusu tartışılırken “Ben sosyal konularla çok uğraşmadım” demiştir.

Doğan Avcıoğlu da bu konuda Rasih Nuri ile aynı fikirde. Avcıoğlu’na göre, Kurtuluş Savaşı’nın başladığı yıllarda bile, Kurtuluş Savaşı liderlerinin henüz Bolşevizm hakkında bilgileri yoktur. Nitekim Atatürk, TBMM’nin 24 Nisan 1920 tarihli gizli oturumundaki şu sözleriyle bu durumu doğrulamıştır:

“Bildiğiniz gibi Bolşeviklerin birtakım esasları, görüşleri vardır. Ben şahsen bütün açıklığıyla ve ayrıntıları ile bunları bilmiyorum.”[40]

Atatürk’ün Marksist doktrin konusunda bilgisi olmadığını varsaydığımızda, “bizi mahvetmek isteyen emperyalizm” ile işgal ordularını, “bizi yutmak isteyen kapitalizm” ile de Osmanlı’da ekonomiye egemen olan yabancı sermayeyi kastetmiş olduğunu düşünmemiz gerekir ki bu pek mümkün görünmemektedir.

Atatürk’e soldan getirilen eleştirilerden biri, devrimi sosyalist bir devrime dönüştürmesine olanak varken, dönüştürmemiş olmasıdır. Attila İlhan, bu eleştirilere bir yazısında cevap verirken Lenin’in devrimi ile Atatürk’ün devrimi arasında benzer bir noktayı da ortaya koyuyor:

“Bir toplumun ulaştığı gelişme aşaması, ekonomik düzeyde, siyasal düzeyde gerçekleştirmek istediği tasarıların temelini oluşturmamışsa, tepeden inme, hatta yığınsal kaygıyla gerçekleştirilecek devrimler, gerçek amaçlarına ulaşamazlar; uzunca geçiş dönemleri yaşar, birçok hallerde bu geçiş dönemlerinin merkeziyetçi bürokrasi diktalarına dönüştüğünü görürler.”[41]

İlhan, Sovyetler Birliği’ndeki sosyalist devrimin Stalin diktasına dönüşmesini buna örnek gösteriyor. Sosyalizmin endüstrileşmiş, proletaryası oluşmuş, gelişmiş bir toplum için tasarlanmış bir öğreti olduğunu söyledikten sonra, yazısını şöyle sürdürüyor:

“…toplum o aşamada olmayınca bu defa sosyalist iktidar, yarı feodal bir toplumu önce sanayileştirmek, yani dayanacağı toplumsal sınıfı yaratmak yükümlülüğü ve zorunluluğu ile karşı karşıya kalıyor; o zamana kadar da iktidara bu sınıf adına onun partisi olduğunu iddia eden bürokratlar sahip oluyor. Bunun Rusya’yı Stalinciliğe ve çağımızın en ağır diktalarından birisine getirdiğini bilmeyen kalmadı. Hâlâ Sovyet toplumunun bir endüstri toplumu olduğunu söyleyebilmek son derece güçtür,[42] Sovyetler Birliği’nin bir endüstri gücü olduğunu söyleyebilmek çok kolay olduğu halde…

Türkiye, Mustafa Kemal önderliğinde demokratik devrimini yapmaya heveslenmiştir, tıpkı Rusların Lenin’in önderliğinde sosyalist devrimini yapmaya özenmesi gibi. Nasıl Rusya bu işe kalkışırken gerçek anlamda bir proletaryaya dayanmıyorduysa, Türkiye’de bu işe kalkıştığı sırada gerçek anlamda bir burjuvaziye dayanmıyordu. Ruslar devrimlerini kısmen köylüler, kısmen liberal aydınlar, kısmen işçiler, kısmen de onlara katılan sivil ve asker bürokratlardan oluşmuş bir tarihsel blokla gerçekleştirdiler, hemen de devrimlerine dayanak olacak proletaryayı yaratmaya kalkıştılar. Türkler ise, demokratik devrimlerini aydınlara, sivil ve asker bürokrasiye, eşrafa ve tabii olarak halka, bunların bütününden oluşan bir tarihi bloka dayanarak gerçekleştirdiler, hemen de demokratik bir devrimin olağan mesnedi olacak burjuvaziyi yaratmaya kalkıştılar. İkisi de, nesnel devrim koşullarının tam anlamıyla oluşmadan, epeyce de saldırgan savaşların ve işgallerin itişiyle gerçekleştirilmiş devrimlerdir. İkisinde de geçiş dönemi derhal özgürlükçü demokratik özelliklerini yitirmiş, dayanak oluşturacak toplumsal sınıf güçlü olmadığından, askerli, polisli bir bürokrasinin diktası duruma el koymuştur.

Rusya’da işçi sınıfı adına rejimi hâlâ parti bürokrasisi yönetir, Türkiye’de bürokrasi ile yavaş yavaş gelişmekte olan burjuvazinin iktidar çekişmesi son otuz yılın en ilginç olayıdır. Belki Türk ekonomisi yeniden emperyalist sistemin denetimine verilmemiş olsaydı, ulusal burjuvazi sanayileşme atılımını çoktan gerçekleştirecek, bu arada sağlıklı yoldan oluşmuş proletarya, sosyalizmi tarihsel olarak ve sapasağlam gündeme getirecekti.

Kıssadan ne hisse mi çıkacak? Şu: Bazı solcuların heves ettiği gibi Mustafa Kemal devrimini sosyalist bir devrime dönüştürmeye kalkışsaydı yine de merkeziyetçi bir bürokrasi diktası yaşayacaktık ama belki adı sosyalist olacaktı bunun, demokrasi değil.”

Attila İlhan, Demokrat Parti’nin iktidara gelişini ve 27 Mayıs İhtilâlini, bürokrasi diktası ile gelişmekte olan burjuvazinin çekişmesi olarak niteler. Atatürk’ün ölümünden sonraki İnönü dönemi, bürokrasi diktasıdır. Tek parti rejiminin yıkılıp, DP’nin iktidara gelmesi ise, gelişmekte olan burjuvazinin bu bürokrasi diktasına karşı zaferidir. 27 Mayıs İhtilâli de bürokrasinin iktidarı geri alma çabasıdır.

Kimileri de Atatürk’ün asla sosyalist olmadığını, hatta sosyalizme karşı olduğunu savunmaktadırlar. Bu görüşü savunanlar, görüşlerini büyük ölçüde, Atatürk’ün Bolşevizm’e karşı olan sözlerine dayandırırlar. Bu sözlerin yanı sıra Mustafa Suphi ve arkadaşlarının öldürülmesi olayı da bu görüşün savunulmasında etkili olmuştur.

Kendisi de bir komünist olan Rasih Nuri İleri, Mustafa Suphi ve arkadaşlarının öldürülmesi olayını araştırmış, Atatürk’ün bu olaydan daha önce haberi olduğuna ilişkin bir belge bulamamıştır. Rasih Nuri, Türkiye Komünist Partisi ve Mustafa Suphi’nin öldürülmesi konusunda şu açıklamaları yapıyor:

“Rusya’daki Mustafa Suphi’nin partisine gelince, bunun nüvesi Birinci Dünya Savaşı’nda Rusya’da esir kalmış asker ve sivil Türkiyeli aydınlardı. Çarlık sarsıntı geçirince bunların birçokları, genellikle Çarlığın Türk dili konuşan halkları arasında faaliyete başlamışlar ve bunların bir kısmı Bolşevik devriminden yana çıkmışlardır; aralarında en tanınmış olanı eski bir Türk gazetecisi olan Mustafa Suphi’dir.

Mustafa Suphi ve arkadaşları ki, aralarında birçok esir olmuş Türk subayı bulunmaktaydı, önce Rusya’daki Türk halklarını teşkilatlandırdılar, sonra da Türkiye Komünist Partisi’ni kurdular, bunlara sonradan Türkiye’den gelen kişiler de katıldı, tanınmış maarifçi Aydınlık grubundan Ethem Nejat bunlardandır. Bu grup, Rusya’daki esir Türk askerlerini teşkilatlandırıp, Azerbaycan yolundan onları Türkiye’ye, (deli) Halit Bey’in cephesine Ermenilere karşı savaşmaya yolladılar. Aynı zamanda yoğun bir teşkilat ve yayın faaliyetine giriştiler.

Mustafa Suphi’nin 1919 yılında, Mustafa Kemal Paşa daha İstanbul’dayken, kendisine mektup yolladığı söylenilir, sade bunun izine rastlamadık. Sonraki mektuplaşmanın neticesinde Mustafa Kemal Paşa’nın Türkiye’nin durumunu yakından görmek ve kendisi ile birlikte hareket etmek üzere Mustafa Suphi ve arkadaşlarını çağırdığını, fakat o zamana kadar Anadolu’da faaliyette bulunmamalarını istediğini biliyoruz.

Ankara’ya gitmek üzere yola çıkan Suphi ve arkadaşları, Kars’ta Ali Fuat Paşa, Dr. Rıza Nur, Karabekir Paşa ve diğer ileri gelen kişiler ile konuştuktan sonra yola çıktığında bir tertibe kurban olmuş ve 28/29 Ocak 1921 gecesi arkadaşları ile birlikte şehit edilmiştir.

Çok tartışmalara yol açan bu tertibin oluşması artık açıklığa kavuşmuş bulunuyor. Kazım Karabekir Paşa, Mustafa Kemal Paşa’nın davetlilerinin aleyhine halkı kışkırtması için Erzurum Valisi deli Hamit’e verdiği talimat üzerine, Komünist liderler halka ‘İngiliz casusu İtilaf Partisi üyeleri’ olarak tanıtılmış ve Trabzon’a kadar halk aleyhlerinde bu şekilde galeyana getirilmişti.

O dönemde Kars’tan Ankara’ya geçmek için Trabzon’a kadar karadan gidilir, oradan motorla İnebolu’ya sonra da kara yoluyla Ankara’ya varılırdı. Fakat Mustafa Suphi, Ethem Nejat ve arkadaşları sınır dışı edilmek üzere Trabzon’dan motora bindirildiler ve az sonra arkalarından yetişen Enver Paşa’nın fedailerinden kayıkçılar kâhyası Yahya Kaptan tarafından denizde öldürüldüler. Bilindiği gibi Sakarya Savaşı’na kadar ordumuzun yenilgisini bekleyen Enver Paşa, Yahya Kaptan’ın yardımıyla Trabzon’dan Türkiye’ye girip sözümona bir Sovyet rejimi kuracaktı.

Enver Paşa ile Mustafa Suphi’nin düşmanlığı çok eskidir, Suphi’yi savaştan önce Sinop Kalesi’ne hapsettiren odur. Rusya’da ise Enver Paşa, Suphi’yi karşısında en büyük engel olarak bulmuştur. Böyle olunca cinayetin politik nedenleri ortadadır.

Çözümlenmesi gereken tek mesele Mustafa Kemal Paşa’nın bu tertip ile ilgi derecesidir. Kendisinin önceden haberdar olduğunu gösteren bir delil bulamadık, ancak elimizde bu konuda önemli bir belge bulunmaktadır, bu da Mustafa Kemal Paşa’nın 25 Ocak 1921 tarihinde Erzurum Valisi’ne çektiği telgraftır. Bu belgeye göre Mustafa Kemal Paşa, Mustafa Suphi’nin yanında kaç kişi bulunduğunu ve kendisi ile birlikte gönderilip gönderilmediklerini sormaktadır. Bu telgrafın asıl ilginç tarafı dört gün sonra, yani 29 Ocak tarihinde açılmış bulunmasıdır. Mustafa Suphi ve arkadaşları 28 Ocak gecesi öldürüldüklerine göre artık yapılacak bir şey kalmamaktaydı. Bu olaydan sonra Mustafa Kemal Paşa isteseydi de bir şey yapamazdı, çünkü Kazım Karabekir Paşa’yı suçlamak gerekecekti ki bu imkânsızdı. Unutmayalım ki, çok daha sonra Karabekir Paşa, İzmir suikastı davasında ordunun tepkisi karşısında beraat etmiştir.

Olayın sonrası da ilginçtir. Yahya Kaptan Sivas’ta mahkeme karşısında hesap verip temize çıkar, ancak ‘sıkıştırsalardı hepsini söylerdim’ der. Topal Osman onu vurdurur. Konuyu incelemekle görevli Milletvekili Ali Şükrü Bey’i Topal Osman öldürür, yakalanması gerekince o da öldürülür ve mesele kapanır.

Bu önemli konuyu kapatmadan önce Fevzi Paşa’nın (Çakmak) Mustafa Suphi hakkındaki 10 Haziran 1921 gün ve 975 sayılı yazısını aktarmakta yarar vardır. Fevzi Paşa der ki: ‘Suphi doğuda komünizm yerine millî mücadeleler tavsiye etmekteydi.’ Bu yazı, konuya değişik bir ışık vermektedir. Görüldüğü gibi, konu tükenmiş sayılamaz.”[43]

Attila İlhan da Galiyev, Mustafa Suphi ve Mustafa Kemal ilişkilerinin ayrıntılı olarak incelenmesinin, pek çok bilinmeyeni aydınlatacağı görüşündedir.

Mustafa Suphi olayının yanı sıra, 1925’te yürürlüğe konan Takrir-i Sükûn Kanunu ve İstiklâl Mahkemeleri de bazı solcuların Atatürk’e karşı tavır almasına neden olmuştur.

Takrir-i Sükûn Kanunu, Şeyh Sait isyanından hemen sonra, 4 Mart 1925’te yürürlüğe kondu. Şeyh Sait isyanı, 13 Şubat 1925’de, Ergani ilçesine bağlı Eğil bucağının Piran köyünde başladı. Önce Genç ilinin merkezi Darhani’yi aldı, bir alayı geri çekilmeye mecbur etti, bir süvari alayını da pusuya düşürdükten sonra Elazığ’ı ele geçirdi. Daha sonra asiler, Diyarbakır’a yürüyerek şehri almak istedilerse de başarılı olamadılar. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasıyla, Kürtler de bağımsızlık mücadelesine başlamışlardı. Bu amaçla kurulan Kürt Teali Cemiyeti, İngiltere’nin mandası altında bir Kürt Devleti kurmayı öngörüyordu. Bu cemiyet, Cumhuriyet’in ilanından sonra resmen dağıldıysa da Kürt İstiklâl Komitesi adıyla faaliyetlerine devam etti. Faaliyetlerin asıl amacı dini ve şeriatı kurtarma maskesinin ardına gizleniyordu. Nakşibendî tarikatından olan Şeyh Sait, bu komitenin üyelerindendi. Komite, amacına ulaşmak için İngilizlerden de yardım sağlıyordu. Kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası da padişah ve şeriat yanlısı tüm güçleri içine almıştı.

İsyanın başlaması ile birlikte, alınması gereken önlemlerle ilgili olarak, iktidarda bulunan Cumhuriyet Halk Fırkası içinde iki farklı eğilim ortaya çıktı. Başbakan Fethi Bey (Okyar) sıkıyönetim tedbirlerini yeterli görüyordu. İsmet Paşa’nın temsil ettiği diğer grup ise isyanı, rejimi yıkmaya yönelik bir hareket olarak görüyor, hareketin kökten ve en sert tedbirlerle yok edilmesi gerektiğini savunuyordu. Fethi Bey Başbakanlığı bıraktı ve yerine İsmet Paşa Başbakan oldu.

İsmet Paşa tarafından kurulup güvenoyu alan yeni hükümet, ilk iş olarak, hükümete geniş yetkiler veren Takrir-i Sükûn Kanunu’nu çıkardı ve biri Ankara’da, diğeri ise Diyarbakır’da iki İstiklâl Mahkemesi kurdu. Yapılan askerî harekâtla isyan bastırıldı ve önderleri yakalandı.

Takrir-i Sükûn kanunuyla diğer akım ve örgütlerle birlikte sol partiler ve sendikalar kapatıldı. Komünist hareketin önderlerine karşı da tutuklama ve baskılar uygulandı, ancak Atatürk döneminde bir iki yıldan uzun süren hapis cezalarına rastlanmıyor. 1925 yılından Atatürk’ün ölümüne kadar, 1930 yılındaki Serbest Fırka denemesi dışında, her türlü parti ve örgüt kurmak yasaktı. Mason derneklerinden Türk Ocakları’na kadar, işçi dernekleri ve sendikalar da dâhil olmak üzere, CHP’nin kontrolü dışında her türlü siyasi ve kültürel oluşum yasaklandı. Bu durumda CHP dışındaki sol da kanun dışına itilmiş oluyordu. Buna rağmen 1930’larda Atatürk’ün ölümüne kadar sol yayınlar ve çeviriler serbestti, Sovyetler Birliği aleyhinde yayın yapmak yasaktı. “Kapital”in iki özeti basılmış, “Bolşeviklik” ve “Devlet ve İhtilal” gibi kitaplar yayınlanmıştı. Atatürk’ün ölümünden sonraki dönemlerde yasaklanan ve toplatılan kitaplar, o dönemde serbestçe basılıyor ve satılıyordu. Nazım Hikmet’in şiirleri de o dönemde ders kitaplarına girmişti. 1938’de Atatürk’ün siyasi hayattan çekildiği ve Celal Bayar’ın Başbakan olduğu dönemde Cemiyetler Kanunu değiştirilerek, sendikalar üzerindeki fiili yasak, yasal bir dayanağa kavuşturuldu.

Kemalist ideoloji Atatürk’ün ölümünden itibaren komünizme, sosyalizme, kısacası tüm sola ve hatta tüm demokrasi yanlısı eğilimlere karşı yürütülen baskıların ve beyin yıkamaların dayandırıldığı bir kılıf yapılmıştır. 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinin amacı, sosyalizmin oluşumuna temel oluşturabilecek, gelişimine katkı sağlayabilecek ne varsa ortadan kaldırmaktı. Bu darbeleri izleyen “ara rejim” dönemlerinde, kapitalizmin ve emperyalizmin çıkarları doğrultusunda her ne yapıldıysa Atatürkçülük maskesi arkasında yapılmıştır. Kemalizm’in sol düşmanlığına ve sosyalizm karşıtlığına araç olabilmesi için, açıkça ve çok pervasız saptırma çabaları yıllarca sürdürülmüştür ve sürdürülmektedir. Bu amaçla Atatürk’ün sözlerinin değiştirildiği veya Atatürk’e aitmiş gibi sözler uydurulduğu görülmüştür. Örneğin, Atatürk’e aitmiş gibi gösterilerek çok yere asılmış şu cümleyle çoğumuz karşılaşmışızdır:

“Şurası muhakkaktır ki Türk âleminin en büyük düşmanı komünistliktir; her görüldüğü yerde ezilmelidir.”

Çetin Altan bu konuya önem vermiş; bu sözün doğruluğunu kanıtlayacak bir kaynak aramış, bulamamıştır. Bu arada, bu sözün yazımında uygulanan el yazısının Atatürk’e ait olmadığı da Çetin Altan’ın dikkatini çekmiş; İsveç’te kaligrafi konusunda uzman ve uluslararası düzeyde bilirkişi niteliği taşıyan bir kuruluşa yaptırdığı inceleme sonucunda, yazının Atatürk’e ait olduğunu söylemenin mümkün olmadığı, uydurma olduğu ortaya çıkmıştır. Daha sonra bu uydurma cümlenin ilk defa 31 Aralık 1964 tarihinde Toprak dergisinde Adalet Partili senatör Fethi Tevetoğlu tarafından yayınlandığı belirlenmiştir.[44]

Rasih Nuri İleri de bu sahtekârlığa ilişkin olarak şu tespitte bulunuyor:

“Atatürk, ‘Türk âleminin en büyük düşmanı komünistliktir’ diye bir cümle söyleyemez. Önce ‘Türk âlemi’ (dünyası) Turancıların kullanabileceği bir deyimdir; Misak-ı Millîci Atatürk’ün değil. Sonra gerçekçi bir devlet başkanı ve ölünceye kadar samimi Sovyet dostu olan Atatürk bu cümleyi kullanamazdı. Komünistliği ve diğer akımları Türkiye’de yasak etmişti ama Azerbaycan’ın bile komünist olmasında büyük rolü olmuştu, hele ölünceye kadar Sovyet dostu kaldığı herkesçe bilinmektedir. Hem politik bakımdan hem de gerçek bakımından bu cümle onun olamaz.”[45]

Bu örnekte görüldüğü üzere Atatürk’ü tahrif etme, Atatürkçülüğü bambaşka bir içeriğe ve anlama indirgeme çabaları, genellikle Kemalizm ile sosyalizm arasında ilişki kurulmasını önlemeye yöneliktir. Çünkü Kemalizm ile sosyalizm arasında bir ilişki kurulmasının nelere yol açabileceğini, egemen ve gerici çevreler pek çok Kemalist’ten ve pek çok sosyalistten daha iyi görmektedirler. Türkiye, 1930’lu yıllardaki en büyük ekonomik atılımını “biz devlet sosyalistiyiz” diyerek gerçekleştirdi. Kemalizm ile sosyalizm arasında duvarlar yoktu, bu duvarlar gericiler tarafından, özellikle 1945 sonrasındaki Atlantik döneminde örüldü; bir taraftan rozet ve heykel üzerine dayalı bir Atatürk putperestliği pompalanırken, diğer taraftan Kemalizm’in sosyalizm karşıtı bir hareketmiş gibi gösterilmesi çabaları sistemli bir şekilde sürdürüldü. En çok Atatürk heykelinin 12 Eylül darbesinden sonraki dönemde yapılıp dikilmiş olması bunun göstergelerinden biridir.

1789 Fransız Devrimi, feodalizmin rahminden doğan ve feodalizme karşı güçlenen burjuvazinin önderliğinde gerçekleşmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nda ise feodalizmi yıkacak böyle bir burjuva sınıfından zaten söz edilemez; gerek iç, gerek dış dinamiklerin etkisi nedeniyle bir burjuva sınıfı oluşamamıştır. Onun görevini de zorunlu olarak küçük burjuva aydınları ve ilerici devrimci subaylar üstlenmişlerdir. Buna karşılık, Kemalizm’i bir küçük burjuva ideolojisi saymak yanlıştır. Geri bıraktırılmış, yarı sömürge ülkelerdeki burjuvazi artık devrimci özelliğini yitirir ve emperyalist güçlerle iş birliği içine girer. Bu ülkelerdeki küçük burjuvazinin niteliği de kapitalist-emperyalist ülkelerdekinden farklıdır. Bu sınıf ekonomik çıkarları ve sınıfsal konumu gereği, emperyalizme ve iç sömürücü güçlere karşı net bir tavır alamaz. Bir kısmı büyük burjuvazi gibi gerici ittifakın içinde yer alır, bir kısmı içinde bulunduğu durumu gözler ve ona göre tavır alır. Üçüncü bir grup ise ezilen, sömürülen sınıfların hareketlerine katılır, Millîyetçilik tabanında emperyalizme karşı çıkar. Kemalizm’in özü de tam bağımsızlık, yani emperyalizme karşı çıkıştır. Kemalizm, bir küçük burjuva ideolojisi değil, fakat küçük burjuvazinin en sol, en aydın, en devrimci kesiminin Millî kurtuluşçu politik tutumudur; bu nedenle devrimcilerin asgari müştereklerde bir arada olabilecekleri, birlikte mücadele vermek için müttefik olacakları kesim Kemalistlerdir. Atatürk, yeni kurulan devletin ekonomik politikasını 17 Şubat 1923’te İzmir İktisat Kongresi’nde belirlemiştir. Bu ekonomi, özel girişime de izin veren karma bir ekonomi olmakla birlikte, devletin planlayıcılığı ve denetçiliğini esas alan bir ekonomidir. O günlerde yeni kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti’nin baş çelişmesi burjuvazi ile proletarya arasındaki çelişme değil, emperyalist ülkelerle Türkiye arasındaki çelişmeydi; o nedenle de Kemalizm’in omurgasını tam bağımsızlık ilkesi oluşturdu. Emperyalistlerin ve emperyalizmin işbirlikçisi güçlerin Kemalizm’e saldırmalarının, Kemalistlerle sosyalistlerin arasını açmaya yönelik çabalarının altında yatan gerçek de budur.

Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin geri gitmesiyle sadece Doğu-Batı çatışması sona ermiştir; ancak emperyalist ülkelerle ezilen uluslar arasındaki çelişki halen sürmektedir. Üstelik Sovyetlerin gerilemesiyle güçler dengesi ABD emperyalizmi lehine bozulmuş, ABD emperyalizmi deyim yerindeyse “meydanı boş bulmuştur”. Bu sebeple günümüzde, sosyalizmle birlikte Kemalizm’in de önemi ortaya çıkmıştır. Atatürk önderliğinde gerçekleştirilmiş ve tüm dünyanın ezilen, sömürülen milletlerine örnek olan Türk Devrimi’nin en temel ilkesinin “tam bağımsızlık” olduğunu bilmemizin gerekliliği kaçınılmazdır. Bu noktada, “Atatürk sosyalist miydi değil miydi” tartışması anlamsızdır. Atatürk sosyalist olsa da olmasa da Kemalizm, “Yeni Dünya Düzeni” ya da “Küreselleşme” diye yutturulmak istenen emperyalizmin önünde büyük bir engeldir. Bu yüzden Kenan Evren, “Hangi taşı kaldırsan altından Atatürk çıkıyor” diye yakınmıştır. Tansu Çiller’in 1995 yılında 5 Nisan kararlarının ardından, “son sosyalist devleti de yıktık” diyerek zafer naraları atması da bu sebepledir. Özelleştirmelerin amacı, bu “son sosyalist (!) devleti” yıkmaktı.

Liberaller ve başta “yetmez ama evetçiler” olmak üzere bazı solcular Kemalizm’in demokrasiyle çeliştiğini öne sürerler. Kemalizm’in temel çelişkisi emperyalizmledir. Atatürk, sömürge haline gelmiş Osmanlı İmparatorluğu’ndan bağımsız bir Türkiye Cumhuriyeti çıkarmış, saltanatı ve hilafeti ortadan kaldırmıştır. Bu söylendiği zaman kimi liberaller, “Bunlar uluslararası konjonktürün zorlamalarının kaçınılmaz sonuçlarıdır; bunları Kemalizm’e bağlamak yanlıştır” demektedirler. O zaman onlara şunu sormak gerekir: Bu uluslararası zorlamalar niçin İran için, Suudi Arabistan gibi ülkeler için geçerli olmamıştır da bu bölgede yalnızca ülkemizde geçerli olabilmiştir?

İç düşmanlarla birleşmiş olan emperyalist güçlere karşı Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde verilmiş olan Ulusal Kurtuluş Savaşı, emperyalizmin gücünü zayıflatmış, ezilen Doğu halklarına kendi kurtuluşları için umut aşılamıştır. Türkiye’nin bağımsızlığı için yapılan Savaş, dayandığı ilkelerle evrensel bir nitelik kazanmış ve dünya tarihinde özgün bir yer edinmiştir.

Atatürk, her dönemde ezilen ulusların yanında yer almış ve bu tutumunu kararlı bir antiemperyalist olarak ölene dek sürdürmüştür. 1933 yılında söylediği şu sözler, Çin, Hindistan ve Vietnam devrimlerinin de habercisiydi:

“Bugün, günün ağardığını nasıl görüyorsam, uzaktan bütün Doğu uluslarının da uyanışını öyle görüyorum. Bağımsızlığına ve özgürlüğüne kavuşacak olan pek çok kardeş ulus vardır. Onların yeniden doğuşu, kuşkusuz ki ilerleme ve refaha yakın olacaktır. Bu uluslar bütün güçlüklere ve bütün engellere karşın muzaffer olacaklar ve kendilerini bekleyen geleceğe ulaşacaklardır. Sömürgecilik ve emperyalizm, yeryüzünden yok olacak ve yerlerine uluslar arasında hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen, yeni bir uyum ve iş birliği çağı egemen olacaktır.”[46]

Bağımsızlık kavramını bütünleyen bir diğer kavram sosyalizmdir. Sosyalizm olmadan bağımsızlık, bağımsızlık olmadan da sosyalizm olmaz. Ülkede özel sermaye egemen olduğu sürece bağımsızlığı korumak mümkün olmayacaktır. Çünkü sermayenin tek önceliği kârdır. Sermayenin kârını artırması için ülkenin bağımsızlığının ortadan kalkması gerekiyorsa, sermayeye dayalı güçler bağımsızlığa karşı çıkmaktan geri kalmazlar. Sermayenin vatanı yoktur. Sermaye, kârı için ulusal sınırları aşması gerekiyorsa, aşar. Geri kalmış, sömürülen bir ülkedeki sermaye sahibinin, yabancı sermayenin kendi ülkesinin halkı üzerindeki sömürüsünden pay alabilmesi için onunla iş birliği yapması, ortaklık kurması gerekiyorsa, bundan da geri kalmaz. Türkiye’de daha Atatürk ölüm döşeğindeyken başlayan ve günümüzde yaşanmakta olan karşıdevrim süreci bunun en somut örneğidir.

Bazı solcular da Atatürk’ün sınıf gerçeğini reddettiğini savunurlar. Bu konuyu ele alırken şu gerçeği göz önünde tutmamızda yarar var: Türk Devrimi gerçekleştiğinde Osmanlı’da henüz teokratik ve feodal bir düzen vardı; kapitalist toplumlardaki sınıflardan söz etmek mümkün değildi. O yüzden, o aşamada ve o şartlarda yapılabilecek en ilerici sınıfsal eylem, toplumun tüm kesimlerini yasalar karşısında eşit haklara sahip kılmaktı; öyle de yapıldı. Ağa, Bey, Paşa gibi unvanlar da 1934 yılında çıkarılan kanunla ortadan kaldırıldı. O sırada Atatürk’ün söyledikleri meclis tutanaklarındadır:

“Biz ağa, bey ve paşaların yalnız unvanlarını kaldırmıyoruz, bu unvanların temelindeki sosyal sınıfları da ortadan kaldırıyoruz.”[47]

Sultanlık, ağalık, şeyhlik, beylik gibi sıfatların kaldırılması bir tür sınıfsal uygulama olarak değerlendirilebilir. Ancak bu ünvanların ve bu ünvanların temsil ettikleri sınıfların kapitalizm dönemine değil, feodalizm dönemine ilişkin olduğunu dikkate almak gerekir. Feodalizm yıkılırken, kendi sınıfsal yapısıyla yıkılmıştır. Feodalizm yıkılıp kapitalist sisteme geçildikten sonra -devletin planlayıcılığı ve denetleyiciliği altında bir karma ekonomi şeklinde de olsa- kapitalizme özgü, yeni sınıf karşıtlıkları ortaya çıkmıştır.

Burjuva toplumlarda insanlar, burjuva-proleter ayrımı olmadan seçme, seçilme, hak, yükümlülük ve yasalarla “eşit” biçimde karşı karşıyadır. Yani resmi ve hukuksal düzlemde herkes “eşit”tir. Ancak sermayenin gücü burjuvaziye, gayrı resmi yoldan politikayı belirlemekten başlayıp başka birçok konuyu da içermek üzere, emekçilerin düşleyemeyeceği denli ayrıcalıklar sağlar. Bunlar hiçbir hukuksal yapıda kabul edilmeyen, ancak sermayenin gücüyle elde edilen ve sınıf farklılıklarının yasal güvence altına alınmasından gelen ayrıcalıklardır. Sermayenin gücü, her ortamda kaçınılmaz olarak gerek siyasi gerekse ekonomik düzeyde ayrıcalığını gerçekleştirir.[48]

Sorun bütünüyle, ekonomik gelir farklılığının kurumlaşmasından ibarettir. Eğer bu söz konusuysa, insanlar zenginlikleri, dolayısıyla üretim ilişkilerindeki fonksiyonları çerçevesinde konumlanmışsa, yasalar istedikleri kadar “sınıfların olmadığından”, “insanların kaynaşmış bir kitle” ve “herkesin kanunlar karşısında eşit” oluşundan söz etsin, hiçbir demagoji, ortadaki sınıf gerçeğini ve yasalara rağmen gerçekleşen ayrıcalıkları ve adaletsizliği ortadan kaldırmaz.[49]

Bu bölümü şu noktalara vurgu yaparak sonlandırmak istiyorum: Kemalist devrim elbette bir sosyalist devrim değildir; bir demokratik burjuva devrimidir. Ancak, bir sömürge haline gelmiş, çökmekte olan Osmanlı İmparatorluğu’nda sanayi devrimini yapmış olan Avrupa ülkelerindeki anlamda bir burjuvazi söz konusu değildi. Bu yüzden devrime önayak olma, onu örgütleme görevini, başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere ordu içindeki ilerici subaylar ve ilerici küçük bir grup aydın üstlendiler. Yeni kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti de doğal olarak bünyesinde karşıt güçleri barındırıyordu: Feodalizme geri götürecek gerici, karşıdevrimci güçleri ve sosyalizme götürecek olan ilerici, devrimci güçleri. Sola düşen görev, ilerici unsurlarla müttefik olup mevzilerini genişletmektir. Şunu aklımızdan çıkarmamalıyız: Yukarıda da gördüğümüz üzere, sosyalistlerle Kemalistler’in arasını açmak emperyalist güçlerin ve onların işbirlikçilerinin planıdır. Kemalizmi dışlayan bir sol, içinde bulunduğumuz koşullarda ancak ve ancak emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin ekmeğine yağ sürer.


[1] Rosa Luksemburg, Ulusal Sorun, Ulusların Kendi Yazgısını Tayin Hakkı ve Özerklik, Belge Yayınları, İstanbul, 2014, s. 33

[2] Rasih Nuri İleri, Atatürk ve Komünizm, May Yayınları, İstanbul, 1970, s.275.

[3] Rasih Nuri İleri, Atatürk ve Komünizm, May Yayınları, İstanbul, 1970, s.274.

[4] Rasih Nuri İleri, bu mektubu A. K. Meram’ın 26.5.1959 tarihinde Akşam Gazetesi’ndeki bir yazısından almış. A. K. Meram, Rus belgelerinden yararlanmış. Henüz İkinci Dünya Savaşı yapılmamışken, Atatürk’ün, Birinci Dünya Savaşı’ndan “Dünya Savaşı” yerine “Birinci Dünya Savaşı” diye söz etmiş olması bana tuhaf geldi. Mektup günümüz Türkçesine çevrilirken değişiklik yapılmış olmalı diye düşünüyorum. (Y.N.)

[5] Rasih Nuri İleri, Atatürk ve Komünizm, May Yayınları, İstanbul, 1970, s.267.

[6] Alpaslan Işıklı, Sosyalizm, Kemalizm ve Din, Tüze Yayıncılık, Ankara, 1997, s. 104.

[7] Alpaslan Işıklı, Sosyalizm, Kemalizm ve Din, Tüze Yayıncılık, Ankara, 1997, s. 102.

[8] Alpaslan Işıklı, Sosyalizm, Kemalizm ve Din, Tüze Yayıncılık, Ankara, 1997, s. 102.

[9] J. Stalin, Millî Mesele, Evren Yayınları, İstanbul, 1976, s.9.

[10] Emrah Gülpınar, Jakobenizm ve Kemalizm, Yordam Kitap, İstanbul, 2015, s. 77.

[11] Atatürk’ün Bütün Eserleri, c.9, Kaynak Yayınları, İstanbul, Ekim 2002, s.323.

[12] Rasih Nuri İleri, Atatürk ve Komünizm, May Yayınları, İstanbul, 1970, s.29.

[13] Alpaslan Işıklı, Sosyalizm, Kemalizm ve Din, Tüze Yayıncılık, Ankara, 1997, s. 125

[14] Doğu Perinçek, Bilimsel Sosyalizm ve Bilim, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2011, s.186.

[15] Doğu Perinçek, Bilimsel Sosyalizm ve Bilim, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2011, s.187.

[16] Yön Dergisi, 7 Kasım 1962, Aktaran: Doğu Perinçek, Bilimsel Sosyalizm ve Bilim, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2011, s.183.

[17] Max Beer, Sosyalizmin ve Sosyal Mücadelelerin Genel Tarihi, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2012, s. 16.

[18] Attila İlhan, Hangi Atatürk, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2017, s.318.

[19] A. Cerrahoğlu, Türkiye’de Sosyalizmin Tarihine Katkı, May Yayınları, s.433. Aktaran: Attila İlhan, Hangi Atatürk, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2017, s.423

[20] Rasih Nuri İleri, Atatürk ve Komünizm, May Yayınları, İstanbul, 1970, s.246.

[21] Alpaslan Işıklı, Sosyalizm, Kemalizm ve Din, Tüze Yayıncılık, Ankara, 1997, s. 123.

[22] Attila İlhan, Hangi Atatürk, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2017, s. 300

[23] Prof. Dr. Hamza Eroğlu, Türk İnkılâp Tarihi, Savaş Yayınları, Ankara, 1990, s.401.

[24] Rasih Nuri İleri, Atatürk ve Komünizm, May Yayınları, İstanbul, 1970, s.231.

[25] Prof. Dr. Hamza Eroğlu, Türk İnkılâp Tarihi, Savaş Yayınları, Ankara, 1990, s.401.

[26] Rasih Nuri İleri, Atatürk ve Komünizm, May Yayınları, İstanbul, 1970, s.317.

[27] Prof. Dr. Hamza Eroğlu, Türk İnkılâp Tarihi, Savaş Yayınları, Ankara, 1990, s.441.

[28] Prof. Dr. Hamza Eroğlu, Türk İnkılâp Tarihi, Savaş Yayınları, Ankara, 1990, s.418.

[29] Doğu Perinçek, Bilimsel Sosyalizm ve Bilim, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2011, s.186.

[30] Prof. Dr. Hamza Eroğlu, Türk İnkılâp Tarihi, Savaş Yayınları, Ankara, 1990, s.445.

[31] Attila İlhan, Hangi Atatürk, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2017, s. 136

[32] Attila İlhan, Hangi Atatürk, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2017, s. 137 v.d.

[33] Prof. Dr. Hamza Eroğlu, Türk İnkılâp Tarihi, Savaş Yayınları, Ankara, 1990, s.467.

[34] Alparslan Işıklı, Sosyalizm, Kemalizm ve Din, Tüze Yayıncılık, Ankara, 1997, s. 121.

[35] Wilhelm Reich, Faşizmin Kitle Ruhu Anlayışı, Payel Yayınları, İstanbul, 2002, s.281.

[36] Alpaslan Işıklı, Sosyalizm, Kemalizm ve Din, Tüze Yayıncılık, Ankara, 1997, s. 124.

[37] Prof. Dr. Hamza Eroğlu, Türk İnkılâp Tarihi, Savaş Yayınları, Ankara, 1990, s.291.

[38] Rasih Nuri İleri, Atatürk ve Komünizm, May Yayınları, İstanbul, 1970, s.318.

[39] Rasih Nuri İleri, Atatürk ve Komünizm, May Yayınları, İstanbul, 1970, s.15.

[40] Alpaslan Işıklı, Sosyalizm, Kemalizm ve Din, Tüze Yayıncılık, Ankara, 1997, s. 122.

[41] Attila İlhan, Hangi Atatürk, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2017, s. 113

[42] Attila İlhan, bu yazısını 1978 yılında yazmış, o tarihte Sovyetler Birliği henüz dağılmamıştı. (Y.N.)

[43] Rasih Nuri İleri, Atatürk ve Komünizm, May Yayınları, İstanbul, 1970, s.23.

[44] Alpaslan Işıklı, Sosyalizm, Kemalizm ve Din, Tüze Yayıncılık, Ankara, 1997, s. 100.

[45] Rasih Nuri İleri, Atatürk ve Komünizm, May Yayınları, İstanbul, 1970, s.360.

[46] Metin Aydoğan, Bitmeyen Oyun, Resse Kitabevi, İstanbul, 2014, s.111.

[47] TBMM Zabıt Ceridesi, Devre 4, c. 24, s. 42 vd, s. 51 vd. Aktaran: Doğu Perinçek, Bilimsel Sosyalizm ve Bilim, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2011, s. 180

[48] Erdoğan Aydın, İslamiyetin Ekonomi Politiği, Literatür Yayınları, İstanbul, 2017, s. 85

[49] Erdoğan Aydın, İslamiyetin Ekonomi Politiği, Literatür Yayınları, İstanbul, 2017, s. 86

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir