“Bayrak İner mi Ezan Susar mı?” başlıklı geçen yazımda “milli özelliklerini emperyalizmin tek tipleştirici çabalarına karşı koruyan, bağımsızlıktan yana olan bir milliyetçilik anlayışı solun müttefiki olabilir. Türkiye özelinde milliyetçilerin tam bağımsızlıktan yana olan en ilerici kanadı Kemalistlerdir” demiştim. Milli özelliklerden, milliyetçilikten ve bağımsızlıktan söz ettikten sonra uzun süredir Türkiye’de birçok solcunun diline doladığı ve bazı sosyalist partilerin programlarına aldıkları şu “anadilde eğitim” konusuna da değinmenin sırasıdır. Konu büyük ölçüde postmodernizmle sol ilişkisini de içerdiği için postmodernizm konusuna da değinmekte fayda görüyorum.
Modernizm ne kadar kapitalist döneme ilişkin bir olgu ise, postmodernizm de kapitalizmin emperyalizm aşamasına ilişkin bir olgu. Burjuva devrimlerinden sonraki kapitalist dönemin sanat ve kültür anlayışı modernizme dayanıyordu. Postmodernizm ise sanayi sonrası tüketim toplumuna, çokuluslu kapitalizm dönemine, yani emperyalizme ait bir kavramdır. Amerikalı Marksist felsefe yönelimli toplum eleştiricisi Frederick Jameson, Postmodernizmi “emperyalizmin doğal bir uzantısı ya da kültürel mantığı” olarak görür.
Postmodernizm terimi 1960’larda New York’taki sanatçılar ile eleştirmenler arasında ortaya çıkmış ve 1970’lerde Avrupalı kuramcılar tarafından geliştirilmiştir. Bu kuramcılardan Jean François Lyotard “Postmodern Durum” adlı kitabında, modern çağın meşrulaştırıcı “büyük anlatılar”ına ve felsefenin insana birliği sağlayabileceği düşüncesine şiddetle saldırır. Lyotard’a göre Postmodern felsefe, bütün her şeyi açıklama iddiasıyla ortaya çıkan bütüncül üst anlatılara duyulan genel güvensizlik durumunun, değişik biçimlerde dile getirilmesidir. Postmodern kuram bu anlamda, evrensel bilginin ve temeldenciliğin eleştirisi olarak tanımlanabilir. Lyotard, ortada bir akıl değil, çeşitli akıllar olmasından ötürü, artık bütünleştirici bir akıl düşüncesi hakkında konuşamayacağımıza inanır.
Postmodernizmin karşı karşıya bulunduğu ikilem şudur: Eğer bilgi için ne herhangi bir gerçeklik ne de herhangi bir dayanak kabul ediliyorsa, o zaman bilgiye dayalı teorik yaklaşımların statüsünün ve geçerliliğinin ölçütü ne olacaktır? Eğer rasyonel dayanak olasılığını ortadan kaldırırsak, o zaman ne tür bir zemin üzerinde hareket edeceğiz? Böyle bir kavrayışı paylaşmak şöyle dursun, karşı çıktığımız toplumun ne olduğunu nasıl anlayacağız?[i]
Postmodernizmin göreliliğe (veya “çoğulculuğa”) sarılması aynı zamanda, belirleyici standartların bulunmaması durumunda, bir sosyal eğilimin başka bir sosyal eğilime hâkim olma hakkını içermesini engellemenin mümkün olamayacağı anlamına da gelmektedir.[ii]
Sovyetler Birliği’ndeki sosyalist sistemin geri gitmesi ve emperyalist güçlerin neredeyse tüm dünyada inisiyatifi ele geçirmesi, dünyadaki ulusal kurtuluş mücadelelerinin ve sosyalist hareketlerin yavaşlamasına sebep olmuş; bu durum da Postmodernizmin doğuşu için uygun koşulların oluşmasına yol açmıştır.
50’li yıllarda ideolojilerin sonunun geldiği bazı ideologlar tarafından öne sürülmüş, ancak 60’larda bu görüşün yanlış olduğu kanıtlanmıştır. Günümüzün Postmodern toplumunda ideolojilerin terk edilmesi gerektiği görüşü egemendir. Çünkü ideoloji geleceğe bakmak demektir. Oysa günümüz toplumunu belirleyen kavram “şimdi”dir. Postmodern birey, geçmişle çok az bağı olan ve ufukta düşünebileceği bir geleceği olmayan, sürekli şimdide yaşamaya mahkûm edilmiş şizofrenik bir öznedir. Zaman şimdidir; öncesinden de sonrasından da kopmuştur. Bunun mimarı küresel kapitalizmdir. Modernist anlayış, karşı çıkmayı, başkaldırıyı, değiştirme iradesini, gelecek için bugünü feda etmeyi içerir. Günümüzde ise bunun yerini “günün en iyi şekilde yaşanması” görüşü almıştır.
Postmodernizmin felsefesini “post-yapısalcılar” olarak da bilinen yeni felsefeciler oluştururlar.
Yapısalcılık, yapıtı belli bir yapı içine yerleştirerek bütününde kavramaya dayalı bir araştırma yaklaşımı ya da kuramıdır. Yapısalcılığın temel çıkış noktasına göre yapının öğeleri hem birbirlerine hem de yapının kendisine ayrılmaz bir biçimde bağlıdırlar. Post-yapısalcılık, başındaki post ekinden de anlaşılacağı üzere, yapısalcılığa karşı eleştirileri içeren bir felsefi çerçeveyi dile getirir.
Postmodernistler, modern çağa ait kuramları ve ideolojileri eleştirirler ve karşı çıkarlar. Onlara göre, şeyleri sürekli kuramsallaştırmaya çalıştığımız sürece, söz konusu şeyleri asla oldukları gibi yaşayamayız. Hayatta siyasetten önemli şeyler de vardır. Eğer tamamen siyasete gömülürsek, burada ve şimdi olan bitenleri kaçırırız. İdealler insanı şimdiden koparır. İnsanlar ideallerin peşinden koşmayı bırakıp, şimdiyi yaşamaya bakmalıdırlar.
Postmodernizmde doğruluk, gerçeklik, iyilik, doğa, insan gibi kavramlara mutlak anlamda bir değer yüklenmesi mümkün değildir. Bütünselliğin yerini “bölük pörçüklük”, toplumsal olan tüm değerlerin yerini, bireysel olanlar almıştır. Her şey her şeyle karışmış, değerlerin, simgelerin, imgelerin, kavramların içi boşaltılmıştır. Hiçbir kavram mutlak değildir, kavramlar ve değerleri kişiden kişiye değişebilir. Tüm bunlar “farklı görüşlere yer verme”, “toplumda farklılığın yansıtılması” ve “çeşitliliğin getirdiği zenginlik” gibi maskelerin arkasına gizlenir. Oysa asıl amaç, insanların olaylar arasındaki ilişkileri algılayamaz, gerçekliklerin arkasındaki “mutlak” gerçekliği fark edemez hale getirilmesidir.
Deleuze, Guattari, Derrida, Foucault, Lyotard ve diğer post-yapısalcılara bakıldığında, Nietzsche’nin bu düşünürler üzerindeki derin etkisi görülebilir. Tıpkı Nietzsche gibi post-yapısalcı düşünürler de her türden “sistem”e düşmanca yaklaşmaktadır.
Nietzsche’nin belli bir sistemi olmamasının felsefece çok güçlü nedenleri vardır. Her sistemin kendi içinde sorgulanamayacak bir öncüller kümesine indirgenebileceğini savunur. “Sistem kurma istenci gerçekte bütünlükten yoksun olmanın bir göstergesidir. Bütün ön kategoriler sorguya çekilmelidir. Hiçbir sistem tek başına doğruyu ortaya çıkaramaz; olsa olsa her sistem belli bir görüş ya da bakış açısı edinmek anlamına gelir. Bu nedenle kendimizi tek bir sisteme hapsetmemeli, varolan çeşitli bakış açılarını dikkate almalıyız” der. Nietzsche, hiçbir sonlu sistemin iç tutarlılığının asla kendi doğruluğunun garantisi olamayacağını ifade eder.[iii]
Postmodernizmin temelini oluşturan Post-yapısalcılara esin kaynağı olan görüşlerden biri Nietzsche’nin bu görüşüdür. Ancak Nietzsche ile post-yapısalcıların her türlü sisteme düşmanca yaklaşmalarının amacı çok farklıdır. Nietzsche, sistemlere karşı çıkarken, her sistemin belli bir bakış açısı olduğu için, hiçbir sistemin “bütün”ü açıklamaya yeterli olamayacağı düşüncesinden hareket eder. “Bütün”ü görebilmek için tüm sistemlerin reddedilip, “tüm sistemlerin üstünde” bir bakış açısıyla bakmak gerektiğini savunur. Bu, “üstinsan”a dönüşme istenci olan insan için gereken bakış açısıdır. Oysa post-yapısalcılar, sistemlerin hiçbirinin tek başına “bütün”ü açıklamaya yeterli olmamasını doğal karşılayıp kabullenmekle birlikte, Nietzsche’nin “her türden sisteme karşı çıkma” düşüncesini kapitalist sömürü sisteminin çıkarına uygun olacak şekilde kullanırlar. Tüketim toplumu için “ideal” olan insan, “bütün”ü kavramak gibi bir amacı olmayan, sıradan insan olarak gelmiş, her zaman da sıradan olarak kalması gereken insandır. “Bütün”ü kavraması gerektiği için değil, kavramaması gerektiği için sistemlerden uzak durmalıdır.
Marksist literatürde proletarya, kendi mülkiyetinde üretim aracı bulunmadığından, yaşayabilmek için iş gücünü ücret karşılığında satmak zorunda olan işçi sınıfıdır. Proleter, kısaca “emekçi” demektir. Başkasına ait bir toprakta ücret karşılığı çalışan topraksız köylü de proleter, yani emekçidir. Meslekler ve uzmanlık alanları çeşitlendikçe “emekçi”, “işçi sınıfı” ve “proletarya” kelimelerinin ifade ettiği sınıf, giderek daha geniş kitleleri içine aldı. Fabrikalardaki mühendisler ve ustabaşılar, hastanelerde çalışan doktorlar ve hemşireler, okullardaki öğretmenler, üniversitelerdeki öğretim görevlileri, marketlerde çalışan tezgâhtarlar, kasiyerler, bankalarda bilgisayar karşısında çalışan memurlar, gazeteciler, yazarlar, sanatçılar, pazarlamacılar, kısaca “hangi meslekten olursa olsun, aldığı ücretten başka gelir kaynağı olmayan herkes”, “emekçi”, “işçi sınıfı” ve “proletarya” kapsamına giriyor. Ancak sınıf bilinci diye bir şeyin söz konusu olmadığı günümüz Postmodern toplumunda, sorunlara Marksizm’in pencereden bakmak, neredeyse anahtar deliğinden bakmaktan farksızdır. Artık “emekçi”, “işçi sınıfı” ve “proletarya” deyimleri kimseye bir şey ifade etmiyor, Marx ve Engels zamanından kalma, yalnızca o zamana ilişkin, modası geçmiş kavramlar olarak algılanıyor, “devrim”, “ulus”, “bağımsızlık”, “milliyetçilik” gibi kavramlar da gereksiz “üst anlatılar” olarak görülüyor.
Bu bakımdan anadilde eğitim konusuna girmeden önce millet ve milliyetçilik kavramlarını açıklığa kavuşturmak gerekli.
Millet, Türkçe Sözlük’te şöyle açıklanıyor:
- Çoğunlukla aynı topraklar üzerinde yaşayan, aralarında dil, duygu, ülkü, gelenek ve görenek birliği olan insan topluluğu, ulus.
- Benzer özellikleri olan topluluk.
- Bir yerde bulunan kimselerin bütünü, herkes.[iv]
Görüldüğü üzere, bu üç tanım içinde bizi ilgilendiren yalnızca ilk tanımdır.
Aynı sözlükte milliyetçilik ise şöyle tanımlanmış: “Maddi ve manevi açılardan millet ve ülkesinin çıkarlarını her şeyin üstünde tutma anlayışı, ulusalcılık.”
Millet, her şeyden önce, ortak bağları olan insan topluluğudur. “Millet” sözcüğü aslen Arapça olup, “din veya mezhep; bir din veya mezhebe bağlı olan cemaat” anlamındadır. Osmanlı Devleti’nin yönetimi din temeline dayandığı için, millet kavramı ile din birliği olan toplum kastedilmiştir. 19. yüzyıl ortalarından itibaren güçlenen Türkçülük akımının etkisiyle millet, din birliğinden ayrı ve farklı bir topluluk olarak değerlendirilmiş; millet sözcüğü, Fransızca ve Almancadaki “nation” kavramına karşılık olarak kullanılmıştır.
Latince kökenli olan “nation”, kök anlamı itibariyle “aynı atadan gelenler topluluğu” demektir. Türkçe kavim veya aşiret karşılığıdır. Türkçe “ulus” ise siyasi amaçla bir araya gelmiş olan boylar konfederasyonunu ifade eder. Eski Türkçedeki budun sözcüğü de aynı anlama gelir, bir ara dilimizde millet karşılığı olarak “Budun” sözcüğü kullanılmış, ancak pek tutulmamıştır. 1932 yılından itibaren aynı kavramın Yeni Türkçesi olarak Türkçe “ulus” sözcüğü benimsenmiştir. Ulus sözcüğü, Orhun Yazıtlarında “uluş” olarak yer alır. Kâşgarlı Mahmud’un 1072-1074 yılları arasında yazdığı “Divânu Lügati’t-Türk” adlı kitabında ise millet sözcüğünün Türkçe karşılığı “budun” sözcüğüdür.[v]
Atatürk, milleti şöyle tarif etmekteydi:
“Millet, dil, kültür ve mefkûre (ülkü, ideal) birliği ile birbirine bağlı vatandaşların teşkil ettiği bir siyasi ve içtimaî (toplumsal, sosyal) heyettir.”[vi]
Milliyetçi görüşleri savunanlar, “Millet”i oluşturan “Halk”ı tanımlama konusunda, zorluklarla karşılaştılar. Örneğin ayrı lehçeler konuşan Sicilyalılar veya Venedikliler ayrı bir ulus mu, yoksa İtalyan ulusunun parçası mıydı? Avusturya diye bir ulus var mıydı? Makedonlar ayrı bir ulus mu, Bulgar mı, yoksa Güney Slavların bir boyu muydu? Bu konularda farklı görüşleri savunanlar, benimsedikleri ulusa bir tarih ve köken atfederek, onun varlık nedenlerini geçmişe dayandırmaya çalıştılar. Farklı lehçeler konuşan toplumlarda, ortak bir ulusal dil oluşturulması büyük önem kazandı.
Stalin’in millet konusundaki görüşleri ise şöyleydi:
“Millet, her şeyden önce bir topluluktur, belirli kişiler topluluğudur. Bu topluluk ırk ve kabile topluluğu değildir. Bugünün İtalyan milleti, Romalılardan, Germenlerden, Etrüsklerden, Yunanlılardan, Araplardan vb. oluşmuştur. Fransız milleti Gallilerden, Romalılardan, Bretonlardan, Germenlerden vb. meydana gelmiştir. İngilizlerin, Almanların, öteki milletlerin de değişik ırklardan ve kabilelerden meydana gelen milletler olduklarını söyleyebiliriz.
Demek ki millet, bir ırk ya da kabile topluluğu değildir; tarihî olarak teşekkül etmiş bir insan topluluğudur.
Ayrıca, kuşkusuz ki, Keyhüsrev veya İskender’in kurmuş oldukları büyük devletler de değişik kabile ve ırklardan oluştukları ve tarihî olarak teşekkül ettikleri halde, millet diye adlandırılamazdı. Bunlar millet değildi, şu ya da bu savaşçının, zafer ya da yenilgisine bağlı olarak birleşen veya dağılan, aralarında pek az bağ bulunan ve tesadüf sonucu birleşmiş insan gruplarıydılar.
Demek ki millet, tesadüf sonucu birleşmiş iğreti bir topluluk değildir; insanların kararlı bir topluluğudur. Ama her kararlı topluluk da milleti meydana getirmez. Avusturya ve Rusya da kararlı topluluklardı ama kimse bunları millet diye adlandıramaz. Öyleyse milli topluluğu devlet topluluğundan ayıran şey nedir? Ayırıcı nitelikler arasında şunu söyleyebiliriz: Milli topluluk, ortak bir milli dil olmadan düşünülemez. Oysa devlet için, ortak dil zorunlu değildir. Avusturya’da Çek milleti, Rusya’da da Polonya milleti, ortak bir dil olmadan meydana gelemezlerdi. Öte yandan Rusya’da ve Avusturya’da bir sürü dillerin varlığı, bu devletlerin birliğine engel olmamaktadır. Burada söz konusu olan halkın konuştuğu dillerdir, yönetimin resmi dili değil.
Demek ki, dil birliği, milletin karakteristik niteliklerinden biridir.”[vii]
Stalin, dil birliğinin yanı sıra, toprak birliğini, ortak bir ekonomik yaşamı ve ruhsal şekillenmedeki birliği de milletin karakteristik nitelikleri olarak sayıyordu. Tüm bunlardan hareketle milletin tanımını şöyle yapıyordu:
“Millet, dil, toprak, ekonomik yaşam birliğinin ve ortak kültür biçiminde ruhsal şekillenme birliğinin hüküm sürdüğü, tarihî olarak meydana gelmiş, kararlı bir topluluktur.
Söylemeye gerek yok ki, millet de her tarihi olduğu gibi evrimin kanunlarına bağlıdır ve bir başlangıcı, bir tarihi ve bir sonu vardır. Yukarıdaki niteliklerin hiçbiri tek olarak ele alındığında milleti tanımlamaya yetmez. Üstelik bu niteliklerin bir tekinin bile yokluğu, milletin millet olmaktan çıkması için yeterlidir. Ortak millî karakteri olan insanlar düşünebiliriz; ama bunlar ekonomik bakımdan bağıntısız ise, ayrı topraklarda yaşıyorlarsa, ayrı diller konuşuyorlarsa vb. bunların tek bir milleti teşkil ettiğini söyleyemeyiz. Bizce tek bir millet teşkil etmeyen Rusyalı, Galiçyalı, Amerikalı, Gürcistanlı ve Kafkasyalı Yahudilerin durumu böyledir.
Aynı toprakta yaşayan ve ortak ekonomik yaşamı bulunan insanları düşünebiliriz, ama bunların, dil birliği ve ortak bir milli karakteri yoksa millet olamazlar. Baltık ülkelerindeki Almanlar ve Letonlar için durum böyledir.
Norveçliler ve Danimarkalılar aynı dili konuşurlar, ama öteki ortak özellikleri olmadığı için millet teşkil etmezler.
Ancak niteliklerin hepsinin birleşmesinden millet meydana gelir.”[viii]
Stalin, milletlerin ve milli devletlerin oluşumu, milli hareketler ve o sırada sürmekte olan İkinci Dünya savaşı konusunda ise şunları söylüyordu:
“Millet, yalnız tarihi bir kategori değildir; belirli bir çağın, yükselen kapitalizm çağının bir tarihi kategorisidir. Feodalizmin tasfiyesi ve kapitalizmin gelişmesi süreci, aynı zamanda insanların milletler halinde teşekkülü sürecidir. Örneğin Batı Avrupa’da bu böyle olmuştur. İngilizler, Fransızlar, Almanlar, İtalyanlar vb. feodal parçalanmadan yararlanan kapitalizmin zaferlere yürüyüşü sırasında milletler haline gelmişlerdir.
Ama milletlerin oluşumu aynı zamanda bunların bağımsız milli devletler durumuna gelmeleri demekti. İngiliz, Fransız milletleri aynı zamanda İngiliz devleti, Fransız devletidirler. Bu sürecin dışında kalmış olan İrlanda, bütünün tablosunu değiştirmez.
Doğu Avrupa’da durum değişiktir. Batıda milletler devlet biçiminde gelişirken doğuda çok milliyetli devletler teşekkül etmişti; Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Rusya gibi. Avusturya’da Almanlar siyasal bakımdan en gelişmiş millet olarak belirip, Avusturya’daki ayrı milletleri bir devlet içinde birleştirme işini yüklendiler. Macaristan’da devlet olarak örgütlenmeye en yakın olan Macarlar, Macaristan’ın birliğini gerçekleştirdiler. Rusya’da örgütlü ve tarihî olarak teşekkül etmiş soyluların güçlü askeri bürokrasisinin yönetimine sahip olan Büyük-Ruslar, milliyetlerin birleştirilmesi görevini üzerlerine aldılar.
Doğu Avrupa’da da böyle oldu.
Devletler halinde teşekkülün bu özel şekli, ancak henüz tasfiye edilmemiş feodalizm koşullarında, az gelişmiş kapitalizm koşullarında, geriye itilen milliyetlerin millet durumuna geçebilmeleri için, henüz ekonomik bakımdan gelişmeye vakit bulamadıkları bir zamanda mümkündü.
Kapitalizmin Doğu Avrupa devletlerinde de gelişmesi, ticaret ve ulaştırma yollarının gelişip, büyük şehirlerin ortaya çıkışı, milletlerin ekonomik bakımdan güçlenmesi; kapitalizmin, ezilen milliyetlerin hayatına sessizce girip onları hareketlendirmesi; basının ve tiyatronun gelişmesi; Avusturya’da Reicstrat ve Rusya’da Duma’nın ‘milli duygu’ların gelişmesindeki katkıları ve yeni oluşan aydınlar zümresinin ‘Milli Ülkü’yü benimseyerek bu doğrultuda eyleme girmeleri… Ama bilinçlenen bu ezilmiş milliyetlerin, bağımsız milli devletler durumuna geçememeleri söz konusudur. Bu milliyetler, öncelerden beri devletin başında olan egemen milletlerin yönetici tabakalarının sert direnmeleriyle karşılaşıyorlar. Artık çok geçtir!
Avusturya’da Çeklerin, Polonyalıların vb; Rusya’da Letonyalıların, Litvanyalıların, Ukraynalıların, Gürcülerin, Ermenilerin vb. millet durumuna geçmeleri işte böyle olmaktadır. Yani Batı Avrupa’da bir kural dışı olan şey -İrlanda- Doğu’da genel kural olmuştur.
Batı’da İrlanda, bu genel dışılığa bir milli hareketle karşılık verdi, Doğu’da da uyanan milletler aynı biçimde hareket edeceklerdi.
Böylece, Avrupa’nın doğusunda bulunan genç milletleri savaşa iten koşullar meydana gelmiş oldu.
Savaş, milletlerin hepsi arasında değil, egemen milletlerin egemen sınıfları ile ezilen milletlerin egemen sınıfları arasında başladı. Alevlendi. Savaş genel olarak (Çekler ve Almanlar arasında olduğu gibi) ya ezilen milletin kent burjuvazisi ile egemen milletin büyük burjuvazisine karşı; ya (Polonya’daki Ukraynalılarda olduğu gibi) ezilen milletin köy burjuvazisi ile ezen milletin büyük toprak sahipleri arasında; ya da (Rusya’da Polonya, Litvanya, Ukrayna’da olduğu gibi) ezilen milletlerin ‘milli’ burjuvazisinin tümü ile egemen milletin iktidardaki soylu sınıfı arasında sürmektedir.
Başrolü burjuvazi elinde tutmaktadır.”[ix]
Marx’ın yaşadığı 19. yüzyılın sorunlarının temelindeki çelişki, emek ile sermayenin çelişkisiydi. Sermayenin ulusal sınırları aşması ve emperyalizm olgusunun ortaya çıkması, Marx’ın ölümünden kısa bir süre önce gerçekleşti. Emperyalizm döneminde sosyalizme giden yolda, sınıf hareketi ile ulusal bağımsızlık mücadelesinin birleştirilmesi gereği ortaya çıktı. Sınıf mücadelesi, “vatan savunması” ile birleşerek “millî” bir nitelik kazandı. 20. yüzyılın başında, Lenin önderliğindeki Rus Devrimi ve sonraki devrimler böyle başarıldı.
Marx, I. Enternasyonal bünyesinde ve çoğu yerde, “İşçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır” demişti. Mustafa Kemal Atatürk’ün 21/22 Haziran 1919 tarihli Amasya Tamimi’nde (Genelgesinde), “Milletin istiklâlini (bağımsızlığını) yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” şeklindeki ifadesi de kurtuluş savaşının asıl prensibini oluşturmuştu. Bu prensip, milletin her ferdini, cins, sınıf, ırk, dinsel inanç farkı olmaksızın, ortak bir göreve ve sorumluluğa davet ediyordu. Çarlık Rusyası da Birinci Dünya Savaşı’nda savaşın taraflarından biriydi. Ancak Çarlık yıkıldıktan sonra 1917 Ekim’inde Bolşeviklerin iktidara gelmesinin en önemli nedenlerinden biri, Rusya’nın birliğini koruyacak tek güç olmalarıydı. Sosyalizmin kurulabilmesi için, önce sosyalizmin kurulacağı coğrafyanın emperyalizme karşı savunulması şarttı.
- yüzyılda proletaryanın, devrimi başarmak için vatan sınırlarını aşıp, diğer ülkelerin proleterleriyle dayanışma içine girmeleri gerekiyordu.
Marx ve Engels, 1848 yılında yazdıkları “Komünist Parti Manifestosu”ndaki “işçilerin vatanı yoktur” saptamasını ve “Bütün ülkelerin işçileri birleşin!” çağrısını o zamanın Avrupası için yapmışlardı. Komünist Parti Manifestosu’nda şöyle diyorlardı:
“İşçilerin vatanı yoktur. Kendilerine ait olmayan bir şeyin ellerinden alınması mümkün değildir. Her ülkenin proletaryası, her şeyden önce siyasal iktidarı ele geçirmek, kendini ülkenin yönetici sınıfı düzeyine getirmek, kendini ulus yapmak durumunda olduğu için, kendisi de hâlâ ulusaldır, ama burjuva anlamda değil…
Zaten daha burjuvazinin, ticaret özgürlüğünün, dünya pazarının, sanayi üretimindeki tek biçimliliğin ve bununla uyuşan yaşam koşullarının gelişmesiyle birlikte, halklar arasındaki ulusal ayrışmalar ve karşıtlıklar da giderek yok olmakta.
Proletarya iktidara gelince, bunlar daha da yok olacaktır. Hiç değilse uygar ülkeler arasında birleşik eylem, proletaryanın kurtuluşu için başlıca koşullardandır.
Bir bireyin başka bir bireyi sömürmesi ortadan kalktıkça, bir ulusun diğerini sömürmesi de ortadan kalkacaktır. Ulusun kendi içerisindeki antagonizmaları (Karşıtlıkları, çelişkileri) ortadan kalktıkça, ulusların birbirlerine karşı düşmanca tutumları da yok olur.”[x]
Ancak aynı Avrupa’da diğer taraftan bir de ulusal bağımsızlık süreci yaşanıyordu. Engels, Manifestoya 1892’de yazdığı önsözde şöyle diyordu:
“Avrupa uluslarının gerçek uluslararası iş birliği, ancak bu ulusların her birinin kendi vatanında tamamen bağımsız olmalarıyla mümkündür.”
Bir yıl sonra yazdığı önsözde, aynı konuyu bir kez daha ele alıyordu:
“Tek tek her ulusun birlik ve bağımsızlığını yeniden sağlamaksızın ne proletaryanın uluslararası birliği gerçekleştirilebilir ne de bu ulusların ortak hedeflere yönelik barışçı ve mantıklı iş birliği.”
Bakunin ulusal değerleri korumak noktasında ulusçuluğu benimsemekle birlikte yayılmacılığa karşı çıkar:
“(…) Ulusçuluk evrensel değil yerel bir olgu, genel kabul gören bütün diğerleri gibi tarihsel ve zararsız bir olgudur. Her ulus kendine ait bir karakter taşır; bu onun özü, tarihsel varoluş koşullarının bir ürünüdür.
Her birey gibi her ulusun da kendine özgü değerlere sahip çıkarak kendi olmak, kendini gerçekleştirmek hakkı vardır. Ulusal hak denen şey de zaten budur. Fakat bütün bunlar, yine aynı bir birey gibi, bir ulusun niteliklerini bulunmaz kılmasını, söz konusu haklardan çıkar sağlamasını ve sürekli olarak bu haklarla meşgul olmasını gerektirmez. Tersine, bir ulus evrensel insan değerlerine sahip çıktığı ölçüde ulusal değerleri başka ulusların değerleriyle beraber anlam kazanır, yücelir.”[xi]
Anadilde eğitim konusuna girerken laiklik konusunu örnek göstereceğim:
Laiklik, en basit tanımıyla din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıdır. Bu, devletin dinsel inanışlara karşı çıkması demek değildir, tam tersi ülkedeki tüm dinsel inançlara aynı şekilde yaklaşması ve her dinsel inancın haklarını diğer inançlara karşı savunmasıdır. Vatandaşlar hangi dinsel inanca sahip olurlarsa olsunlar yasama, yürütme ve yargı organları karşısında eşittirler. İdeal olan budur, ama şimdi artık böyle olmadığını biliyoruz. Ülkemiz, içinde birçok dinsel inanış barındırdığı gibi birçok etnik grubu da barındırmaktadır. Ortak geçmişleri, ortak kültürleri ve özellikle de ortak dilleri olduğuna baktığımızda, Millet kavramının tanımı gereği bu gruplara “etnik grup” yerine “millet” de diyebiliriz. Devlet, tüm dinsel inanışlara olduğu gibi tüm etnik gruplara da eşit mesafede durmalı, onların haklarını birbirlerine karşı korumalıdır. (Laiklik ilkesinde olduğu gibi yine ideal olarak.) Bu haklar, kendisine atalarından kalan kültürel mirası, özellikle de dilini öğrenme, onu konuşma ve onun yok olmasını önleme hakkını içerir. Kültürlerini öğrenmeleri, korumaları ve yaymaları için kültür merkezleri kurulmalı, dil okulları ya da kursları açılmalı, herkese kendi dilinde yazma ve yayın yapma hakkı verilmelidir. Ancak dilini öğrenme, konuşabilme ve yayabilme özgürlüğü başka bir şeydir, “anadilde eğitim” ise başka bir şey. Her ülkenin bir resmi dili vardır, bir ülkenin vatandaşı, vatandaşı olduğu ülkenin resmi dilini bilmek zorundadır. Bir ülkenin resmi dili, o ülkedeki tüm etnik grupların, dolayısıyla farklı dilleri konuşanların ortak dilidir. Her ülkede eğitim o ülkenin resmi dilinde yapılır, aksi halde bir eğitim birliğinden söz edilemez.
Bu konu çok hassas bir konu olup, çok ayrıntılı incelenmeli, araştırılmalıdır. Öncelikle şu sorulara yanıt aranmalıdır: “Anadilde eğitim” şartını bize hangi ülkeler dayatmaktadır? Bu ülkeler kendi içlerinde böyle bir uygulamaya izin veriyorlar mı? Dünyada bunu uygulayan ülkeler var mı, varsa nasıl uygulamaktadırlar? Neden bir ülkenin resmi dilini öğrenmeden, o ülkenin vatandaşlığına geçmek mümkün değildir?
Özellikle 1968 sonrası “Yeni Sol” diye adlandırılan bir çerçeve içinde, feminist, çevreci, nükleer enerji karşıtı, birtakım etnik toplulukların ya da farklı cinsel tercihi olan grupların haklarını savunan “sol” hareketler ortaya çıktı. Bu Postmodern solcuların büyük çoğunluğunun ortak özelliği, ulus, devlet ve işçi sınıfı gibi kavramlara karşı olmaları, hatta bu kavramları gerici olarak görmeleridir. Bu gruplar toplumdaki birtakım sorunların farkındadırlar, ancak bu sorunların arkasındaki asıl sebep olan özel mülkiyeti ve emperyalizmi görmemek konusunda ısrarcıdırlar. Bu grupların ortaya koydukları hareketler, toplumsal bir niteliğe sahip olmaktan çok bireysel kaygıları ön plana çıkaran hareketlerdir. Artık, modern toplumun evrensel politikalar üreterek sorunlara evrensel çözümler bulma yaklaşımı terk edilmiş, bunun yerini daha çok bireysel yaklaşımlar almıştır. [xii] “Anadilde eğitim” söylemi de bu tür yaklaşımların ürünüdür.
“Anadilde eğitim” söyleminin arka planında “Kürt sorunu” olarak adlandırılan konu vardır. Bilindiği üzere kapitalizmin ana çelişkisi sermaye-emek çelişkisidir. Bizim zenginlik, çeşitlilik olarak gördüğümüz tüm kültürel farklılıklar, emperyalist güçlerin halkları birbirine karşı kışkırtmak istediklerinde siyasetlerine alet ettikleri özelliklerdir. Emperyalist güçler “Kürt sorunu” söylemi ile bir taraftan bu ana çelişkinin fark edilmesini engellemekte, diğer taraftan etnik farklılıkları kışkırtarak “böl, parçala, yönet” ilkesi doğrultusunda ulusal bütünlüğü bozmaya çalışmaktadır. Bu nedenle “Anadilde eğitim” ile “Kürt sorunu” bir bütün olarak görülmeli ve aynı çerçeveden bakılarak irdelenmelidir.
Atilla Cemal Eşen
17 Ağustos 2023
[i] John Zerzan, Gelecekteki İlkel, Kaos Yayınları, İstanbul, 2013, s.219.
[ii] John Zerzan, Gelecekteki İlkel, Kaos Yayınları, İstanbul, 2013, s.220.
[iii] Madan Sarup, Post-Yapısalcılık ve Post-modernizm, Ark Yayınları, Ankara, 1997, s.138.
[iv] T.D.K. Türkçe Sözlük. 1992
[v] Atilla Cemal Eşen, Postmodernizmin Kıskacında Sol ve Propaganda, Yayın B, İzmir, 2019, s: 182
[vi] Prof. Dr. Hamza Eroğlu, Türk İnkılâp Tarihi, Savaş Yayınları, Ankara, 1990, s.391.
[vii] J. Stalin, Millî Mesele, Evren Yayınları, İstanbul, 1976, s.41.
[viii] J. Stalin, Millî Mesele, Evren Yayınları, İstanbul, 1976, s.45.
[ix] J. Stalin, Millî Mesele, Evren Yayınları, İstanbul, 1976, s.51.
[x] Karl Marks, Friedrich Engels, Komünist Parti Manifestosu, Siyah Beyaz Kitap, İstanbul, 2011, s. 77
[xi] Mihail Bakunin, Devlet ve Anarşi, Agora Kitaplığı, İstanbul, 2006, s. 57.
[xii] Postmodernizmin sola etkisi konusunda ayrıntılı bilgi için bkz: Atilla Cemal Eşen, Postmodernizmin Kıskacında Sol ve Propaganda, Yayın B, İzmir, 2019