MİLLİYETÇİLİK VE SOSYALİZM

Marksizm’de etnik ve ulusal sorunlar teori alanında ikinci planda bırakılmıştır. Bu başlık siyaset alanında daha fazla önemsenmiş, tavır alışlar siyaset alanında ortaya çıkan verilere göre oluşmuştur. Yani “ulusal sorun” söz konusu olduğunda teorinin değeri, doğru politik tutumun alınıp alınmadığıyla daha çok ilgilidir. Marksist-Leninist teorinin merkezinde, kapitalist sistemin analizi ve sınıflar mücadelesi vardır. Dolayısıyla, ulusal soruna yönelik ilkesel yaklaşım da işçi sınıfının güncel ve tarihsel çıkarları göz önüne alınarak oluşturulmuştur. Marksizm-Leninizm, sınıf hareketinin “ulusal sorun” hakkında fikir, söz ve eylem sahibi olmasını gerekli görür. Buna karşın, ulusal sorun gündemlerinin, sınıf siyaseti çizgisini ve işçilerin mücadelesini belirlemesi kabul edilmez. Buradan şu anlaşılır: Komünist siyaset, ulusal sorun karşısında bir çeşit “bağımsız duruş” yaratabilmelidir. Bu bağımsız duruş, devrimci nitelikler taşıyabilecek bir ulusal dinamikten kaçış şeklinde değil, o ulusal dinamiğe işçi sınıfı cephesinden yaklaşarak sosyalist bir etki sağlamaya yol açacak politik yöntemler, araçlar ve müdahale kanalları geliştirebilecek şekilde olmalıdır. Bu Marksizm’in yalnızca yorumcu, izlenimci ve olgucu değil, müdahaleci ve dönüştürücü bir dünya görüşü olmasının getirdiği bir zorunluluktur.

Milliyetçilik, millet gerçeğini temel alan bir anlayıştır. Bu nedenle milliyetçiliği anlamak için önce millet kavramını açıklığa kavuşturmak gereklidir.

Millet, Türkçe Sözlükte şöyle açıklanıyor:

  1. Çoğunlukla aynı topraklar üzerinde yaşayan, aralarında dil, duygu, ülkü, gelenek ve görenek birliği olan insan topluluğu, ulus.
  2. Benzer özellikleri olan topluluk.
  3. Bir yerde bulunan kimselerin bütünü, herkes.[1]

Görüldüğü üzere, bu üç tanım içinde bizi ilgilendiren yalnızca ilk tanımdır.

Aynı sözlükte milliyetçilik ise şöyle tanımlanmış: “Maddi ve manevi açılardan millet ve ülkesinin çıkarlarını her şeyin üstünde tutma anlayışı, ulusalcılık.”

Millet, her şeyden önce, ortak bağları olan insan topluluğudur. “Millet” sözcüğü aslen Arapça olup, “din veya mezhep; bir din veya mezhebe bağlı olan cemaat” anlamındadır. Osmanlı Devleti’nin yönetimi din temeline dayandığı için, millet kavramı ile din birliği olan toplum kastedilmiştir.

  1. yüzyıl ortalarından itibaren güçlenen Türkçülük akımının etkisiyle millet, din birliğinden ayrı ve farklı bir topluluk olarak değerlendirilmiş; millet sözcüğü, Fransızca ve Almancadaki “nation”kavramına karşılık olarak kullanılmıştır.

Latince kökenli olan “nation”, kök anlamı itibariyle “aynı atadan gelenler topluluğu” demektir. Dolayısıyla esasen Türkçe kavim veya aşiret karşılığıdır. Türkçe “ulus” ise siyasi amaçla bir araya gelmiş olan boylar konfederasyonunu ifade eder, eski Türkçedeki “budun” sözcüğü de aynı anlama gelir. Bir ara dilimizde millet karşılığı olarak “Budun” sözcüğü kullanılmış, ancak pek tutulmamıştır. 1932 yılından itibaren aynı kavramın Yeni Türkçesi olarak Türkçe “ulus” sözcüğü benimsenmiştir. Ulus sözcüğü, Orhun Yazıtlarında “uluş” olarak yer alır. Kâşgarlı Mahmud’un 10721074 yılları arasında yazdığı Divânu Lügati’t-Türk adlı kitabında millet sözcüğünün Türkçe karşılığı “budun” sözcüğüdür.

Modern milliyetçi düşünce 1789-1799 Fransız Devrimi‘nin fikirlerinden doğmuştur. Milliyetçiliğe yol açan en önemli etken, daha önce hükümdar ve hanedan zemininde tanımlanan siyasi aidiyetin, hükümdardan bağımsız olarak, “halk”a verilmesinin gereğiydi. Siyasi aidiyet ve itaat, “halk”ın ortak iradesine dayandırılmalıydı. Avrupa tarihindeki ilk milliyetçi hareketlere, Napoleon istilası (1804-1815) altındaki Almanya’da rastlanır. Aynı yıllarda, Rus işgali altındaki Polonya‘da güçlü bir milliyetçi akım doğdu. 1821‘de Osmanlı Devleti‘ne karşı ayaklanan Yunanistan, Avrupa’nın milliyetçi çevrelerinde çok destek buldu. 1848‘de Avusturya İmparatorluğu’na karşı ayaklanan Macarlar, daha sonra Çekler ve Sırplar, milliyetçilik akımını Orta Avrupa’ya taşıdılar. 1860-1870 yılları arasında gerçekleşen İtalya birliği, devrimci milliyetçiliğin en büyük zaferlerinden biri olarak algılandı. 1870‘lerde Rusya‘da doğan Pan-Slavizm akımı, yayılmacı milliyetçiliğin ilk örneklerinden biriydi.

Bakunin de ulusal değerleri korumak noktasında ulusçuluğu benimsemekle birlikte yayılmacılığa karşı çıkar:

“(…) Ulusçuluk evrensel değil yerel bir olgu, genel kabul gören bütün diğerleri gibi tarihsel ve zararsız bir olgudur. Her ulus kendine ait bir karakter taşır; bu onun özü, tarihsel varoluş koşullarının bir ürünüdür.

Her birey gibi her ulusun da kendine özgü değerlere sahip çıkarak kendi olmak, kendini gerçekleştirmek hakkı vardır. Ulusal hak denen şey de zaten budur. Fakat bütün bunlar, yine aynı bir birey gibi, bir ulusun niteliklerini bulunmaz kılmasını, söz konusu haklardan çıkar sağlamasını ve sürekli olarak bu haklarla meşgul olmasını gerektirmez. Tersine, bir ulus evrensel insan değerlerine sahip çıktığı ölçüde ulusal değerleri başka ulusların değerleriyle beraber anlam kazanır, yücelir.”[2]

Bizde ise millet kavramının, ırk ve din birlikteliğinden ayrı ve farklı şekilde kullanılması, Millî Mücadele hareketi ile birlikte başlamıştır.

Atatürk, milleti şöyle tarif etmektedir:

“Millet, dil, kültür ve mefkûre (ülkü, ideal) birliği ile birbirine bağlı vatandaşların teşkil ettiği bir siyasi ve içtimaî (toplumsal, sosyal) heyettir.”[3]

Milliyetçi görüşleri savunanlar, “Millet”i oluşturan “Halk”ı tanımlama konusunda, zorluklarla karşılaştılar. Örneğin ayrı lehçeler konuşan Sicilyalılar veya Venedikliler ayrı bir ulus mu, yoksa İtalyan ulusunun parçası mıydı? Avusturya diye bir ulus var mıydı? Makedonlar ayrı bir ulus mu, Bulgar mı, yoksa Güney Slavların bir boyu muydu? Bu konularda farklı görüşleri savunanlar, benimsedikleri ulusa bir tarih ve köken atfederek, onun varlık nedenlerini geçmişe dayandırmaya çalıştılar. Farklı lehçeler konuşan toplumlarda, ortak bir ulusal dil oluşturulması büyük önem kazandı.

Stalin’in millet konusundaki görüşleri ise şöyle:

“Millet, her şeyden önce bir topluluktur, belirli kişiler topluluğudur. Bu topluluk ırk ve kabile topluluğu değildir. Bugünün İtalyan milleti, Romalılardan, Germenlerden, Etrüsklerden, Yunanlılardan, Araplardan vb. oluşmuştur. Fransız milleti Gallilerden, Romalılardan, Bretonlardan, Germenlerden vb. meydana gelmiştir. İngilizlerin, Almanların, öteki milletlerin de değişik ırklardan ve kabilelerden meydana gelen milletler olduklarını söyleyebiliriz.

Demek ki millet, bir ırk ya da kabile topluluğu değildir; tarihî olarak teşekkül etmiş bir insan topluluğudur.

Ayrıca, kuşkusuz ki, Keyhüsrev veya İskender’in kurmuş oldukları büyük devletler de değişik kabile ve ırklardan oluştukları ve tarihî olarak teşekkül ettikleri halde, millet diye adlandırılamazdı. Bunlar millet değildi, şu ya da bu savaşçının, zafer ya da yenilgisine bağlı olarak birleşen veya dağılan, aralarında pek az bağ bulunan ve tesadüf sonucu birleşmiş insan gruplarıydılar.

Demek ki millet, tesadüf sonucu birleşmiş iğreti bir topluluk değildir; insanların kararlı bir topluluğudur. Ama her kararlı topluluk da milleti meydana getirmez. Avusturya ve Rusya da kararlı topluluklardı ama kimse bunları millet diye adlandıramaz. Öyleyse milli topluluğu devlet topluluğundan ayıran şey nedir? Ayırıcı nitelikler arasında şunu söyleyebiliriz: Milli topluluk, ortak bir milli dil olmadan düşünülemez. Oysa devlet için, ortak dil zorunlu değildir. Avusturya’da Çek milleti, Rusya’da da Polonya milleti, ortak bir dil olmadan meydana gelemezlerdi. Öte yandan Rusya’da ve Avusturya’da bir sürü dillerin varlığı, bu devletlerin birliğine engel olmamaktadır. Burada söz konusu olan halkın konuştuğu dillerdir, yönetimin resmi dili değil.

Demek ki, dil birliği, milletin karakteristik niteliklerinden biridir.”[4]

Stalin, dil birliğinin yanı sıra, toprak birliğini, ortak bir ekonomik yaşamı ve ruhsal şekillenmedeki birliği de milletin karakteristik nitelikleri olarak sayıyor. Tüm bunlardan hareketle milletin tanımını şöyle yapıyor:

“Millet, dil, toprak, ekonomik yaşam birliğinin ve ortak kültür biçiminde ruhsal şekillenme birliğinin hüküm sürdüğü, tarihî olarak meydana gelmiş, kararlı bir topluluktur.

Söylemeye gerek yok ki, millet de her tarihi olduğu gibi evrimin kanunlarına bağlıdır ve bir başlangıcı, bir tarihi ve bir sonu vardır. Yukarıdaki niteliklerin hiçbiri tek olarak ele alındığında milleti tanımlamaya yetmez. Üstelik bu niteliklerin bir tekinin bile yokluğu, milletin millet olmaktan çıkması için yeterlidir. Ortak millî karakteri olan insanlar düşünebiliriz; ama bunlar ekonomik bakımdan bağıntısız ise, ayrı topraklarda yaşıyorlarsa, ayrı diller konuşuyorlarsa vb. bunların tek bir milleti teşkil ettiğini söyleyemeyiz. Bizce tek bir millet teşkil etmeyen Rusyalı, Galiçyalı, Amerikalı, Gürcistanlı ve Kafkasyalı Yahudilerin durumu böyledir.

Aynı toprakta yaşayan ve ortak ekonomik yaşamı bulunan insanları düşünebiliriz, ama bunların, dil birliği ve ortak bir milli karakteri yoksa millet olamazlar. Baltık ülkelerindeki Almanlar ve Letonlar için durum böyledir.

Norveçliler ve Danimarkalılar aynı dili konuşurlar, ama öteki ortak özellikleri olmadığı için millet teşkil etmezler.

Ancak niteliklerin hepsinin birleşmesinden millet meydana gelir.”[5]

Stalin, milletlerin ve milli devletlerin oluşumu, milli hareketler ve o sırada sürmekte olan İkinci Dünya savaşı konusunda ise şunları söylüyor:

“Millet, yalnız tarihi bir kategori değildir; belirli bir çağın, yükselen kapitalizm çağının bir tarihi kategorisidir. Feodalizmin tasfiyesi ve kapitalizmin gelişmesi süreci, aynı zamanda insanların milletler halinde teşekkülü sürecidir. Örneğin Batı Avrupa’da bu böyle olmuştur. İngilizler, Fransızlar, Almanlar, İtalyanlar vb. feodal parçalanmadan yararlanan kapitalizmin zaferlere yürüyüşü sırasında milletler haline gelmişlerdir.

Ama milletlerin oluşumu aynı zamanda bunların bağımsız milli devletler durumuna gelmeleri demekti. İngiliz, Fransız milletleri aynı zamanda İngiliz devleti, Fransız devletidirler. Bu sürecin dışında kalmış olan İrlanda, bütünün tablosunu değiştirmez.

Doğu Avrupa’da durum değişiktir. Batıda milletler devlet biçiminde gelişirken doğuda çok milliyetli devletler teşekkül etmişti; Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Rusya gibi. Avusturya’da Almanlar siyasal bakımdan en gelişmiş millet olarak belirip, Avusturya’daki ayrı milletleri bir devlet içinde birleştirme işini yüklendiler. Macaristan’da devlet olarak örgütlenmeye en yakın olan Macarlar, Macaristan’ın birliğini gerçekleştirdiler. Rusya’da örgütlü ve tarihî olarak teşekkül etmiş soyluların güçlü askeri bürokrasisinin yönetimine sahip olan Büyük-Ruslar, milliyetlerin birleştirilmesi görevini üzerlerine aldılar.

Doğu Avrupa’da da böyle oldu.

Devletler halinde teşekkülün bu özel şekli, ancak henüz tasfiye edilmemiş feodalizm koşullarında, az gelişmiş bir kapitalizm koşullarında, geriye itilen milliyetlerin millet durumuna geçebilmeleri için, henüz ekonomik bakımdan gelişmeye vakit bulamadıkları bir zamanda mümkündü.

Kapitalizmin Doğu Avrupa devletlerinde de gelişmesi, ticaret ve ulaştırma yollarının gelişip, büyük şehirlerin ortaya çıkışı, milletlerin ekonomik bakımdan güçlenmesi; kapitalizmin, ezilen milliyetlerin hayatına sessizce girip onları hareketlendirmesi; basının ve tiyatronun gelişmesi; Avusturya’da Reicstrat ve Rusya’da Duma’nın ‘milli duygu’ların gelişmesindeki katkıları ve yeni oluşan aydınlar zümresinin ‘Milli Ülkü’yü benimseyerek bu doğrultuda eyleme girmeleri… Ama bilinçlenen bu ezilmiş milliyetlerin, bağımsız milli devletler durumuna geçememeleri söz konusudur. Bu milliyetler, öncelerden beri devletin başında olan egemen milletlerin yönetici tabakalarının sert direnmeleriyle karşılaşıyorlar. Artık çok geçtir!

Avusturya’da Çeklerin, Polonyalıların vb; Rusya’da Letonyalıların, Litvanyalıların, Ukraynalıların, Gürcülerin, Ermenilerin vb. millet durumuna geçmeleri işte böyle olmaktadır. Yani Batı Avrupa’da bir kural dışı olan şey -İrlanda- Doğu’da genel kural olmuştur.

Batı’da İrlanda, bu genel dışılığa bir milli hareketle karşılık verdi, Doğu’da da uyanan milletler aynı biçimde hareket edeceklerdi.

Böylece, Avrupa’nın doğusunda bulunan genç milletleri savaşa iten koşullar meydana gelmiş oldu.

Savaş, milletlerin hepsi arasında değil, egemen milletlerin egemen sınıfları ile ezilen milletlerin egemen sınıfları arasında başladı. Alevlendi. Savaş genel olarak (Çekler ve Almanlar arasında olduğu gibi) ya ezilen milletin kent burjuvazisi ile egemen milletin büyük burjuvazisine karşı; ya (Polonya’daki Ukraynalılarda olduğu gibi) ezilen milletin köy burjuvazisi ile ezen milletin büyük toprak sahipleri arasında; ya da (Rusya’da Polonya, Litvanya, Ukrayna’da olduğu gibi) ezilen milletlerin ‘milli’ burjuvazisinin tümü ile egemen milletin iktidardaki soylu sınıfı arasında sürmektedir.

Başrolü burjuvazi elinde tutmaktadır.”[6]

Günümüzde sosyalistlerin kendilerini “Marksist” olarak tanımlamaları, sosyalizm kavramını Marx’la başlatıp Marx’la bitirmek anlamına gelir; bu da bir anlamda, sosyalizmi çok dar bir çerçeve içine sıkıştırmaktır. Sosyalizmi Marx icat etmedi; sosyalizm, Marx’tan yüzlerce hatta binlerce yıl önce de vardı. Marx’ın yaşadığı 19. yüzyılın sorunlarının temelindeki çelişki, emek ile sermayenin çelişkisiydi. Sermayenin ulusal sınırları aşması ve emperyalizm olgusunun ortaya çıkması, Marx’ın ölümünden kısa bir süre önce gerçekleşti. Emperyalizm döneminde sosyalizme giden yolda, sınıf hareketi ile ulusal bağımsızlık mücadelesinin birleştirilmesi gereği ortaya çıktı. Sınıf mücadelesi, “vatan savunması” ile birleşerek “millî” bir nitelik kazandı. 20. yüzyılın başında, Lenin önderliğindeki Rus Devrimi ve sonraki devrimler böyle başarıldı.

Marx, I. Enternasyonal bünyesinde ve çoğu yerde, “İşçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır” demişti. Mustafa Kemal Atatürk’ün 21/22 Haziran 1919 tarihli Amasya Tamimi’nde (Genelgesinde), “Milletin istiklâlini (bağımsızlığını) yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” şeklindeki ifadesi kurtuluş savaşının asıl prensibini oluşturmuştur. Bu prensip, milletin her ferdini, cins, sınıf, ırk, dini inanç farkı olmaksızın, ortak bir göreve ve sorumluluğa davet ediyordu. Çarlık Rusyası da Birinci Dünya Savaşı’nda savaşın taraflarından biriydi. Ancak Çarlık yıkıldıktan sonra 1917 Ekim’inde Bolşeviklerin iktidara gelmesinin en önemli nedenlerinden biri, Rusya’nın birliğini koruyacak tek güç olmalarıydı. Sosyalizmin kurulabilmesi için, önce sosyalizmin kurulacağı coğrafyanın emperyalizme karşı savunulması şarttı.

  1. yüzyılda proletaryanın, devrimi başarmak için vatan sınırlarını aşıp, diğer ülkelerin proleterleriyle dayanışma içine girmeleri gerekiyordu.

Marx ve Engels, 1848 yılında yazdıkları “Komünist Parti Manifestosu”ndaki “işçilerin vatanı yoktur” saptamasını ve “Bütün ülkelerin işçileri birleşin!” çağrısını o zamanın Avrupa’sı için yaptılar. Komünist Parti Manifestosu’nda şöyle diyorlardı:

“İşçilerin vatanı yoktur. Kendilerine ait olmayan bir şeyin ellerinden alınması mümkün değildir. Her ülkenin proletaryası, her şeyden önce siyasal iktidarı ele geçirmek, kendini ülkenin yönetici sınıfı düzeyine getirmek, kendini ulus yapmak durumunda olduğu için, kendisi de hâlâ ulusaldır, ama burjuva anlamda değil…

Zaten daha burjuvazinin, ticaret özgürlüğünün, dünya pazarının, sanayi üretimindeki tek biçimliliğin ve bununla uyuşan yaşam koşullarının gelişmesiyle birlikte, halklar arasındaki ulusal ayrışmalar ve karşıtlıklar da giderek yok olmakta.

Proletarya iktidara gelince, bunlar daha da yok olacaktır. Hiç değilse uygar ülkeler arasında birleşik eylem, proletaryanın kurtuluşu için başlıca koşullardandır.

Bir bireyin başka bir bireyi sömürmesi ortadan kalktıkça, bir ulusun diğerini sömürmesi de ortadan kalkacaktır. Ulusun kendi içerisindeki antagonizmaları (karşıtlıkları) ortadan kalktıkça, ulusların birbirlerine karşı düşmanca tutumları da yok olur.”[7]

Ancak aynı Avrupa’da diğer taraftan bir de ulusal bağımsızlık süreci yaşanıyordu. Engels, Manifesto’ya 1892’de yazdığı önsözde şöyle diyordu:

“Avrupa uluslarının gerçek uluslararası iş birliği, ancak bu ulusların her birinin kendi vatanında tamamen bağımsız olmalarıyla mümkündür.”

1893’te yazdığı önsözde, aynı konuyu bir kez daha ele alıyordu:

“Tek tek her ulusun birlik ve bağımsızlığını yeniden sağlamaksızın ne proletaryanın uluslararası birliği gerçekleştirilebilir ne de bu ulusların ortak hedeflere yönelik barışçı ve mantıklı iş birliği.”

Lenin de “Sosyalizm ve Savaş” adlı yapıtında, ezilen ulusların büyük devletlere karşı savaşını vatan savunması olarak kabul etmemenin budalalık olduğunu belirtir. 1914 yılı sonunda yazdığı “Büyük-Rus Ulusal Gururu Üzerine” başlıklı yazısında, Çarlığın yayılma ve tahakkümünü desteklemek anlamında bir “vatan savunmasını” reddetmiştir, ancak vatanseverliğin de çarlara, büyük toprak sahiplerine, büyük burjuvalara bırakılmaması gerektiğine vurgu yapmıştır. Emekçi halk vatansız değildir; asıl vatan sevgisi, vatan için sorumluluk duygusu, emekçilere aittir. Lenin, “Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı” adlı yapıtında ise şunları söyler:

“Ulusal gurur duygusu, bize, biz bilinçli Rus proleterlerine yabancı bir duygu mudur? Elbette ki değildir! Biz, dilimizi ve vatanımızı severiz; biz vatanımızın emekçi yığınlarını (yani vatanımız nüfusunun onda dokuzunu) demokratik ve sosyalist bilinç düzeyine yükseltmek için elimizden geleni yapıyoruz. Çarın kasapları, soylular ve kapitalistler elinde, güzel vatanımızın uğradığı hakaretleri, zulüm ve aşağılamaları görmek ve duymak bizim için çok acıdır. (…) Biz Büyük-Ruslar, bu zulüm ve aşağılamalara karşı göstermiş olduğumuz direnişten ötürü gurur duyuyoruz.”[8]

Sovyetler Birliği’nin devrimci döneminde, vatan sevgisini geliştirmek, eğitimin temel görevlerinden biriydi. Örneğin Kalinin tarafından yazılan “Komünist Eğitim” kitabında, “tüm emekçileri coşkun bir vatanseverlik ve vatana karşı hudutsuz bir aşkla eğitmemiz gerekir” deniyordu. Aynı kitapta Sovyet vatanseverliği, “halk destanlarıyla başlayan derin geçmişe” bağlanıyordu.

Komünist Enternasyonal, 1935 yılında toplanan VII. Kongresinde bütün komünist partilerin önüne vatan savunması görevini koydu; 1941 yılında Komünist Enternasyonal kapatıldı.

Stalin İkinci Dünya savaşı öncesinde sanat ve propaganda alanlarında, Rus vatanseverliğini güçlendiren bir kampanya başlattı. Dünya sinemasının dev isimlerinden, Rus sinema yönetmeni Ayzenştayn, “Aleksandr Nevski” ve “Müthiş İvan” gibi bazı eski Rus Çarlarının vatanseverliklerini konu alan filmlerini o dönemde yaptı.

1943 yılına kadar, Sovyetler Birliği’nin resmi marşı Enternasyonal’di. O yıl, Alman Nazi orduları Stalingrad kapılarına dayanınca millî marş değiştirildi. Sovyetler Birliği’nin yeni marşı şöyle başlıyordu:

 

Büyük Rus milletinin perçinlediği

Özgür cumhuriyetlerin parçalanmaz birliği

Yaşasın halkların iradesiyle kurulmuş

Yüce ve güçlü Sovyetler Birliği[9]

 

9 Mart 1935 tarihli Pravda Gazetesi’nde, “Sovyet Yurtseverliği” başlığı altında yer alan şu yazıda sosyalist yurtseverlik şöyle anlatılmaktadır:

“Sınırsız bir sevgiyi, yurda koşulsuz bağlılığı, yurdun yazgısı ve savunması konusunda sorumluluklar yüklenmeyi dile getiren ateşli bir duygu olan Sovyet yurtseverliği, halkımızın ölçülmez derinliklerinden fışkırmaktadır. Hiçbir zaman, hiçbir yerde savaş kahramanlığı bizimkinin düzeyine çıkamamıştır. Rusya’daki devrimci savaşımın, Sovyetler Birliği’nin eşi benzeri bulunmayan olağanüstü tarihi, yurt toprakları söz konusu olunca, işçilerin neler yapabileceğini göstermiştir, göstermektedir. Yer altı etkinliklerinde, barikatlarda, Bucenni süvari alayının yıldırım baskınlarında, Devrim’in çelik ordularının makineli tüfek fişekliklerinde, toplumcu sanayi ile fabrika işçilerinin uygun adım yürüyüşlerinde, kentli ve köylü işçilerin söyledikleri marşlarda, Komünist Parti’nin etkinliğinde özgürlüğe kavuşturulan ve tepeden tırnağa yenileştirilen sevgili ülkemizin uçsuz bucaksız ölümsüz şarkısı çınlamıştır, hâlâ da çınlamaktadır.

Lenin’le Stalin’in kucaklarında sallayıp büyüttükleri Sovyetler Birliği’dir bu! Ekim Devrimi’yle doğan güneşin ışınları okşamaktadır her yanını! O gün, dereler mırıldanmaya başlamış, kabaran ırmaklar üzerindeki buzu kırmış, emekçilerin enerjileri Sovyetler Birliği eliyle, onun ünü ve gücüyle tarihsel evrime yeni perspektifler açmak üzere eyleme geçmiştir. Her yanda bolluk içerisindeki bir yaşamla toplumcu kültür tohumlarının yeşerdiği görülmektedir. Ortaklaşmacılığın bayrağını masmavi göğün ta yakınındaki yüce doruklara taşıyoruz.

Sovyet yurtseverliği, kan ve kılıçla kapitalistlerin ve büyük toprak ağalarının elinden kurtarılmış şu ülkeye halkımızın duyduğu sevgidir, yine halkımızın yarattığı yüce yaşama duyulan bağlılıktır; gerek Doğu’da, gerek Batı’da tuttuğumuz dikkatli ve silahlı nöbettir; ülkemizde, hem de yalnız bizim ülkede serpilip gelişen insan dehasının büyük kültürel mirasına bağlılıktır. Sovyetler Birliği sınırlarına yaklaşan yabancıların, başka türlü eğitim görmüş kişilerin bu uygarlık beşiği, bu al bayraklı Devlet karşısında yerlere kadar eğilmesine şaşılır mı hiç?

Sovyetler Birliği, ey insanlığın ilkbaharı! Moskova adı, işçiler, köylüler, dürüst ve eğitilmiş dünyalılar için bir uyarı çanıdır, ayrıca ışıklı bir gelecek, faşist barbarlığa karşı kazanılacak zaferin umududur… Bizim toplumcu ülkemizde, halkın çıkarlarıyla ülkeninkiler, hükümetinkiler birbirinden ayrılmaz. Sovyet yurtseverliğinin kaynağı, halkımızın, Komünist Parti yönetiminde kendi yaşamını kurmakta oluşunda, güzel ve varlıklı ülkemizin emekçilere Sovyet devleti aracılığıyla tanıtılmış bulunmasındadır. Doğuşumuzu gören yurda, toprağa ve göğe bağlanmaya bir de toplumcu yurdumuzun, onun büyük Komünist Partisi’nin, Stalin’inin bize verdiği övüncün erişilmez gücü eklenmektedir. Ülkenin düşmanları üstüne bir çığ gibi yürüyüp onları yeryüzünden silmeye hazır savaşçıları, şövalyeleri, yiğitleri doğuran ve yetiştiren Sovyet yurtseverliğidir. Gençlerimiz ana koynunda emerler yurt sevgisini. Ülke çıkarlarını her şeyden, giderek canlarından bile üstün tutan yeni yurtsever Sovyet kuşakları yetiştirmeliyiz. (…)

Yenilmez Sovyet yurtseverliği anlayışını -çok kırılgan bir fidan gibi- en büyük özen, en büyük ustalık, en büyük yaratıcı güçle beslemekteyiz. Sovyet yurtseverliği, Ekim Devrimi’nin en belirgin niteliklerindendir. Tükenmez bir güç, gözü peklik, tazelik, yiğitlik, coşku, güzellik ve devinim kaynağıdır!

Sovyet yurtseverliği, uçsuz bucaksız bir alev gibi sarmıştır ülkemizi. Yaşamı yürütür. Zırhlı araçlarımızın, ağır bomba uçaklarımızın, zırhlılarımızın motorlarını çalıştırır, toplarımıza mermi sağlar. Sovyet yurtseverliği, dingin yaşamımızı, gücümüzü ve ünümüzü tehlikeye sokan, daha başından yenilmeye yazgılı dönek düşmanların göz diktiği sınırlarımızı beklemektedir…”[10]

Anlaşılan o ki, Lenin’in Emperyalizm teorisiyle önem kazanan ve sınıf mücadelesiyle bütünleşen yurtseverlik, Sovyet halkının Nazi işgaline karşı mücadelesinde de önemli rol oynamıştır. Yazıdaki yurtseverliğin, insanın doğduğu toprağa duyduğu doğal sevgiyle ilgisi olmayan, aşırı duygusal, coşkulu, abartılı, fanatik bir yurtseverlik olduğu düşünülebilir; ancak o sıralarda yaklaşmakta olan Nazi işgaline karşı halkın yüksek morale ve güdülenmeye ihtiyacı olduğu gerçeğini göz önüne almamız gerekir.

Bir halkın doğduğu toprağa duyduğu sevgi, işlenen toprağa bağlılık, aynı dili konuşan, aynı kültüre sahip olan bir topluluğa bağlanma, insan yaşantısının son derece doğal, ciddi ve köklü özelliklerindendir. Ancak bu özellik de din gibi, insanın kişilik yapısına göre ilerici ya da gerici çıkarlara hizmet edebilir. Bu yüzden sosyalist yurtseverlikle, faşizmin baskıcı devlet anlayışına hizmet eden ırkçı milliyetçilik anlayışı arasındaki ayrımı doğru belirlemek önemlidir.

Sosyalizm ile milliyetçilik ilişkisini doğru olarak belirlemedikçe, Marksizm’in günümüz dünyasının sorunlarına çözüm bulması mümkün değildir. Bu bağlamda konunun bel kemiği, Lenin’in ünlü “Uluslara Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı” (UKKTH) tezidir.

Kendi kaderini tayin meselesinin bir ilke/hak olarak kullanımı ise Wilson Prensipleri başlığı altında dünya gündemine gelmiştir. Wilson’un adı altında biçimlenen formül, ABD’nin ve ABD ile ittifak halinde bulunan devletlerin el altında bulundurduğu sömürge halklarına hitap etmemekte, savaşta yenilecek olan üç imparatorluğun tebaasıyla sınırlı bir düşman cezalandırma edimini ifade etmekteydi. Bu sebepten ötürü Wilson önerisini prensip saymak bir yana, radikal ya da özgürleştirici bir politika olarak tanımlamak da mümkün görünmemekteydi.[11]

Kendi kaderini tâyin hakkı, ulusların kendi geleceklerini belirlemesi kavramıdır. Genel olarak, milletlerin kendi siyasal durumlarını, ekonomik, sosyal ve kültürel anlamda izleyecekleri yolu kendi iradeleriyle belirlemeleri anlamına gelir. Kendi geleceğini belirleme hakkı yalnızca ulusun kendisine aittir; yani hiçbir ulus başka bir ulusun hayatına zorla müdahale etme, okullarını ve diğer kurumlarını yok etme, gelenek ve göreneklerine saldırma, dilini baskı altına alma ve özgürlüklerini kısıtlama hakkına sahip olamaz. Kelime İngilizce Self determination kelimesinden türetilmiştir.

Birleşmiş Milletler, devletlerin toprak bütünlüğünün self determinasyon hakkından daha önde olduğunu kabul etmektedir. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu dönem sözcüsü Miroslav Lajčák; kendi kaderini tayin hakkını temel bir hak olarak kabul etmekle beraber bu hakkın kullanılabilmesi için iki şart koşulduğunu ifade etmiştir:

1-Bu hak kullanılırken devletlerin toprak bütünlüğü ihlal edilmeyecektir.

2-Bu hak kullanılırken meseleye taraf olan herkes mutabakat halinde olacaktır.

Bu hakkın kökleri, Fransız ihtilali sırasında 1795 tarihinde yayınlanan insan ve vatandaş hakları demecine kadar uzanmaktadır. Bu terimin ilk kullanımı ulus devlet kavramının şekillenmeye başladığı 18. Yüzyıla kadar götürülebilirse de kavramın modern anlamda oluşumu 20. yüzyıl başlarındaki kullanımıdır. Bu kavram Lenin tarafından 1914 yılında dile getirilmiş, ardından I. Dünya Savaşı yıllarında ve sonrasında ABD Başkanı Woodrow Wilson terimi sık sık kullanmıştır. Ancak Wilson İlkeleri olarak bilinen 14 maddelik bildirgenin hiçbir maddesinde bu terim yer almamıştır.

Bu dönemde bu ilkenin en çok ilgilendirdiği ülkeler, birçok ulusu içinde barındıran Osmanlı Devleti, Çarlık Rusyası gibi ülkelerdi. Bu devletlerde yaşayan birçok halk, bu ilkeye dayanarak kendi bağımsızlık savaşlarına girişmişlerdir. Diğer taraftan birçok yayılmacı ülke bu oluşacak bağımsız devletlerden yararlanmak için manda ve himaye sistemini kullanmaya başlamışlardır. Lenin 1914 tarihli ünlü “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı” isimli makalesinde, ortaya çıkan durumu şu şekilde ifade eder:

“Emperyalizm koşullarında yalnızca ulusların kendi kaderini tayin hakkı değil, siyasi demokrasinin bütün temel talepleri ancak kısmen uygulanabilir, üstelik çarpıtılmış ve istisnai olarak. (…) Fakat bundan, hiç de sosyal demokratların bütün bu talepler için acil ve kararlı bir mücadeleden vazgeçmeleri gerektiği sonucu çıkmaz-sosyal demokratların böylesi bir mücadeleden vazgeçmeleri sadece burjuvazi ve gericiliğin ekmeğine yağ sürecektir”[12]

Lenin’in ardından konuyla en çok ilgilenen Sovyet liderlerinden biri olan Stalin, bu ilkenin toplumlardaki önemini şu şekilde ifade etmiştir:

“Ulusların kendi kaderini tayin hakkı için mücadelede, sosyal demokrasinin amacı, ulusal baskı politikasına son vermek, bu politikayı imkânsız kılmak ve böylece uluslararasındaki çekişmeyi ortadan kaldırmaktır. (…) Bu sebeple işçiler, en incesinden en kabasına kadar ulusal baskıya ve ulusları birbirlerine karşı kışkırtma politikalarının bütün biçimlerine karşı savaşırlar ve savaşmaya devam edecekler.”[13]

Bu “ilkeler” ulus-devlet formunun emperyalistleşmesi sürecinde kullanıldılar. Son olarak, bu eski formül, kendisini 1990’lardan sonra sıkça gözlemlediğimiz emperyalist müdahale süreçlerinde gösterdi. Bağımlı/mikro milliyetçilikler kendi “doğal-tarihsel” haklarını emperyalizmle iş birliği içerisinde ileri sürüp ülkelerinin kolektif varlıklarını bireysel haklara tahvil etme, yani metalaştırma sözleri verirken, kendi kaderini tayin hakkının içeriği de Lenin’in değil, Wilson’un verdiği anlamda biçimlenecekti.

“Uluslara Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı”, bir halkın referandumla ya da başka yöntem aracılığıyla, nasıl yönetilmek istediğine özgürce karar verebilme hakkıdır. Özü itibariyle ayrı bir devlet olarak örgütlenebilme hakkıdır. Ancak, ezilen ulus, bu hakkını ayrılık biçiminde kullanmak zorunda değildir. Eşit haklar ve gönüllü birlik temelinde demokratik bir ülke, özerklik ya da federasyon gibi tercihleri olabilir. Ayrılma hakkı ve tercih birbirine bağlı ama iki ayrı konudur. Tıpkı boşanma hakkı gibi: Boşanma hakkının olması herkesin boşanacağı anlamına gelmez, ama boşanma hakkının kaldırılması da kadının köleliği anlamına gelir.

“Uluslara Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı”, dünyanın ezen milletler ve ezilen milletler olarak ikiye ayrılmış olduğunun karar haline getirildiği, İkinci Enternasyonal’de gündeme getirilmiştir. 1896 Londra Uluslararası Kongresinden itibaren İkinci Enternasyonal’de üç farklı tez karşı karşıya geldi. Birincisi, Polonya milliyetçilerinin teziydi. Bu tez, ulusal sorunun çözümü olarak bağımsız devletin kurulması gerektiğini savunuyordu. İkincisi Rosa Luxemburg’un teziydi: Luxemburg, küçük küçük devletlerin bağımsız olamayacağını, emperyalizme bağlı kalacağını düşünüyordu; bu nedenle sosyalizmin ancak büyük kapitalist pazar temelinde kurulabileceğini savunuyor, ayrılmayı kesinlikle reddediyordu. Luxemburg’a göre, milliyetleri kapsayan bir çekişmede tüm kozların yönetici sınıfın elinde olması kaçınılmazdı. Üçüncüsü ise Kautsky’nin savunduğu ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı idi. Kaustky daha sonra bu ilkeyi terk etti.

Bu arada ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının tarihsel zeminine bakmakta fayda var: İlk ulusal hareketler kapitalizmin gelişmesiyle feodal iktidara karşı burjuva ulusal hareketler biçiminde ortaya çıktı. Emperyalizm çağında ise iki biçim aldı: Birincisi emperyalizmin sömürgeleştirdiği ülkelerde, bir ulusun toprağının işgal edilmesi, başka bir ulus tarafından boyunduruk altına alınmasıyla ulusal burjuva hareketler şeklinde; ikincisi ise çok uluslu ve ulusal baskının olduğu ülkelerde, kendi dillerini, kültürlerini kullanamayan azınlıklarda, kendi kendini yönetmek gibi taleplerle.

Rosa Luxemburg, ulusların kaderlerini tayin hakkına karşı çıkmış, Lenin ise bu hakkı savunmuştur. Ancak hakkın savunulması ile sosyalistlerin ezilen ulusun tercihi karşısında alacağı tutum iki ayrı konudur. Sosyalistler, tartışmasız olarak ulusların kaderlerini tayin hakkını, yani ayrı bir devlet kurma hakkını savunur. Zaten bunu savunmaması, mevcut egemen devletin ezilen ulus üzerinde baskısının kabulü anlamına gelir. Bu nedenle sosyalistler, özgürce karar vermesi engellenen ezilen ulusların kaderlerini tayin hakkını, tartışmasız bir biçimde savunurlar.

Bu hakkı savunmaları, sosyalistlerin, her koşulda ayrı bir devletin kurulmasını savundukları anlamına gelmez. Örneğin Bolşevikler, programlarında bu hakkı tartışmasız bir biçimde savunmuşlar, ancak aynı programda ulusal sorunun çözümü olarak tüm ulusal ayrıcalıkların kaldırıldığı, eşit haklara ve gönüllü birlikteliğe dayanan demokratik bir ülkeyi öngörmüşlerdir. 1917 devriminden sonra da yine ulusların kaderlerini tayin hakkını savundular ancak halkların bu hakkı özerklik ve federasyon biçimde kullanmaları için mücadele ettiler. Finlandiya ise bu hak kapsamında ayrılmayı tercih etti. Sovyet iktidarı bunu saygıyla ve biraz da üzüntüyle karşıladı; Bolşevik hükümeti Stalin’in temsil ettiği özenli bir törenle, Finlandiya’ya bağımsızlığı verildi. Özet: Sosyalistlerin ulusların kaderlerini tayin hakkı ilkesini savunması, pratik olarak her zaman ayrılmayı savundukları anlamına gelmez. “Ayrılma hakkını” savunmak başka, “ayrılmayı” savunmak başkadır. Sosyalistler ayrılma konusunda, hangi biçimin işçi sınıfı ve emekçiler için daha faydalı olduğuna bakar, o doğrultuda mücadele eder.

Lenin, 20. yüzyılın ilk çeyreği dolmadan imparatorlukların çöküşünün bağrında yükselen ulusal hareketleri devrimci bir çözümlemeyle değerlendirmiş ve komünist tutumu belirleyecek bir teorik çerçeve oluşturmuştu. Lenin’e göre, “Boşanma serbestliğini savunan bir kimseyi aile bağlarını yıkmak istemekle suçlamak” ne kadar budalaca ve ikiyüzlü bir tutumsa, bir ulusun kendi kaderini tayin etmek istemesini bölücülükle, ayrımcılığı teşvik etmekle suçlamak da o kadar budalaca ve ikiyüzlülüktü.[14]

Lenin bu tanımı Birinci Paylaşım Savaşı’nın hemen öncesinde oluşturmuş ve ulusların bağımsızlık arayışlarının aynı zamanda imparatorlukların çöküşü olduğunu öngörmüştü. Lenin’in yaptığı aslında, bu çöküşü devrimci bir müdahaleyle zafere dönüştürmekti. Ulusal hareketler sosyalist hareketlerle ilişkilendikleri her örnekte, emperyalizmin hegemonyasına karşı bir mevzi anlamına geliyordu ve neredeyse hepsi yeni bir sosyalist kurtuluş niteliği taşıyabilirdi. Ancak Lenin, bir ulusun ayrılma hakkını kesin olarak tanımakla birlikte, bu hakkın kullanımını her örnekte teşvik etmedi. Ölçü, ulusal mücadelelerde aynı zamanda işçi sınıfının kaderini tayin hakkı niteliğinin olup olmamasıydı. “Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları” adlı kitabında şöyle diyordu:

“Ne var ki, kendi kaderini tayin özgürlüğü için savaşım vermeyi hiç duraksamadan tanımamız, ulusal kaderi tayin etmeyi amaçlayan her isteği kesinlikle destekleme yüklenimi altına girdiğimiz anlamına gelmez. Proletaryanın partisi olarak Sosyal Demokrat Parti, halkların ya da ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı yerine, her ulus içindeki proletaryanın kendi kaderini tayin hakkına geçerlik kazandırmayı kesin temelli ödevi sayar.”[15]

Lenin’in bu sözleri Marx ve Engels’in Komünist Parti Manifestosu’nda yazdıklarıyla da aynı doğrultudadır:

“Komünistler, proleterlerin çeşitli ulusal mücadeleleri içinde, ulusallıktan bağımsız olarak, tüm proletaryanın çıkarlarını öne çıkarırlar.”[16]

Sovyetler Birliği anayasasının 17. Maddesinde, ulusal cumhuriyetlerin kendi kaderlerini belirleme (ayrılma) haklarına sahip oldukları öngörülür, ancak Çin Halk Cumhuriyeti’nin anayasasında böyle bir hüküm yoktur. Yugoslav anayasasında da zaman zaman yer almıştır. Ne var ki, kapitalist olsun, sosyalist olsun, hiçbir devlet temel hukuk metinlerinde ayrılmayı gerçekleştirecek usulleri açık biçimde ifade etmemiştir; ifade etmesi de beklenemez. Abraham Lincoln’ün belirttiği gibi, hiçbir devlet kendi dağılışının koşullarını hazırlamaz.[17]

Marx ve Lenin’in düşündükleri gibi, komünizmin “son aşamasında” ulusal düşmanlıkların silineceği de doğru olabilir. Ama şu anlık, sosyalist devletler ulusal çıkarlarının kapitalist devletler kadar bilincinde olduklarından, ayrılıkçı propagandaya izin vermeleri olasılık dışıdır. Bunun için, birbirini sevmeyen ulusal grupların yer aldığı çokuluslu sosyalist devletler, onları ezmektedirler.[18] Örneğin Sovyetler Birliği, özellikle Stalin döneminde, ulusal cumhuriyetlerdeki milliyetçi hareketleri şiddetli bir biçimde bastırdığında, Lenin’in milliyetler politikasını izlediğini iddia edemez.

Ayrılık isteminin hakikaten proleterlerin duygularını mı temsil ettiğini, yoksa birtakım kliklerin düşüncesi mi olduğunu bilmeliyiz. Şikayetlerin izlerinin ulusal ayrımcılıktan mı, başka nedenlerden mi, yoksa genel konjonktürden mi ileri geldiğini de bilmeliyiz.[19]

Buraya kadarki kısımdan çıkaracağımız teorik-politik tutum şudur: Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı, ayrılma hakkı da içinde olmak üzere, sosyalistlerin hiç tereddütsüz kabul etmeleri gereken bir haktır. Ancak sosyalistlerin, komünistlerin, bu ayrılma hakkının fiilen kullanılmasının yaratacağı sonuçları, işçi sınıfının çıkarlarını dikkate alarak süzgeçten geçirmesi, uyarılarda bulunmaları ve buna uygun siyasal tutum takınmaları gerekir. Ulusal sorunun, sosyalistler açısından, iktidar arayışında, sınıf mücadelesinde, devrimci bir bağlama yerleştirilmesi zorunludur. Uluslara Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı’nın kullanılmasını dönemin gerçekleri gerek uluslararası gerek bölgesel güç dengeleri, emperyalist odakların projeleri gibi, güncel, somut olgular çerçevesinde, yani “pratik açıdan” değerlendirmek zorunludur.

Klasik emperyalizm teorilerinin çizdiği anlamıyla emperyalizm yerini, bir devletin ülke ve olanaklarının farklı merkezlerden gelen sermaye gruplarının faaliyet ve temsiline açıldığı, bireysel kapitalistlerin de birden çok devletin ülkesinde faaliyet ve temsil olanağı bulduğu yeni bir emperyalist düzenek almıştır. Uluslararası düzlemde yeni bağımlılık ilişkilerinin belirleyiciliğinde, türlü kaynak ve zenginlik aktarma yöntemleri gündemdedir: Ortada kolektif ve yeni bir emperyalizm bulunmaktadır. Yeni haliyle emperyalizm, hegemon devlet (ABD) başta olmak üzere bir seri devlet içerisinde aynı anda temsil edilen küresel sermayenin yeniden üretimi için gerekli tüm hukuki, siyasi, ideolojik ve iktisadi düzenlemelerin ortak etkisine verilebilecek addır. Bu dönüşümler içerisinde, herhangi bir devlet içerisinde temsil gücü bulup o devletin olanakları ile faaliyet alanını artırmaya çalışan sermayenin kontrolündeki iktidarın işlevi olarak klasik emperyalist faaliyet önemini yitirmiştir. Kendi kaderini tayin tartışmalarının ikinci dalgası, İkinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında böyle bir ortamda şekillenmiştir.[20]

Bugün için ulusların kendi kaderini tayin hakkı, emperyalist müdahalelerin nesnesi olabildikleri ölçüde destek bulabilen, kendi topraklarındaki kolektif varlıkları bireysel mülkiyete tahvil etme sözü veren (ya da bu dönüşüm gerçekleşmiş ise onun kullanımını küresel sistemle uyumlu olarak sürdürme vaadi içeren), söz konusu mikro milletin “doğal haklarından” başka dayanağı olmayan gerici talepler olarak kalmaya mahkûm gibi görünmektedirler.[21] Kendi kaderini tayin iddialarını öne süren mikro milliyetçiler, bu yeni neoliberal devlet formunu benimsemeden kendi “doğal haklarına” kavuşamayacaklardır.

Kapitalizm dönemindeki “işçilerin vatanı yoktur” sloganı, emperyalizm döneminde tersine dönmüştür; artık vatansız olan sermayedir. Açıktır ki, “bütün ülkelerin emekçilerinin savaşsız, sömürüsüz, talansız bir dünyanın inşası için birleşmesi” yönündeki teori ve pratiklere gönderme yapan sosyalist/proleter enternasyonalizm, günümüzde ortaya çıkan kendi kaderini tayin iddiaları için dayanak oluşturamamaktadır. Sermayenin vatansızlaşması, vatana ve bağımsızlığa sahip çıkma gereğini doğurmuştur. Emperyalizm, “küreselleşme” maskesinin ardına saklanıp ulusları bölmeye ve yıkmaya yönelmiştir. Sosyalist devrimler sırasında sosyalistlerin kullandıkları “uluslara kendi kaderlerini tayin hakkı” tezini, günümüzde emperyalist güçler ulus devletleri parçalamak amacıyla kullanmaktadırlar. Sömürgeleştirmenin diğer adı vatansızlaştırmaktır. Bu yüzden de emperyalizme verilecek biricik cevap, ulusal birlik ve direniştir.

Bu birliği ve direnişi önlemenin yolu, bir taraftan milli kültürleri yok edip, yerine “küresel kültür” maskesi ardında emperyalist ülkelerin kültürlerini dayatmak, diğer taraftan da milliyetçilerle sosyalistleri birbirine karşı kutuplar haline getirip düşman etmekti. Bu amaçla, sosyalizm milliyetçiliğe karşı gösterilerek, milliyetçiler sosyalistlere karşı kışkırtıldı. Gerçekte emperyalizme karşı durmak için milli sermayenin saflarında olması gereken milliyetçi güçler, sosyalistlere karşı faşizmin saflarına katıldılar. Bu, İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki soğuk savaş döneminde yapılmış bir ABD planıydı ve büyük ölçüde başarılı oldu. Şüphesiz bunda Stalin dönemindeki uygulamaların payı yok değil, nitekim tüm Komünizm karşıtı söylemlerin çoğunda Stalin dönemine ilişkin örnekler verildiği görülür. Soğuk savaş sonrasında, “Postmodern” diye adlandırdığımız günümüz toplumlarında ise, kitlelerin hem “ulusal” hem de “sınıfsal” kimliklerini yitirmiş bir “şaşkın sürü”ye dönüştürülmesi, büyük ölçüde medya yoluyla başarıldı.

68 kuşağının önemli isimlerinden Mahir Çayan, Millî Mücadele ile sosyalist mücadelenin birleştirilmesi gerektiğini şöyle ifade ediyordu:

“Bir yandan emperyalizme karşı mümkün olan en geniş millî cepheyi kurmaya, öte yandan da proletaryaya politik bilinç götürmeye çalışacağız. Bunun için millici sınıflara gideceğiz, görev alanımız bütün millîci sınıfların alanıdır.”[22]

Çayan, İttifaklar Politikası ile ilgili görüşlerini belirttiği yazısında, Mao Tse Tung ’un “Bir çelişmenin ana ve tali yönlerinin incelenmesi, devrimci bir partinin siyasi askeri, stratejik ve taktik direktiflerini tayinde önemli metotlardan birisini teşkil eder” sözünü aktarır. Şöyle der:

“(…) Bir toplumun bünyesi karmakarışık çelişmeler bütünüdür. Bu çelişmeler arasında, üretim güçleri ile üretim ilişkileri arasındaki çelişme, nihai tayin edici olan temel çelişmedir. Ama o anda ‘baş çelişme’, bu çelişme olmayabilir. Örneğin yeniden paylaşım savaşında, Alman işgali altındaki gelişmiş kapitalist bir düzene sahip Fransa’da baş çelişki, burjuvazi proletarya çelişmesi değil, burjuvazinin işbirlikçi kesimi hariç, Fransız halkı ile Alman emperyalizmi arasındadır. Türkiye’deki temel çelişmenin proletarya burjuvazi çelişmesi olduğunu varsayalım, bu koşullara rağmen, biz sosyalist devrim şiarını ortaya atamayız. Çünkü bugün için tayin edici çelişme, proletarya ile burjuvazi arasındaki çelişme değil, Yankee emperyalizmi ile bütün Türkiye halkı arasındadır. Bu durumda proletarya partisinin görevi, proleter devrimcilerinin görevi, ‘sosyalist devrim’ çığlıkları atmak değil, bütün ulusun en bilinçli sözcüsü olarak millî cephenin başına geçip, Amerikan postalları altında ezilen millî bağımsızlık bayrağını yükselterek millî devrimi yapmaktır. Bu baş çelişme çözümlenmeden ülkede ne sosyalist devrim yapılabilir ne de sosyalizm kurulabilir. İşgal altındaki bir ülkede Marksistlerin ilk görevi, ‘sosyalist’ değil ‘millî devrim’i yapmaktır. Sosyalist mücadele anti-emperyalizmi de içeriyor diye, millici sınıfları karşına alarak ‘sosyalist devrim’ şiarıyla ortaya çıkarsan, Amerikan emperyalizminin ekmeğine yağ sürerek Türkiye Ulusuna, Türkiye proletaryasına ve Enternasyonal proletarya hareketine ihanetlerin en büyüğünü yapmış olursun! (…) Emperyalizmin boyunduruğu altında bulunan yarı-feodal bir ülkede, proleter devrimcilerinin ikili bir mücadele biçimi içinde olmaları gerektiği açıktır; Bir yandan emperyalizme karşı mücadelede bütün millîci sınıf ve tabakaların yanında yer almak, anti-emperyalist cephenin kurulması için azami gayret göstermek, öte yandan da proletaryaya politik bilinç vererek örgütlemek ve onu bütün halkın öncüsü durumuna getirmektir.

İşçi sınıfını bütün halkın öncüsü durumuna getirmek için ‘önce kuvvet kazanalım, sonra örgütlenmiş bu güç ile ittifaklara girelim’ diye düşünmek, görevleri sıraya koyduğu için, Marksizmin dışında, metafizik bir düşüncenin ürünüdür.

Bir yandan geniş bir siyasi gerçekleri açıklama kampanyası yürüterek işçi sınıfına sosyalist bilinç vereceğiz, öte yandan da diğer bütün millîci sınıflara millî demokratik bilinç vermeye çalışarak, onların anti-emperyalist hareketlerine destek olarak, öz örgütlerine kavuşması için mücadele edeceğiz ve milli cephenin kurulmasına çalışacağız. Bu, diyalektik bir bütündür. Bu ikili mücadele birbirinden ayrılmaz. Önce birisi sonra diğeri ele alınamaz, ikisi bir anda yürütülmelidir.”[23]

Günümüzde, anti-kapitalizmi içermeyen bir anti-emperyalizm ve anti-emperyalizmi içermeyen bir anti-kapitalizm, ezilen sınıfları olduğu kadar, ezilen ulusları da aldatmaya yönelik bir demagojidir ve başarısızlığa mahkûmdur.

Ancak mücadelede anti-emperyalizme ağırlık verilmesi birtakım yanlışlıklara düşme riskini de beraberinde getirir: “Şu anda önceliğimiz emperyalizmle mücadeledir, sosyalizmi şimdi gündeme getirmek gereksizdir” gibi bir düşünce diyalektik düşünceye aykırıdır. Her şeyin karşıtını kendi içinde bulundurduğunu ve dönüşümün karşıtların çatışmasıyla gerçekleştiğini kabullendiğimizde, kapitalist sistemi de içindeki karşıtıyla, yani sosyalizm mücadelesiyle birlikte görmemiz gerekir. Kapitalizmin olduğu yerde sosyalizm mücadelesi de olacaktır. Unutmamalıyız ki emperyalizm, kapitalizmin çocuğudur; her ikisinin de temelinde özel mülkiyet vardır. Emperyalizmi yenip bağımsızlık kazanmak, kapitalizmin çelişkilerini ortadan kaldırmaz; ulusal burjuvazi yine bir süre sonra uluslararası sermayeyle iş birliğine girecektir. Sömürülmekte olan ülkelerde bağımsızlık savaşlarından hemen sonra sosyalist devrimlerin olması bu yüzden zorunludur. Ayrıca, her sorunumuzu emperyalizmle açıklamak, sorunlarımızın içsel ve yapısal kaynaklarıyla yüzleşmemizi engelleyerek bizi tarih yazımı bağlamında tarihsel olgulardan koparır, sebep-sonuç ilişkisi bağlamında ise metodolojik bir yanlışlığa sürükler; emperyalizm sorunumuzun çözümü halinde, diğer sorunlarımızın da çözülüvereceği yanılgısına zemin hazırlar.

Emperyalizmin küreselleşme adıyla yutturulduğu çağımızda, uluslararası sermaye için dil, din, ırk, kültür farklılıklarının hiçbir önemi yoktur. Onun için tek önemli olan tüketici olmaktır. Bizim zenginlik, çeşitlilik olarak gördüğümüz tüm bu farklılıklar, emperyalist güçlerin halkları (halk, millet, ulus, adına ne dersek diyelim sonuç değişmez) birbirine karşı kışkırtmak istediklerinde siyasetlerine alet ettikleri özelliklerdir. Silah endüstrisi ve ona dayanan savaş ekonomisi bu farklılıkları kullanarak varlığını sürdürür. Bir milletin diğer milletlere göre üstün olduğunu savunan, ırkçı, şoven bir milliyetçilik, emperyalizmin oyunlarına gelmeye açıktır. Öte yandan, millî özelliklerini emperyalizmin tek tipleştirici çabalarına karşı koruyan, bağımsızlıktan yana olan bir milliyetçilik anlayışı solun müttefiki olabilir. Milliyetçilerin içinde ırkçılar ve anti-komünistler dışında milliyetçiliğin anti-emperyalist yanını kavramış, tam bağımsızlıkçı bir kesim de var olmalıdır.

Son zamanlarda Türkiye’de birçok solcunun diline doladığı ve bazı sosyalist partilerin programlarına aldıkları şu “anadilde eğitim” konusuna da değinmenin sırasıdır.

Laiklik konusunu örnek vererek girmek istiyorum: Laiklik, devletin dini inanışlara karşı çıkması demek değildir; tam tersi ülkedeki tüm dini inançlara aynı şekilde yaklaşması ve her dini inancın haklarını diğer inançlara karşı savunmasıdır. Vatandaşlar hangi dini inanca sahip olurlarsa olsunlar yasama, yürütme ve yargı organları karşısında eşittirler. İdeal olan budur, ama şimdi artık böyle olmadığını biliyoruz. Ülkemiz, içinde birçok dini cemaat gibi etnik grubu da barındırmaktadır. Ortak geçmişleri, ortak kültürleri ve özellikle de ortak dilleri olduğuna baktığımızda, Millet kavramının tanımı gereği bu gruplara “etnik grup” yerine “millet” de diyebiliriz. Devlet, tüm dini cemaatlere olduğu gibi tüm etnik gruplara da eşit mesafede durmalı, onların haklarını birbirlerine karşı korumalıdır. (Laiklik ilkesinde olduğu gibi yine ideal olarak.) Bu haklar, kendisine atalarından kalan kültürel mirası, özellikle de dilini öğrenme, onu konuşma ve onun yok olmasını önleme hakkını içerir. Kültürlerini öğrenmeleri, korumaları ve yaymaları için kültür merkezleri kurulmalı, dil okulları ya da kursları açılmalı, herkese kendi dilinde yazma ve yayın yapma hakkı verilmelidir. Ancak dilini öğrenme, konuşabilme ve yayabilme özgürlüğü başka bir şeydir, “anadilde eğitim” ise başka bir şey. Her ülkenin bir resmi dili vardır, her ülkenin vatandaşları vatandaşı oldukları ülkenin resmi dilini bilmek zorundadır. Bir ülkenin resmi dili, o ülkedeki tüm etnik grupların, dolayısıyla farklı dilleri konuşanların ortak dilidir. Her ülkede eğitim o ülkenin resmi dilinde yapılır.

Bu konu çok hassas bir konu olup, çok ayrıntılı incelenmeli, araştırılmalıdır. Öncelikle şu sorulara cevap aranmalıdır: “Anadilde eğitim” şartını bize hangi ülkeler dayatmaktadır? Bu ülkeler kendi içlerinde böyle bir uygulamaya izin veriyorlar mı? Dünyada bunu uygulayan bir ülke var mı? Varsa nasıl uygulamaktadır? Neden bir ülkenin resmi dilini öğrenmeden, o ülkenin vatandaşlığına geçmek mümkün değildir?

İçinde bulunduğumuz koşullarda “anadilde eğitim” söyleminin emperyalist güçlerin ulus devletleri parçalamak amacıyla, “böl, parçala, yönet” ilkesi çerçevesinde attığı bir oltadır. “Anadilde eğitim” söyleminin arka planındaki “Kürt sorunu” olarak adlandırılan konu da aynı çerçeveden bakılarak irdelenmelidir.


[1] T.D.K. Türkçe Sözlük. 1992

[2] Mihail Bakunin, Devlet ve Anarşi, Agora Kitaplığı, İstanbul, 2006, s. 57.

[3] Prof. Dr. Hamza Eroğlu, Türk İnkılâp Tarihi, Savaş Yayınları, Ankara, 1990, s.391.

[4] J. Stalin, Millî Mesele, Evren Yayınları, İstanbul, 1976, s.41.

[5] J. Stalin, Millî Mesele, Evren Yayınları, İstanbul, 1976, s.45.

[6] J. Stalin, Millî Mesele, Evren Yayınları, İstanbul, 1976, s.51.

[7] Karl Marks, Friedrich Engels, Komünist Parti Manifestosu, Siyah Beyaz Kitap, İstanbul, 2011, s. 77

[8] Doğu Perinçek, Bilimsel Sosyalizm ve Bilim, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2011, s.122.

[9] Doğu Perinçek, Bilimsel Sosyalizm ve Bilim, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2011, s.126.

[10] Wilhelm Reich, Faşizmin Kitle Ruhu Anlayışı, Payel Yayınları, İstanbul, 2002, s.282.

[11] Ali Murat Özdemir, Egemenlikteki Dönüşüm, Kendi Kaderini Tayin Meselesi ve Sovyet İhtilâli, Monthly Review Dergisi, Kasım 2017

[12] Lenin V.İ., Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı, Sol Yayınları, Birinci Baskı, 1979

[13] Lenin, V.İ., Stalin, Jozef. Marksizm ve Ulusal Sorun, Evrensel Basım Yayın, s. 133-34 ve s 24-25.

[14] Can Soyer (Editör), Sosyalizmin Yön Arayışı, Metin Çulhaoğlu’na Armağan, İleri Kitaplığı Yayınevi, İstanbul, 2017, s. 171

[15] Can Soyer (Editör), Sosyalizmin Yön Arayışı, Metin Çulhaoğlu’na Armağan, İleri Kitaplığı Yayınevi, İstanbul, 2017, s. 172

[16] Karl Marks, Friedrich Engels, Komünist Parti Manifestosu, Siyah Beyaz Kitap, İstanbul, 2011, s. 66

[17] Rosa Luksemburg, Ulusal Sorun, Ulusların Kendi Yazgısını Tayin Hakkı ve Özerklik, Belge Yayınları, İstanbul, 2014, s. 38

[18] Rosa Luksemburg, Ulusal Sorun, Ulusların Kendi Yazgısını Tayin Hakkı ve Özerklik, Belge Yayınları, İstanbul, 2014, s. 38

[19] Rosa Luksemburg, Ulusal Sorun, Ulusların Kendi Yazgısını Tayin Hakkı ve Özerklik, Belge Yayınları, İstanbul, 2014, s. 38

[20] Ali Murat Özdemir, Egemenlikteki Dönüşüm, Kendi Kaderini Tayin Meselesi ve Sovyet İhtilâli, Monthly Review Dergisi, Kasım 2017

[21] Ali Murat Özdemir, Egemenlikteki Dönüşüm, Kendi Kaderini Tayin Meselesi ve Sovyet İhtilâli, Monthly Review Dergisi, Kasım 2017

[22] Mahir Çayan, Toplu Yazılar, Su Yayınevi, İstanbul, 2016, s. 104.

[23] Mahir Çayan, Toplu Yazılar, Su Yayınevi, İstanbul, 2016, s. 103.

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir