“Post” ön takısı “sonrası, ötesi” anlamına gelir. Postmodernizm terimi ise, “modernizm sonrası” ve “modernizm ötesi” demektir; her iki şekilde de modernizmin geride kalmış olduğunu ifade eder.
Modernizm birçok edebiyat eleştirmenine ve sanat tarihçisine göre, 1880’lerin sonlarında başlayıp, II. Dünya Savaşı’nın başlamasına kadar sürmüş olan zaman dilimidir. Bu süre, “gerçekçi estetik” anlayışına tepki olarak doğmuş, sanatın başlıca amacının gerçekliği olduğu gibi temsil etmek olmadığını savunan, soyut sanatı da içine alan sanat akımlarını içerir. Bu tanım modernizmin sanatsal açıdan anlamını ortaya koyar.
Bunun dışında modern terimi, “içinde bulunulan zamana uygun olan” anlamındadır. Modern sözcüğünün kökeni, eski Latince’deki “modernus” sözcüğünden alınmıştır. Modernus, eski Latince’de “hemen şimdi” anlamına gelen “modo”dan türetilmiştir. Böylece modern toplum, günümüzdeki toplum anlamına gelmektedir. Ancak günümüzde çok çeşitli toplum tiplerinin bulunması, konuyla ilgilenen bilim adamlarının birtakım yeni ölçütler geliştirmesine neden olmuştur. Geliştirilen ölçütlerden biri teknolojidir. İnsanlığın gelişiminin nesnel ölçütü olarak teknolojiyi, teknolojinin toplumdaki belirtisini ise endüstrileşme düzeyi olarak kabul edenlere göre, günümüzde en ileri düzeyde endüstrileşmiş olan toplumlar modern toplumlardır. [1]
Günümüzde geleneklerine bağlı, hatta gerici olarak niteleyebileceğimiz toplumlarda bile ileri teknoloji ürünlerinin kullanılıyor olması bu görüşü çürütmektedir. İleri teknoloji ürünlerini kullanıyor olmaları, insanların sadece yaşamlarını kolaylaştırmaktadır; bilinç düzeylerini yükseltmelerine ise hiçbir katkısı olmamaktadır. Bu sebeple bazı bilim adamları modernleşmenin temelinde, akılcı ve pozitivist bir ruhun benimsenmesinin yattığını söylemektedirler.
Modernizm adıyla anılan dönemi oluşturan değerler, alabildiğine karmaşık bir dizi toplumsal ve düşünsel olayın örülmesiyle ortaya çıkmıştır. Bu nedenle modernizmi tanımlayan değerleri ele alırken, bu değerleri oluşmasına yol açan toplumsal ve düşünsel olaylara bakmakta yarar var. En geniş anlamda modernizm terimi, Fransız Devrimi sonrasında ortaya çıkmış olan bir kültürü tanımlar. Modernizm tasarısı XVIII. yüzyılda yaşamış olan aydınlanmacı filozofların nesnel bir bilim, evrensel bir ahlak, evrensel bir yasa, özerk bir sanat geliştirme çabalarıyla biçimlenmiştir.
Aydınlanma Çağı düşünürlerine göre, evrensel barışın, toplumsal eşitlik düzeni kurulmasının, uygar toplumdaki çelişki ve kötülüklerin ortadan kalkmasının tek yolu, “aklın kusursuzlaşması” ve insanların “aydınlanması”na yol açan bilinç gelişimidir. İnsanların “aydın kılınması”: işte kültürel gelişimin amacı ve kapsamı budur. Kültürel gelişim, türünün kendisine gösterdiği hedefler karşısında insanın “aydın”, “akılcı” bir nitelik kazanmasıdır. Kültür, toplumsal eğitim aracı, bir başka deyimle, insanın toplum içinde yaşayabilecek bir varlık olarak eğitilebilmesi demektir. Kültürün yalnızca insan eğitiminde yararlı olduğu anlaşılmıştır. Diğer durumlarda kültür yarardan çok zarar vermektedir. J. J. Rousseau’nun, sanat ve bilimin yıkıcı etkisini eleştirmesinden itibaren Aydınlanma Çağı düşünürleri, kültürün yalnızca insanın eğitiminde değil, aynı zamanda onun iğrenç isteklerinin ve tutkularının tatmin edilmesinde de kullanılabileceğini fark etmişlerdir.[2]
Rousseau, 1750’de yazdığı, “Bilimler ve Sanatlar Üstüne Konuşma” (Discours sur les sciences et les arts) başlıklı çalışmasında ne bilimsel bilgi artışının ne de sanatların mükemmel yapıtlar yaratmasının, tek başına gerek birey temelinde gerekse bir bütün olarak toplum temelinde ahlâksal bir iyileşme sağlamayacağını ileri sürmektedir. Tam tersine, bu tür bir üst düzey yapılanmanın toplumun var olan konumu düşünüldüğünde fazlasıyla lüks ve gereksiz kaçacağının özellikle vurgulayan Rousseau, insanlığın ancak çok az sayıdaki dâhi düşünürün düşünceleriyle ilerleyebileceğini savunmaktadır. Rousseau, çoklarının “yüksek beğeni ve öğreniler”in ortaya konması karşısında ilerleme anlamında bir etki almaktan çok, onarılması son derece güç büyük hasarlar göreceğinden duyduğu derin endişeyi dile getirmektedir.[3]
Rousseau, geleneklerin yozlaşmasından, insan türünün “bozulmasından” insanın kendisini değil, sanatçıları, bilginleri, ahlâk kuramcılarını, filozofları, politikacıları, kötü eğitmenleri, kısacası kültür ve uygarlığı simgeleyen, insanı yanlış yola iten, ona kötü örnek olan ve onu baştan çıkaran herkesi sorumlu tutmaktadır.
Aydınlanma Çağı insanları bireyin, tamamen kendi çıkarlarını gözeterek de uygar ve insan kültürünün en yüce değerlerini taşıyan bir varlık olabileceğine içtenlikle inanmışlardır. Onlar, özgürlük ve eşitlik, akılcı örgütlenme ve toplumsal yaşam dengesi ilkeleriyle tam uyum sağlayabilecek bir kişisel çıkar ilkesi yaratmaya çalışmışlar ve kültürü bu ilkeleri birbiriyle bağdaştıracak bir unsur olarak algılamışlardır. Kısacası, Aydınlanma Çağı insanına göre, oluşum evresindeki burjuva anlatımlarından doğan “XVIII. yüzyıl bireyi”, akıl ve özerk düşünceye sahip bir kişilik idealini hem yaratabilecek hem de sindirebilecek bir varlıktır.[4]
1789’daki Fransız Devrimi’nin temellerini oluşturan aydınlanma felsefesi, hatırlanacağı üzere Rönesans döneminde belirginleşmeye başlamıştı. Söz konusu kişilik ideali Rönesans’ta hazırlanmış ve her türlü insan kültürünün çekirdeğini oluşturmuştur. Bu dönemde ortaya çıkan “kentsoylu” sınıf bilime ve sanata destek olmuş, böylece Orta Çağın skolastik felsefesi yıkılmaya başlamış; hümanizmin, aklın ve bilimin egemen olduğu aydınlanma felsefesinin temelleri atılmıştı. Aydınlanmacı filozoflara göre bilim ve sanat, dünyanın, Ben’in, ahlakın, kurumların hakkaniyetinin ve hatta insanın mutluluğunun ilerlemesine önayak olacaktı. Kapitalizmle ortaya çıkan, yüksek kültür varlığı olan burjuvazi ve ulus devletler modernizme destek oluyorlardı. Fakat ne yazık ki olaylar aydınlanmacıların ümitlerinin ve ideallerinin tersi yönde gelişti. Bu ters yönde gelişme İkinci Dünya Savaşı sonrasında, özellikle de 1950’li yıllarda çok belirgin hale geldi. 1960’tan günümüze kadar olan süreç, modernist çağın çözülmesi ve modernizmin kazanımlarının tasfiyesi şeklinde değerlendirilmekte ve Postmodernizm olarak adlandırılmaktadır. Burjuva devrimlerinden sonraki kapitalist dönemin sanat ve kültür anlayışı modernizme dayanıyordu. Postmodernizm ise sanayi sonrası tüketim toplumuna, çokuluslu kapitalizm dönemine, yani emperyalizme ait bir kavramdır. Amerikalı Marksist felsefe yönelimli toplum eleştiricisi Frederick Jameson, Postmodernizmi “emperyalizmin doğal bir uzantısı ya da kültürel mantığı” olarak görür.
Postmodernizm terimi 1960’larda New York’taki sanatçılar ile eleştirmenler arasında ortaya çıktı ve 1970’lerde Avrupalı kuramcılar tarafından geliştirildi. Bu kuramcılardan Jean François Lyotard “Postmodern Durum” adlı kitabında, modern çağın meşrulaştırıcı “büyük anlatılar”ına ve felsefenin insana birliği sağlayabileceği düşüncesine şiddetle saldırır. Lyotard’a göre Postmodern felsefe, bütün her şeyi açıklama iddiasıyla ortaya çıkan bütüncül üst anlatılara duyulan genel güvensizlik durumunun, değişik biçimlerde dile getirilmesidir. Postmodern kuram bu anlamda, evrensel bilginin ve temeldenciliğin eleştirisi olarak tanımlanabilir. Lyotard, ortada bir akıl değil, çeşitli akıllar olmasından ötürü, artık bütünleştirici bir akıl düşüncesi hakkında konuşamayacağımıza inanır.
Postmodernizmin karşı karşıya bulunduğu ikilem şudur: Eğer bilgi için ne herhangi bir gerçeklik ne de herhangi bir dayanak kabul ediliyorsa, o zaman bilgiye dayalı teorik yaklaşımların statüsünün ve geçerliliğinin ölçütü ne olacaktır? Eğer rasyonel dayanak olasılığını ortadan kaldırırsak, o zaman ne tür bir zemin üzerinde hareket edeceğiz? Böyle bir kavrayışı paylaşmak şöyle dursun, karşı çıktığımız toplumun ne olduğunu nasıl anlayacağız?[5]
Postmodernizmin göreliliğe (veya “çoğulculuğa”) sarılması aynı zamanda, belirleyici standartların bulunmaması durumunda, bir sosyal eğilimin başka bir sosyal eğilime hâkim olma hakkını içermesini engellemenin mümkün olamayacağı anlamına da gelmektedir.[6]
Lyotard sanatın, ahlakın ve bilimin, başka bir deyişle güzelin, iyinin ve doğrunun birbirlerinden ayrılarak özerkleştiklerini ifade eder. Zamanımızın ayırt edici bir özelliği dil oyunlarının bölük pörçüklüğüdür. Bu bakımdan artık üst anlatı diye bir şey yoktur. Hiç kimse toplumda olup biteni bir bütün olarak yakalayamaz. Lyotard burada toplumda yalnızca tek bir tahakküm sisteminin olmadığını söyler gibidir. Bu düşünceler ile toplumun küçük ölçekli olaylar düzeyinde çok daha iyi işlediğini ileri süren kimi sağ kanat düşünürler arasında paralellik vardır. Bu anlamda, piyasa güçlerinin eline bırakılan bir toplum, bilinçli olarak planlanmış bir toplumdan çok daha iyidir.
Sovyetler Birliği’ndeki sosyalist sistemin geri gitmesi ve emperyalist güçlerin neredeyse tüm dünyada inisiyatifi ele geçirmesi, dünyadaki ulusal kurtuluş mücadelelerinin ve sosyalist hareketlerin yavaşlamasına sebep olmuş; bu durum da Postmodernizmin doğuşu için uygun koşulların oluşmasına yol açmıştır.
50’li yıllarda ideolojilerin sonunun geldiği bazı ideologlar tarafından öne sürülmüş, ancak 60’larda bu görüşün yanlış olduğu kanıtlanmıştır. Günümüzün Postmodern toplumunda ideolojilerin terk edilmesi gerektiği görüşü egemendir. Çünkü ideoloji geleceğe bakmak demektir. Oysa günümüz toplumunu belirleyen kavram “şimdi”dir. Postmodern birey, geçmişle çok az bağı olan ve ufukta düşünebileceği bir geleceği olmayan, sürekli şimdide yaşamaya mahkûm edilmiş şizofrenik bir öznedir. Zaman şimdidir; öncesinden de sonrasından da kopmuştur. Bunun mimarı küresel kapitalizmdir. Modernist anlayış, karşı çıkmayı, başkaldırıyı, değiştirme iradesini, gelecek için bugünü feda etmeyi içerir. Günümüzde ise bunun yerini “günün en iyi şekilde yaşanması” görüşü almıştır.
FORDİZM VE POST-FORDİZM
Modernizmden Postmodernizme geçiş, kapitalist üretim biçimlerinin işleyişi bakımından ele alındığında, Fordist üretim biçiminden post-Fordist üretim biçime geçişle bağlantılıdır.
Fordizm kavramı, A.B.D.’de otomobil üreticisi Henry Ford tarafından gerçekleştirilen üretim tekniğini ve kavramsal olarak da kapitalizmin İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki gelişimini ve üretim ilkelerini içerir. Fordizm “montaj bandı” ile sembolleşmiştir. Bu teknik, Frederick Taylor’un 1911’de yayınladığı “Bilimsel Yönetimin İlkeleri” kitabında sözünü ettiği, işgücü verimliliğinin nasıl artırılabileceğine ilişkin “zaman ve hareket” etüdü çalışmasına dayanır. Henry Ford 1914 yılında, bant üzerinde montaja dayalı ve günde sekiz saat çalışan işçilerle T modelini üretmiş; bu üretim şekli bu dönemin başlangıcı olarak kabul edilmiştir. Bu model, rakip firmaların elle yaptıkları otomobillerin onda biri fiyatına satılmış ve Pazar payını yüzde 50’lere çıkarmıştı.
Fordist üretim biçiminde ürünler standartlaştırılmıştır; bu her parçanın ve her görevin standartlaşması demektir. Sabit tezgâhın yerini yürüyen bant almıştır; böylece işçinin bir üründen diğerine gitmesi yerine, ürün işçinin önünden gelip geçmektedir. Bu üretim sistemi iki önemli kurumu ortaya çıkarmıştır: Birincisi, “bir şey parçalarının toplamıdır” düşüncesine dayanan, yürüyen bantlarla kitlesel üretimdir. İkincisi ise, “hiyerarşi, düzen oluşturmanın ana ilkesidir” diyen bürokratik örgütlenme modelidir. Bunun sonucu olarak büyük miktarlarda ürün üretilmiş; merkezi bir otoriteye bağlı, bu otorite tarafından yönetilen ve kontrol edilen çok sayıda insan varlığı ortaya çıkmıştır.
Post-Fordizm ise esnek uzmanlaşmayı, daha ileri teknoloji kullanımını ve merkezileşmenin ortadan kalkmasını ifade eder. Bilgisayarlaşmış bilginin, oldukça gelişmiş toplumlardaki işgücü kompozisyonu üzerinde gözle görülür bir etkisi vardır. Fabrika ve tarım işçilerinin sayısı düşerken, profesyonel, teknik ve “beyaz yakalı” işçi sayısında artış gözlenmektedir. Bilgisayar teknolojisiyle birlikte bilgisayar destekli makinelerin gelişmesi, beden gücüyle çalışmayı azaltmış; daha önce sadece bir parçanın montajında uzmanlaşmış işçileri daha fazla konuda uzmanlaşmaya ve daha eğitimli olmaya yöneltmiştir. Post-Fordizmin belirleyici özelliklerinin başında gelen ve “esnek uzmanlaşma” olarak tanımlanan durum budur.
- Dünya Savaşı’ndan sonra, ekonomisi gelişmiş olan ülkelerde 30 yıl boyunca istikrarlı, uzun vadeli, sendikası olan yönetim biçimleri kurumsallaşmıştı. Bu dönemden sonra gelen süreç ise sözleşmeli, geçici, dönemlik işçiler ve şirketler olarak işlemektedir. Bu ise atama ve işten çıkarmaların açık ve belirli kurallara dayanmadığı, iş yerlerindeki görevlerin net olarak tanımlanamadığı süreçler anlamına geliyor.
Dünya Bankası Türkiye Temsilcisi Andrew Working’in 12 Mart 2005 tarihinde verdiği demeç bu durumu güzel ifade etmektedir:
“Türk halkının bir şirketten emekli olma hayalini bırakıp iş değiştirmeye alışması gerekiyor. Fabrikaların kapasitesi artıyor, ancak maksimuma ulaşınca daha fazla işçi almak zorunda kalacaklar. İnsanlar, liseden sonra 3-5 iş değiştirebilecekleri fikrine alışmalı. Onun için de esnek, başka iş alanlarına kayabilecek becerileri gösterebilmeleri gerekiyor.”[7]
Esneklik kavramı, dışsal bir etki ile geçici olarak yitirdiği biçimine, o etkinin ortadan kalkışı ile yeniden dönme potansiyelini nitelemek için kullanılır. Mecazi olarak da farklı yaklaşımlara açık, anlamı istenilen yöne çekilebilen, kesinliği ve katılığı olmayan, bulanık, belirsiz, güvenilmez, her an değişebilen, uzlaşmaya eğilimli, anlaşması sorun olmayan, daha açık bir ifadeyle “karakter aşınmasına uğramış” kişilik yapısını tanımlamada da kullanılır.
İlk bakışta oldukça olumlu izlenimler bırakan esnek karakter yapısının, derinlemesine düşünüldüğünde aşırı ve sürekli değişken olmayı, bunun sonucu olarak güvenilmezlikleri, sadakatsizliği, depresif yapılı birey psikolojisini, yüzeysel kişiliklere sahip olmayı içerdiği fark edilebilir.
Yeni ekonomi, zaman içinde oradan oraya, bir işten diğerine sürüklenen yaşantılardan beslenmektedir. Belirsizlik özelliği, kapitalizmin gündelik işleyişine o denli sinmiştir ki, istikrarsızlık normal bir durumdur. Sürekli değişim ise her anlamda sürüklenme ve savrulma demektir. İş hayatındaki değişim öylesine hızlıdır ki, piyasada bir işin ikinci yılında bir önceki yıl gibi yapılması olanaksızdır; hatta bazı alanlarda aynı işin sürdürülmesine katlanamayan bir dinamizm söz konusudur. Sürekli olarak girişimci durumunda olan sıradan insan için kafa karışıklığı ve kaygı sürekli hale gelmiştir; karakter aşınması kaçınılmazdır.
Zeminlerin kaygan, güvenilmez, değişken ve istikrarsız oluşu, bir “iğretilik” durumu yaratır. Geleceğe ilişkin şeylerin belirsizliği, akılcı tahmin ve planların giderek zorlaşması, umudun azalmasına yol açar. Herkesin “potansiyel olarak gereksiz ya da değiştirilebilir olduğu” gerçeği, hayatın pek çok alanında bilince ve bilinçaltına korkunun işlemesine sebep olur.
Sanki herkes aynı süreci ve sorunları yaşamakta, herkes benzer şeylerden yakınmaktadır. Yakınma, sistemin emniyet süpabı olarak popüler kültür tarafından üretilen gündelik yaşam biçimlerinin bir parçasıdır; ancak sadece bir yakınma olarak kalır, sistem eleştirisine dönüşemez. Bu yüzden de çözümleyici niteliği yoktur. Dolayısıyla birçok insan için genel işleyiş acı vericidir, ama nedenini bilemezler. Sürecin medyaya yansıyan boyutu bu çözümlemeyi yapmaya olanak vermez, böylece birçok konu bilinemez olarak kalır.
Kurumların kesin ve geri dönülmez biçimde hızla dönüştürülmesi sonucunda, bugünle geçmiş arasındaki süreklilik bozulur, tarihsel bağlar zayıflar.
Murray Bookchin de postmodernizm konusunda şöyle bir saptama yapmış:
“Kapitalist toplum sadece iktisadi ve toplumsal ilişkiler üzerinde değil, aynı zamanda fikirler ve entelektüel gelenekler üzerinde de etkide bulunur; bu fikirler ile entelektüel gelenekleri bilgi, söylem ve hatta gerçeklik silikleşene dek, aralarında hiçbir ayrım, özgünlük ve artikülasyon kalmayana dek parçalara ayırır. Geçirimliliği ve parçalanmayı olumlayan bu kültür -Amerikan kolejleriyle üniversitelerinde yaygın olan bir kültürdür bu- post-yapısalcılık, ya da daha yaygın olarak, postmodernizm adı altında kendini gösterir. Postmodern dünya görüşü özgün ve ayrık olan her şeyi düzleştirme ya da homojenize etme, fikirlerin en küçük ortak paydası içerisinde eritme yetisine sahiptir.”[8]
Marksist literatürde proletarya, kendi mülkiyetinde üretim aracı bulunmadığından, yaşayabilmek için iş gücünü ücret karşılığında satmak zorunda olan işçi sınıfıdır. Proleter, kısaca “emekçi” demektir. Başkasına ait bir toprakta ücret karşılığı çalışan topraksız köylü de proleter, yani emekçidir. Meslekler ve uzmanlık alanları çeşitlendikçe “emekçi”, “işçi sınıfı” ve “proletarya” kelimelerinin ifade ettiği sınıf, giderek daha geniş kitleleri içine aldı. Fabrikalardaki mühendisler ve ustabaşılar, hastanelerde çalışan doktorlar ve hemşireler, okullardaki öğretmenler, üniversitelerdeki öğretim görevlileri, marketlerde çalışan tezgâhtarlar, kasiyerler, bankalarda bilgisayar karşısında çalışan memurlar, gazeteciler, yazarlar, sanatçılar, pazarlamacılar, kısaca “hangi meslekten olursa olsun, aldığı ücretten başka gelir kaynağı olmayan herkes”, “emekçi”, “işçi sınıfı” ve “proletarya” kapsamına giriyor. Ancak sınıf bilinci diye bir şeyin söz konusu olmadığı günümüz Postmodern toplumunda, sorunlara Marksizm’in pencereden bakmak, neredeyse anahtar deliğinden bakmaktan farksız. Artık “emekçi”, “işçi sınıfı” ve “proletarya” deyimleri kimseye bir şey ifade etmiyor, Marks ve Engels zamanından kalma, yalnızca o zamana ilişkin, modası geçmiş kavramlar olarak algılanmakta.
Bookchin de bu konuda hayli karamsar:
“Sendikalist alternatifi tarihsel açıdan tükettiysek eğer bunun nedeni, sanayi proletaryasının dünyanın her yerinde, teknolojik yeniliklerden ötürü, nüfusun küçük bir azınlığı haline gelmeye mahkûm olmasıdır. Pek çok durumda, sahici proletere tarihsel bir duruş kazandıran ve onu kimlikleyen sınıf bilincine erişmeyecek olan büro ve hizmet elemanlarıyla profesyonel ‘işçilerden’ kuramsal olarak bir ‘proletarya’ üretmeye çalışmak işe yaramayacaktır. (…) Emekçi insanların, onları sermayenin karşısına çıkartan çetin iktisadi problemlerle boğuştuğunu yadsımıyorum; fakat onların statüleri olmasa da yarı orta-sınıf bakış açıları, kapitalizmin münhasıran bir iktisadi sistem olarak yarattığı kötülükleri görme yetilerini azaltmaktadır.”[9]
POSTMODERN FELSEFE VE KÖKLERİ
Postmodernizm en genel anlamda, “Aydınlanma Tasarısı”nın temellerini oluşturan nesnel bilginin akıl yoluyla edinilebilir olduğuna duyulan güvenin kökten yıkılmasıyla birlikte, “temeldencilik”, “özcülük”, “gerçekçilik”, “akılcılık”, “özne”, “ben” gibi modern felsefenin en temel tasarımlarının sorunsallaştırılarak ele alındığı felsefe çerçevesi, konumu ya da duruşudur.[10] “Aydınlanma Tasarısı”nın temel değerlerine, ülkülerine, doğruluk savlarına karşı, tepki olarak ortaya çıkmış radikal bir felsefi tutumdur. Lyotard, Postmodernizmi “genellemelere ve üst anlatılara yönelik şüphecilik” olarak özetler.
Postmodernizm yüzeyde israr eder ve sahicilik taşıyan herhangi bir kavramı gözden düşürmek için çaba harcar. Derin anlamlar kabul görmez; sözde bir tikellik adına her türlü tümel küçümsenir. Öte yandan tümelden kastedilen tek tipleştirici teknoloji olduğunda, bunun anlamı hiç sorgusuz sualsiz kabul edilir, üstelik benimsenir.
Fransız toplumbilimci, kültür ve kitle iletişim araçları eleştiricisi Jean Baudrillard, çağdaş kültürün Postmodern bir kültür olduğunu, burada Postmodern sözcüğünün doğrudan “bölük pörçüklüğe” karşılık geldiğini, buna karşı “Postmodern toplum” deyişinin her şeyin her şeyle karıştığı, değerlerin, simgelerin, imgelerin içlerinin bütün bütün boşaltıldığı bir toplumsal dönemin doğasını anlattığını belirtmektedir. Ayrıca Baudrillard, bu temel Postmodern belirtilerin en iyi televizyonda yayınlanan ticari reklamlara bakılarak görülebileceğini söylemektedir.[11]
Postmodernizmin felsefesini “post-yapısalcılar” olarak da bilinen yeni felsefeciler oluştururlar.
Yapısalcılık, yapıtı belli bir yapı içine yerleştirerek bütününde kavramaya dayalı bir araştırma yaklaşımı ya da kuramıdır. Yapısalcılığın temel çıkış noktasına göre yapının öğeleri hem birbirlerine hem de yapının kendisine ayrılmaz bir biçimde bağlıdırlar. Post-yapısalcılık, başındaki post ekinden de anlaşılacağı üzere, yapısalcılığa karşı eleştirileri içeren bir felsefi çerçeveyi dile getirir.
Felsefede Postmodern yönelimli düşünürler evrensel, tümel, nesnel, akılcı bir doğruluğun varlığına yönelik derin bir kuşku duyarlar, bu kuşkuları doğrultusunda da özellikle değişik dil ve deyiş stratejileri aracılığıyla Batı felsefesi dilinin keskin kavram karşıtlıkları üstüne kurulmuş olan ikilikleri yıkmayı amaçlarlar, hep “dilin yaşamsallığı” ile “yaşamın dilselliği” düşüncesini öne çıkarırlar.
Postmodernistler, modern çağa ait kuramları ve ideolojileri eleştirmişler ve karşı çıkmışlardır. Onlara göre, şeyleri sürekli kuramsallaştırmaya çalıştığımız sürece, söz konusu şeyleri asla oldukları gibi yaşayamayız. Hayatta siyasetten önemli şeyler de vardır. Eğer tamamen siyasete gömülürsek, burada ve şimdi olan bitenleri kaçırırız. İdealler insanı şimdiden koparır. İnsanlar ideallerin peşinden koşmayı bırakıp, şimdiyi yaşamaya bakmalıdırlar.
Postmodernizmde doğruluk, gerçeklik, iyilik, doğa, Tanrı, insan gibi kavramlara mutlak anlamda bir değer yüklenmesi mümkün değildir. Postmodern dünyanın temel soruları, “Hangi doğruluk?”, “Neyin doğası?”, “Kimin Tanrısı?”, “Neredeki gerçeklik?” gibi sorulardır. Bütünselliğin yerini “bölük pörçüklük”, toplumsal olan tüm değerlerin yerini, bireysel olanlar almıştır. Her şey her şeyle karışmış, değerlerin, simgelerin, imgelerin, kavramların içi boşaltılmıştır. Hiçbir kavram mutlak değildir, kavramlar ve değerleri kişiden kişiye değişebilir. Tüm bunlar “farklı görüşlere yer verme”, “toplumda farklılığın yansıtılması” ve “çeşitliliğin getirdiği zenginlik” gibi maskelerin arkasına gizlenir. Oysa asıl amaç, insanların olaylar arasındaki ilişkileri algılayamaz, gerçekliklerin arkasındaki “mutlak” gerçekliği fark edemez hale getirilmesidir.
Örneğin Sovyetler Birliği’nde Stalin döneminde İkinci Dünya Savaşı’na girilmesi sebebiyle ciddi boyutlarda konut sıkıntısı yaşanmış, bir evin birden çok aile tarafından paylaşıldığı olmuştur. Bu sorun egemen sınıfların sosyalizm karşıtı söylemlerinde her zaman başköşede yer almış, “komünizmin işte böyle bir şey” olduğu fikri çok kişinin zihnine yerleştirilmiştir. Bu örneğe bakarak sosyalizmi eleştirenler, bunun sorumlusunun sosyalizm değil de içinde bulunulan savaş koşulları olduğunu dikkate almazlar; kapitalist ülkelerde savaş yokken bile evsiz kaç milyon kişinin sokaklarda, parklarda, metro istasyonlarında yaşamlarını sürdürmeye çalıştığını ise hiç görmezler.
Yeni felsefeciler kendilerine asla kapitalist şiddeti ve kapitalizmin dünyayı kendi çıkarları doğrultusunda kullanması olgularını dert etmemişler, dünyada var olan otoriter rejimlere çalışmalarında neredeyse hiç değinmemişlerdir. Kısacası, bütünüyle bireysele odaklandıkları için toplumsalı ihmal etmişlerdir. Büyük ölçüde Nietzsche’nin düşüncesine bağlı olan bu felsefecilerin önemli bir çoğunluğu hem bilimi hem de siyaseti yadsımıştır. Bu hareket Postmodernizmin özellikleri olan çokseslilik, farklılık, bireysellik ve öznellik üstünde duran entelektüel eğilimin bir parçasıdır.[12]
Post-yapısalcı görüşlerin çok büyük bir bölümü, Jacques Lacan, Jacques Derrida, Michel Foucault, Gilles Deleuse, Felix Guattari, Jean-Francois Lyotard gibi felsefeciler tarafından ortaya atılmıştır. Bu görüşlerin kökleri, felsefe tarihinin hayli eski dönemlerine kadar uzanır.
Post-yapısalcıları etkileyen felsefi görüşlerden biri kuşkuculuktur. Kuşkuculuk (İng. Scepticism, Fr. Scepticisme, Alm. Sceptizismus.), düşünülebilecek hiçbir konuda kesin bilgi diye bir şeyin olmadığını, olsa bile insanın eldeki yetileriyle kesin bilgilere ulaşmasının olanaklı olmadığını öne sürerek, nesnel bilgiyi ve nesnel bilme olanağını bütünüyle yok sayar.[13]
- Ö. yaklaşık 371 ile 322 yılları arasında yaşadığı sanılan Demosthenes, “her insan, neye inanmak istiyorsa ona inanır” düşüncesiyle bilginin nesnelliğinden söz edilemeyeceğini, var olan bütün bilgilerin insan öznesine bağımlı olduğunu açıkça dile getirmiştir. Bu anlamda kuşkuculuğun, bilgi ile doğruluk olanağına bütünüyle karşı çıkan “Bilgikuramsal Nihilizm” ile örtüştüğü söylenebilir. Günümüzde bu nihilizm biçimi kimileyin “Postmodern temeldencilik karşıtlığı” ile bir tutularak anlaşılmaktadır.[14]
Protagoras (M. Ö. yaklaşık 490-420) için duyu algısı ve bundan doğan sanı biricik bilgimizdir. Bundan da şu sonuç çıkar: Her sanı doğrudur, hiç kimse yanlış bir şey düşünemez. Protagoras bunu ün salmış olan şu sözüyle ifade etmiştir: “İnsan her şeyin ölçüsüdür, varolanların varlıklarının da varolmayanların varolmadıklarının da.” Bu anlayışa göre “doğru” olacak, herkesin doğru sayacağı bir yargıya varmanın olanağı da yoktur. Yeni felsefecilerin temel aldıkları görüşlerden biri de budur.
Adcılık (İng. Nominalism. Fr. Nominalisme. Al. Nominalismus.) XI. yüzyılın sonunda Compiégne papazı Roscelin’in ortaya attığı bir öğretidir. Kavramların gerçek anlamda bir varlıkları olduğu düşüncesine bütünüyle karşı çıkar, bütün tümel kavramların tek tek şeylerin aralarındaki ortaklıklar üzerinden gidilerek oluşturulmuş genel adlardan, göstergelerden ya da sözcüklerden öte bir anlamları olmadığını savunur. Kullandığımız sözcüklerin, yaptığımız tanımların, kendileri aracılığıyla düşündüğümüz tasarımların, hatta konuştuğumuz dillerin şeylere gönderilmek anlamında nesnel bir anlamları bulunmadığını, bunların gerçek nesnelerle de gerçekliğin herhangi bir yönüyle de ilintili olmayıp, bütünüyle insanoğlunun şeylere yüklediği adlarla belirlendiğini savunan felsefe görüşüdür.
Adcılık, bu tanımlardan da anlaşılacağı üzere, hem şeylerin gerçekliklerini oluşturan belli bir özleri bulunduğunu savunan “özcülük” yaklaşımına, hem de kavramların gerçek varlıkları bulunduğu düşüncesi üzerine kurulu “kavramcılık” anlayışına karşı çıkmaktadır. Tasarlanabilecek her durumda genel düşünceler ile kavramları birer sözcük olarak değerlendiren adcılık, “türler” ile “cinsler” arasında yapılan ayrımların da gerçek varlıklarla uzaktan yakından bir ilintileri olmayıp bütünüyle insan yapımı olduklarını ileri sürmektedir.[15]
İsviçreli dilbilimci Saussure’ün dil kuramında “gösteren” ve “gösterilen” arasındaki ilişkide, “gösteren”, yani sözcük, Postmodernistler tarafından gerçeğin reddine kadar götürülmüş, bu ikili arasındaki ilişkide belirleyicilik “gösteren”e verilmiştir.
Derrida’nın açık ifadesiyle, “metnin dışında gerçek yoktur”. Derrida’ya göre gösteren, doğrudan doğruya gösterilene bağlı değildir. Gösteren ile gösterilen arasında birebir karşılıklı ilişkiler yoktur; sözcük ile “şey” ya da düşünce gerçekte asla bir ve aynı olamazlar. Gösteren ile gösterilenler sürekli olarak yeni birleşimler (combination) içinde ya birbirlerinden koparlar ya da bir araya gelirler. Anlam asla tek bir göstergeye bel bağlamaz. Bundan çıkarılacak anlam şudur: Bilginin yansıtılan “son”unu anlamlar ile örtüştürmeye çabalamak, hiç gerçekleşmeyecek bir düştür. Hiç kimse “anlamlar” (gösterge) ile “son”u (anlam) özdeş kılamaz.
Postmodern felsefenin geleneksel felsefe yapma anlayışına karşı dile getirdiği en güçlü meydan okumalardan biri, tarihin büyük ölçüde, modernliğin ise bütün ülkü ve tasarılarıyla birlikte kesinkes sonuna gelindiği fikridir.
Bu kuramcıların pek çoğu, Marksizmi dünyayı anlamak, onda içkin bir düzen bulmak amacıyla geliştirilmiş son sistemli deneme olarak görürler. Söylediklerine göre Marksizm bir metafiziktir ve bundan böyle şimdiyle hiçbir bağlantısı olamaz. Marksizm insanları gerçeklikten koparan bir inanç sistemidir. Sözgelimi Lyotard, Marksizm’i dinsel bir söylem olarak görmektedir: Her türden zulme maruz kaldığı varsayılan işçi sınıfı gelecekte bir gün dünyayı kurtaracaktır.
Önceleri bir Marksist olan Lyotard, Marksizm’i şimdi karşı olduğu büyük anlatılardan biri olarak görür. Lyotard, Marksizm’in baskı kullanmak yoluyla türdeş bir toplum yaratma arzusunda olduğunu düşünür, bu yüzden de Marksizm’e bir hayli eleştirel yaklaşır. Bugün önümüzdeki toplumun bireysel ve parçalı bir toplum olduğuna inanır. Lyotard’a göre söz konusu büyük anlatılarla ilgili en büyük güçlük, bu anlatıların otoriteci olmalarından kaynaklanmaktadır. Büyük anlatılarda bireyler baskı altına alınırlar ve sonuçta kendilerinin büyük anlatıların kontrolünü elinde tutanların amaçlarına kurban edilmiş olduklarını görürler. Örneğin Sovyetler Birliği’nde Komünist Parti bütün hakikatleri tekelinde bulundurduğu için bütün bireylerden partinin çizgisinde olmalarını istemiştir. Bunun sonucu olarak Marksizm, bireysel inisiyatifleri öldürerek terör estirmiş, muhalefeti acımasızca bastırıp, yaratıcılığı öldüren totaliter bir toplum modeline dönüşmüştür.
Yeni felsefeciler toplumun doğası gereği daima baskıcı bir karakterde olacağına inanırlar. Öyle ki artık tahakküm, sınıf terimleri doğrultusunda kavranamayacak bir düşüncedir. Söz konusu felsefeler çeşitli romantizm ve bireycilik biçimlerine başkaldırmakta, “bilim”le birlikte sahicilik ve özgünlük adı altında ortaya çıkan her türlü bütüncül inançları acımasızca suçlamaktadırlar. Birçoğu bilimin daima bir iktidar ilişkileri dağarcığında işlediğini ve bu dağarcığı pekiştirdiğini savunur.
Marksizm, bir biçimde Sovyet kamplarının teröründen sorumludur. Toplumsal ve siyasal baskının başlıca kaynağı devlettir; o yüzden devletin bekçiliğine soyunan her türden siyaset tehlikeli ve bir o kadar da yararsızdır. Bu ideolojiler, temelde pasif kötümserliğe dayalı her yeri dökülen bir başkaldırı idealleştirilmesi ile statükonun korunması düşüncesini bir potada eritmektedirler. Sözü edilen ideolojilerin belli bir tarihsel ilerleme ya da kalıcı bir dönüşüm anlayışları olmaması nedeniyle, gelinen bu durumun sürpriz sayılmaması gerekir.[16]
Görünen o ki pek çok post-yapısalcının genel eğilimi şudur: “Marksizm doğru değilse, başka hiçbir şey doğru olamaz.” Bu düşünürlerin birçoğu kendisini “nereye gittiğimizi bilmiyoruz” gibi bir şaşkınlık aşamasında hissetmekte, bu şaşkınlığı en iyi Nietzsche’nin dile getirdiği inancını paylaşmaktadırlar.[17]
Yeni felsefecilerin Marksizm’e yönelik eleştirileri, Nietzsche’nin “baskı altına alınan insanlar adalet ister, gerçekte bu kendileri için istedikleri iktidarın bahanesidir” sözünü doğrular niteliktedir. Bu eleştirilerinde, Sovyetler Birliği’nde devrimden sonra devletin sönümlenemeyip bir baskı aracına dönüşmesinin payı vardır. Hiç şüphesiz bu dönüşümün sebebi sosyalist sistem değil, devlet kademelerindeki yöneticilerin kapitalistleşmesiydi; ancak bu gerçek, Postmodernizmin sol hareketi parçalamasını engelleyemedi.
Özellikle 1968 sonrası “Yeni Sol” diye adlandırılan bir çerçeve içinde, feminist, çevreci, nükleer enerji karşıtı, birtakım etnik toplulukların ya da eşcinseller, travestiler gibi farklı cinsel tercihi olan grupların haklarını savunan “sol” hareketler ortaya çıktı.
Bu Postmodern solcuların büyük çoğunluğunun ortak özelliği, ulus, devlet ve işçi sınıfı gibi kavramlara karşı olmaları, hatta bu kavramları gerici olarak görmeleridir. Bu gruplar toplumdaki birtakım sorunların farkındadırlar, ancak bu sorunların arkasındaki asıl sebep olan özel mülkiyeti ve emperyalizmi görmemek konusunda ısrarcıdırlar. Bu grupların ortaya koydukları hareketler, toplumsal bir niteliğe sahip olmaktan çok bireysel kaygıları ön plana çıkaran hareketlerdir. Artık, modern toplumun evrensel politikalar üreterek sorunlara evrensel çözümler bulma yaklaşımı terk edilmiş, bunun yerini daha çok bireysel yaklaşımlar almıştır.
Örneğin, kadın haklarını savunan birçok feminist örgüt vardır. Bu örgütler, toplumdaki erkek egemenliğine ve kadınlara yapılan baskılara karşı söylemlerde ve eylemlerde bulunurlar; hukuksal çözümler önerirler. Ancak şu gerçeği ifade etmek noktasında sessiz kalmayı tercih ederler: Soyun anneye göre belirlendiği anaerkil yapının erkek egemenliğine dayalı ataerkil yapıya dönüşmesi, özel mülkiyetle birlikte ortaya çıkmıştır. Bu dönemde özel mülkiyetle birlikte ortaya çıkan miras hakkı, çocukların babasının belli olmasını zorunlu kıldı. Bunun sonucu olarak, özgürce ve doğal olarak yaşanan cinselliğin yerini tek eşli evlilik ve ahlâk kuralları aldı. Bu ahlâk anlayışı, cinsel ve duygusal sorunları olan, bu sorunlarını çözemediği için de toplumsal sorunlarla ilgilenemeyen, pasif bireylerin ortaya çıkmasına yol açar. Sömürü sisteminde, egemen sınıfların iktidarını ayakta tutan bu tür bireylerdir; bu yüzden de egemen sınıflar tarafından topluma bu ahlâk anlayışı dayatılır.
Buna karşın, cinsiyetler arasındaki en eşitlikçi ilişkilerin en sade haliyle toplayıcı toplumlarda bulunduğu görüşünü destekleyen kanıtlar da gittikçe artmakta.
Darwin’in bir saptaması da bunu doğrular: “…tamamen barbar olan kabilelerde, kadınlar sevgililerini seçmekte, cezp etmekte veya sonradan kocalarını değiştirmekte, beklenildiğinden çok daha fazla söz hakkına sahiptirler.”[18]
Kadınlar, toplayıcı-avcı toplumdan farklı olarak, geleneksel tarımda son derece başat bir rol oynamalarına rağmen, karşılığında bir statü elde etmezler. Bitkiler ve hayvanlar gibi, kadınlar da, tarımın başlamasıyla birlikte evcilleştirilmeye tâbi kılınmaktadır. Temellerini yeni düzenle sağlamlaştıran kültür, içgüdünün, özgürlüğün ve cinselliğin koşulsuz boyun eğdirilişini gerektirir. Her türlü düzensizlik ortadan kaldırılmalı, doğanın gücü ve kendiliğindenlik sıkı bir şekilde denetim altına alınmalıdır. Kadınların yaratıcılığı ve cinsel kişilikler olarak temel varlığı, yerini, tüm köylü dinlerinde ifade edilen, erkeklerin ve besinin bereketli kaynağı Büyük Ana rolüne bırakmaya zorlanmaktadır.[19]
Güney Amerika’daki çiftçi kabilelerden biri olan Mundurukların erkekleri, kadınların baskı altına alınması bağlamında, bitkileri ve cinselliği aynı sözcüklerle ifade ederler: “Onları muzla terbiye ediyoruz”. Simone de Beauvoir, saban ile erkeklik uzvu arasında kurulan denklemde, kadınlar üzerindeki erkek otoritesinin sembolünü saptamıştır. Bir başka çiftçi grup olan Amazon Jivaroları arasında, kadınlar, yük hayvanı ve erkeklerin kişisel mülkiyeti olarak değerlendirilmektedir. Güney Amerikalı bu ova kabileleri arasında, yetişkin kadınların kaçırılması, pek çok savaşın başlıca nedenidir. Kadınlara yönelik acımasızlık ve kadının yalıtılması, tarımsal toplumların işleviymiş gibi görünüyor ve kadınlar böylesi topluluklarda, işlerin önemli bir kısmını, hatta tümünü yapmaya devam ediyorlar.[20]
Hiç kuşkusuz Çevrecilik ve Feminizm gibi hareketler karşıdevrimci değillerdir, ama sosyalizmi görmezden geldikleri noktada ister istemez karşıdevrimin hizmetine girerler.
Postmodernizmin, siyasal yönelimleri bakımından hem radikal hem de muhafazakâr olduğu söylenebilir. Bireyler, kimlik ve kültür gibi alanlarda radikal; fakat sistemi değiştirme noktasında muhafazakârdırlar. Ancak gerek radikallik gerekse muhafazakârlık kavramı pek çok kavram ve kategoride olduğu gibi anlam değişimlerine uğrar. Hem her iki yönelimin Postmodern temsilcileri söz konusudur hem de belirli bağlamlarda her iki yönelim de aynı noktada birliktedir. Postmodern siyasette mikro politikalarla makro politikalar, başka bir deyişle majör olanla minör olan kavramlar birbirleriyle yer değiştirirler.
Foucault, örgütlenmiş bir devletten daha aşağı düzeylere yayılan, bu anlamda da belli bir merkezde toplanan geleneksel iktidar anlayışını kabul etmez. Faucault’a göre, devlet diğer pek çok aygıttan yalnızca biridir. Hem Faucault’da hem de yeni felsefecilerde, bir baskıdan bir başkasına götüren küresel mücadele düşüncesi yeniden hatırlanmakla birlikte, yalnızca yerel ve bölük pörçük mücadelelerin bütünüyle yıkıcı oldukları düşüncesi değer kazanır.[21]
Aslında iktidar sorunu Foucault’nun üzerinde yoğunlaştığı özel konudur ve bu sorunu ele alırken kullandığı yöntemler bir hayli çarpıcıdır. Foucault, modern toplumun mihenk taşı olan kurumları ele alırken, bu toplumun maksatlı bir kontrol etrafında toplandığını ve kapitalizmin hiçbir kurtuluş umudu bırakmayan mantıksal finalini ifade eden “hapsedici bir süreklilik” anlamına geldiğini savunur. Oysa iktidar, öznelerin hem iktidarın ürünü hem de öğeleri oldukları bir ilişkiler yumağı veya hapishanesidir. Böylece her şey iktidara eklemlenmektedir ve bu yüzden, karşısında savaşılacak “temel” baskıcı bir iktidar bulma çabası sonuçsuz kalacaktır. Modern iktidar sinsidir ve “her yerde oluşmaktadır”. Tıpkı Tanrı gibi, hem her yerdedir, hem de hiçbir yerde.[22]
Kesin olan bir şey varsa o da, her birine karşı bir şekilde direnilmesi gereken, ardışık iktidar rejimleridir.[23]
Günümüz bireysel anarşistlerinden John Zerzan, Foucault’ya hak verir:
“Foucault’nun, bizzat iktidarın bir varyantı olamayan herhangi bir direniş biçimi bulunmadığı biçimindeki görüşlerini şüphesiz yabana atmamak gerekiyor. Foucault, iktidar ile bilgi arasındaki ilişkiyi değerlendirirken -iktidara yönelik her direnişin onun bir varyantı olması bağlamında- başka bir çıkmazla karşılaşmıştır. İktidar ile bilgiyi, asla birbirinden kopartılamayan ve biri doğrudan diğerini gerektiren olgular olarak görme noktasına gelmiştir.”[24]
Deleuze, Guattari, Derrida, Foucault, Lyotard ve diğer post-yapısalcılara bakıldığında, Nietzsche’nin bu düşünürler üzerindeki derin etkisi görülebilir. Tıpkı Nietzsche gibi post-yapısalcı düşünürler de her türden “sistem”e düşmanca yaklaşmaktadır.
Nietzsche’nin belli bir sistemi olmamasının felsefece çok güçlü nedenleri vardır. Her sistemin kendi içinde sorgulanamayacak bir öncüller kümesine indirgenebileceğini savunur. “Sistem kurma istenci gerçekte bütünlükten yoksun olmanın bir göstergesidir. Bütün ön kategoriler sorguya çekilmelidir. Hiçbir sistem tek başına doğruyu ortaya çıkaramaz; olsa olsa her sistem belli bir görüş ya da bakış açısı edinmek anlamına gelir. Bu nedenle kendimizi tek bir sisteme hapsetmemeli, varolan çeşitli bakış açılarını dikkate almalıyız” der. Nietzsche, hiçbir sonlu sistemin iç tutarlılığının asla kendi doğruluğunun garantisi olamayacağını ifade eder.[25]
Postmodernizmin temelini oluşturan Post-yapısalcılara esin kaynağı olan görüşlerden biri Nietzsche’nin bu görüşüdür. Ancak Nietzsche ile post-yapısalcıların her türlü sisteme düşmanca yaklaşmalarının amacı çok farklıdır. Nietzsche, sistemlere karşı çıkarken, her sistemin belli bir bakış açısı olduğu için, hiçbir sistemin “bütün”ü açıklamaya yeterli olamayacağı düşüncesinden hareket eder. “Bütün”ü görebilmek için tüm sistemlerin reddedilip, “tüm sistemlerin üstünde” bir bakış açısıyla bakmak gerektiğini savunur. Bu, “üstinsan”a dönüşme istenci olan insan için gereken bakış açısıdır. Oysa post-yapısalcılar, sistemlerin hiçbirinin tek başına “bütün”ü açıklamaya yeterli olmamasını doğal karşılayıp kabullenmekle birlikte, Nietzsche’nin “her türden sisteme karşı çıkma” düşüncesini kapitalist sömürü sisteminin çıkarına uygun olacak şekilde kullanırlar. Tüketim toplumu için “ideal” olan insan, “bütün”ü kavramak gibi bir amacı olmayan, sıradan insan olarak gelmiş, her zaman da sıradan olarak kalması gereken insandır. “Bütün”ü kavraması gerektiği için değil, kavramaması gerektiği için sistemlerden uzak durmalıdır. Bütünü kavramanın sağlıksız olduğu kadar da imkânsız olduğu düşüncesi, Sovyetler Birliği’nde sosyalist sistemin baskı rejimine dönüşmesi nedeniyle Fransa’da 60’lı yıllardan beri Marksist ve Komünist akımlara duyulan tepkiden kaynaklanır.
Nietzsche’nin “Tanrı’nın Ölümü” fikri de post-yapısalcılar tarafından “İdeolojilerin sonu” olarak algılanmıştır.
“Tanrı’nın Ölümü” Nietzsche’nin modern dünyadaki geleneksel bütün değer yapılarının ve değerlerin geleneksel dayanaklarının bir daha onarılmazcasına çöktüğünü, bu durumun insanlığı düşürdüğü değersizliğin insanlığın geleceği önünde ne denli ciddi bir sorun oluşturduğunu anlatmak amacıyla geliştirdiği felsefi bir benzetmedir. Hıristiyan ahlâkının dünyaya ve insana yönelik yorumuna kaynaklık eden Tanrı tasarımına dayalı bütün yorumların değerlemeleriyle birlikte, gerek kültürel, gerek ahlaksal, gerekse düşünsel bakımdan yıkılarak toptan çöktüğünü bildirir. “Tanrı’nın Ölümü Duyurusu” olarak da bilinir.[26]
Nietzsche’ye göre “Tanrının Ölümü”, modern insanın düştüğü duruma edilgen bir yolla katlanmak yerine, bütün değerlerin yeni baştan yaratılmasına olanak tanıması, eski geleneksel değerlere karşı yeni değerlerin yaratılması fırsatını yaratması, buna bağlı olarak da üstinsanın doğuşunu hazırlaması bakımından insanlığın önündeki kaçırılmaması gereken en son fırsattır.[27]
Nietzsche, bütün insanların eşit derecede iyi olma ve güzeli yaratma yetisi taşımadıklarını öne sürer. Doğa kimi insanlara diğerlerine göre çok daha iltimaslı davranmıştır. Bu, onun sosyalizme ve demokrasiye karşı çıkmasının sebebidir.[28] Nietzsche ayrıca aristokrasi yönetiminin erdemine inanıyordu. Marksizm’i eleştiren Post-yapısalcıların, Nietzsche’nin görüşleri içinde temel aldıkları bir diğer görüşü de budur.
Yeni felsefecilerin bilimi yadsımalarını arkasında, bilimin kapitalist sistemde egemen sınıfın çıkarına kullanılmakta olması yatar.
Teknik araçlar çıktıyı artırma girdiyi azaltma, yani en az güçle en çok işi yapabilme ilkesini izlerler. Çünkü teknoloji doğruyla, adaletle ya da güzelle değil, yalnızca üretkenlikle ilgilidir. Teknik bir buluş, bir başkasının yaptığı işi daha az enerji ile yaptığı zaman ancak iyidir. Bilim oyunu, her kim en zenginse haklı olma şansına en fazla sahip olduğu bir zengin oyunudur. Başka türlü söylemek gerekirse, bilimin amacı artık yalnızca performansı artırmaktır. Bilim adamları, teknisyenler ve araç gereçler doğruyu bulmak adına değil, iktidarı büyütmek adına satın alınırlar. Dikkatlerin doğruluktan performansa kayması, günümüzde eğitim politikasına da yansımaktadır. Gün geçtikçe eğitim kurumlarının çok daha işlevsel bir konuma geldikleri açıktır. Bu anlamda kendilerine önem atfedilen ideallerden çok yetenekler olmaktadır.
Günümüzde bilgi edinmenin zihinlerin ve hatta tek tek bireylerin eğitilmesinden ayrılamayacağı şeklindeki ilkenin gittikçe modası geçmektedir. Bilgi artık bir amaç değildir, satılmak için üretilmektedir.
Lyotard, bilgi elde etme isteğinin arkasındaki temel yönlendirici gücün, bundan böyle büyük anlatıların olamayacağına dikkat çeker. Öğrenci, devlet ya da üniversite tarafından günümüzde sorulan soru artık “doğru mu?” sorusu değil, “ne işe yarar?” sorusudur. Bilginin ticarileşme sürecinde bu soru “satılabilir mi?” sorusuna, iktidarın büyüme sürecinde ise “etkili mi?” sorusuna karşılık gelir.[29]
Postmodern felsefecileri etkileyen bir düşünür de Martin Heidegger’dir. Heidegger, 1889-1976 yılları arasında yaşamış Alman filozofudur. Kimi felsefe çevrelerinde “varoluşçuluk” akımının kurucularından sayılır.
Heidegger, insan varlıklarına en yakın olan dünyayı “gündelik yaşam dünyası” diye adlandırır. Bu dünyanın en belirgin özelliği, insanın yaşamsal gerçeklerini yerine getirmek amacıyla oluşturulmuş bir dünya olmasıdır. Sözgelimi, barınmak için bir ev yapma amacı böyle bir yaşamsal gereğin sonucudur. Bu anlamda gündelik yaşam dünyasının anlamlandırılması, birtakım araç gereçlerin belli amaçlar doğrultusunda doğrudan ya da dolaylı olarak kullanılmasıyla kendisini gösteren yararlardan doğmaktadır.[30]
Heidegger’e göre modern çağda var olmak, algılamaktır. Modern çağda dünya görselliğe bürünmüştür ve dünya artık bize gösterilen biçimde duymamız, tanımlamamız, kavramamız, algılamamız ve yaşamamız gereken bir dünya haline gelmiştir.[31]
POSTMODERNİZMİN ÖZELLİKLERİ
Bugün birçok insan Batı toplumlarının, II. Dünya Savaşı’ndan beri doğalarını belli birtakım yönlerden radikal bir biçimde değiştirdiklerinin farkındadır. Burjuva toplumunun ekonomik ve politik örgütlenmesi ile gerçek kültürel gelişme biçimlerinin bağdaşmazlığı, sermayenin tekelleşme dönemini oluşturan son evrede iyiden iyiye kendisini göstermeye başlamıştır.
Doğrudan doğruya Rönesans ve Aydınlanma Çağı’nın hümanist geleneklerine bağlı, kendi değerinin bilincinde olan, etkinliğinin sonuçlarından endişe duyan, tasarılarında ve kararlarında özgür davranabilen bireyde kendini görebilen çağdaş dönemlerin klasik kültürü yerine, söz konusu bireyin yokluğundan yararlanan çağdaş kapitalizmin maddi ve manevi uygulaması kendisini kabul ettirmiştir.
Kapitalist gelişmenin ilk evresinde birey, henüz bir ölçüde özgür girişim ve serbest rekabet sayesinde ekonomik ve manevi bağımsızlığını koruma hayalini taşımaktaydı. Ancak, çağdaş kapitalist toplum kuramlarının tek ve her yerde kendisini gösteren sistemini oluşturmak üzere devlet eliyle kurulan tekelci birliklerin egemenliği altında, söz konusu hayal, yerini bireyi tümüyle tekellere bağlanmaya iten ve bu sistemde özgürlük ve kendi iradesiyle davranabilme hakkından yoksun bırakan bilince bırakmıştır. Bu toplumda tüketim hakkını elde edebilmek için, yaratı hakkından vazgeçilmiştir. Bazı şeylere sahip olmanın bedeli, kişiliğin yitirilmesi ile ödenmiştir. Nesneler, kişinin saygınlığının, gücünün ve diğer insanlar üzerindeki etkisinin ölçütü haline gelmişlerdir.
Bugün de kapitalizm, bireysel plandaki kültür gelişiminde, güçlü teknolojik ve kuramsal araçlarını kullanarak kültür üretimini ve yayılımını desteklemekte, bu yolla kendi güçsüzlüğüne çare bulmaya çalışmaktadır. Bireysel ilkelerin olmayışı, ileri derecede sanayileşmiş bir kültürel etkinlik, geniş bir tüketime yönelik kültürel ürünlerin son derece ileri bir teknikle çoğaltılarak yayılması yoluyla giderilmiş gibi görünmektedir. Bunun sonucunda kültür, bireyin manevi gelişiminin, yaşamın yaratıcı yoğunluk ve zenginliğinin, evrensel bilinç sürecinde kişisel öğreniminin anlatımı olmaktan çıkmaktadır. Gün geçtikçe kültür, mekanik bir biçimde hazırlanan ve birey için, belirli bir duruma uyum sağlamak amacıyla tümüyle yardımcı ve yüzeysel bir araç olarak kullanılan manevi klişeler haline dönüşmektedir.[32]
Toplum kuramcıları bu değişimleri ifade etmek için “medya toplumu”, “gösteri toplumu”, “tüketim yoluyla denetim altında tutulan bürokrasi toplumu”, “sanayi sonrası toplumu” gibi değişik terimler kullanmaktadırlar. Postmodernizmin tanımı üzerinde, Postmodernizmin kuramcıları arasında bile net bir görüş birliği olmadığı gibi, Postmodernizmin özelliklerini birbirinden net olarak ayrılmış kategoriler biçiminde analiz etmek de çok zordur.
Yapılan birçok çalışma arasından iki önemli yaklaşım Postmodernizmin özelliklerini daha anlaşılır, açıklanabilir ve uygulanabilir şekilde belirlemeye çalışmıştır. Aralarında hayli benzerlik olan bu iki yaklaşımdan birincisi 7 özellikten söz etmektedir:
1-Parçalanma (Fragmantation),
2-Farklılaştırmanın Giderilmesi (De-differantation),
3-Üst Gerçeklik (Hyperreality),
4-Kronoloji (Chronology),
5-Pastiş (Pastiche),
6-Kurumsalcılık Karşıtlığı (Anti-foundationalism),
7-Çoğulculuk (Pluralism).
İkinci yaklaşımda ise, diğer yaklaşımın ortaya koyduğu 7 madde ile birliktelikleri ve ortak yönleri olan 5 madde ile karşılaşırız:
1-Parçalanma (Fragmantation),
2-Üst Gerçeklik (Hyperreality),
3-Üretim ile Tüketimin Yer Değiştirmesi (Reversals of Consumption and Production),
4-Öznenin Merkezsizleştirilmesi (Decentering of the Subject),
5-Karşıtların Birlikteliği (Juxtaposition of Opposites).
Şimdi bu beş özelliği sırasıyla kısaca açıklayalım:
PARÇALANMA (FRAGMANTATION)
Post-Fordist dönemde bilgisayar teknolojisindeki gelişmeler, üründen ürüne, modelden modele ayarlanabilen makinelerin yapılmasına olanak tanımıştır. Böylece üründe ve modelde çeşitlilik yaratma olanağı doğmuştur; ürünün tasarımında bile, müşterilerin özel isteklerine göre hızla değişiklik yapılabilmektedir. Bazı şirketler, kişiye özgü ürünler tasarlayıp üretebilmektedir. Örneğin Levi’s kot firması bilgisayarlı ölçü alma sistemiyle müşteriye tam uyan kotlar yapmaktadır.
Günümüzde birçok ürünün değişik parçaları, işgücü daha ucuz olan farklı ülkelerde üretilip, birleştirilebilmektedir. Değişik ülkelerde taşeronluklar yaratılması, merkezi yönetimde de parçalanmayı ortaya çıkarmaktadır. Tasarımı Teksas’ta yapılan, hafıza kartı Almanya’da, grafik kartı Çin’de, hard disk sunucusu Singapur’da, güç kablosu Hindistan’da yapılmakta olan Dell bilgisayarları buna örnektir.
Montaj, gerçekliğin parçalanmasını önceden varsayar; bütünlüğün görünüşünü kırar, bu yolla da dikkati, gerçekliğin parçaların gerçekliğinden oluştuğuna çeker.
Üretim ilişkilerindeki bu esneklik, bireylerin hem birbirleriyle hem toplumla olan ilişkilerin esnek olmasına yol açar. Çünkü bireyin üretilen ürüne sağladığı katkı ile birlikte hiyerarşik yapı içindeki konumu da esnekleşmiştir. Modern toplumda bir yere ve belli bir değere sahip olan bireyin, Postmodern toplumda yeri ve değeri belirsizdir. Bir zamanlar, modernizm koşulları altında sosyal hiyerarşi içindeki “yerlerini bilmek” zorunda olan insanlar, Postmodernizm koşullarında, böyle bir sosyal hiyerarşi içinde düşünmekten vazgeçmişlerdir. Üst sosyal statü gruplarının yaşam tarzlarını ve tüketim kalıplarını taklit etmek yerine, kendi tarzını bulma, eğlence, heyecan, insanın kendisi ve başkaları için çekici olması gibi konular en önemli yaşam kaygıları haline gelmiş ve tüketim kalıplarını etkilemiştir. Postmodern toplumda merkezden uzaklaştırılmış olan insan, sürekli değişen arzulara sahip bir insan olmuştur. İçinde yaşadığı çevreyi kontrol etmeyi, onu şekillendirmeyi, düzenlemeyi istemeyi bırakıp, farklılıkları yaşamayı, denemeyi arzular olmuştur. Zaman parçalanmış, sürekli bir “şimdiler” dizisine bölünmüştür.
Zamanı parçalayıp, “şimdiler” dizisine bölmenin bir yolu da toplumları geçmişlerinden ve alışkın oldukları yaşam biçimlerinden koparmaktır.
Geçmişle olan bağlarımız, alışkanlıklarımız ve yaşam biçimlerimiz kişiliğimizi, bir başka deyişle kültürümüzü oluşturan önemli etmenlerdendir. Bu yüzden gerek ulusal gerekse sınıfsal bilincini yitirmiş, ortak noktası yalnızca tüketmek olan kişiliksiz bir toplumun yaratılması için geçmişle olan bağların koparılması, alışkanlıkların ve yaşam biçimlerinin değiştirilmesi gereklidir. Bunda medyanın üstlendiği görevi, ileride propaganda araçlarından televizyonu anlatırken “belleksizleştirme” konusu içinde inceleyeceğiz; şimdilik medya dışındaki yöntemleri kısaca görelim:
Modernizm döneminde çevre, yaşam biçimine göre şekillendirilirken, Postmodern dönemde önce çevre değiştirilmekte, yaşam, değişen çevreye göre biçimlenmeye zorlanmaktadır. Önce İstanbul’da sonra da İzmir’de sefere konan şehir hatları vapurlarını buna örnek olarak gösterebiliriz. Vapurla karşıya geçmek, bizim için yalnızca kısa sürede karşıya ulaşmak demek değildir; martılara simit atmak, bulutları seyretmek, rüzgârı hissetmek, denizin kokusunu duymaktır. Elinde askıyla içecekleri dolaştıran kişi bir satıcı olmaktan öte, her sabah karşılaştığımız bir “tanıdık”tır; her sabah onunla selamlaşır, halini hatırını sorar, hatta bazen onunla şakalaşırız. Açıkta oturacak yeri olmayan, pencereleri bile açılmayan, uçak koltuğu benzeri koltuklarına oturduğumuzda ne birbirimizi ne de dışarıyı görebildiğimiz, içeceğimizi makineden aldığımız, gazeteci yazar Mine Kırıkkanat’ın bir yazısında “düdüklü tencere ile ütü karışımı” diye tanımladığı yeni şehir hatları vapurları, emperyalizmin, alışkın olduğu yaşam biçiminden kopmuş, kişiliksizleşmiş bir toplum oluşturma planı doğrultusunda bir uygulamadır.
Tüm bu ileri teknolojiye sahip ürünler, toplumda “kalkınıyoruz” yanılsaması da yaratmakta, böylece bir taşla iki kuş vurulmaktadır. Oysa bu ileri teknolojiyle, alışkın olduğumuz yaşam biçimine uygun ürünlerin yapılması tabii ki mümkündür. Kaldı ki, ileri teknoloji kullanımının özellikle son iki yüz yıldır toplumların zihinsel gelişmelerinde hiç etkin olmadığı, hatta tam tersi, zihinsel yönden gerilemelerine yol açtığı saptanmıştır.
Para atılıp ürün alınan makineler, banka işlemleri yaptığımız bankamatikler, internet yoluyla yapılan ödemeler ve alış-verişler, yalnızca alışkın olduğumuz yaşam biçimini değil, kapitalizmin zaten yeteri kadar zayıflattığı insancıl ilişkilerimizi de büsbütün yok etmekte, başta televizyon olmak üzere kitle iletişim araçlarının yalnızlaştırdığı bireyleri daha da yalnızlaştırmaktadır. Sanal ortamda yapılan işlemlerin izlenmeyi kolaylaştırması ve özel bilgilerimizin ele geçirilip kötü amaçlarla kullanılabilir olması, bu teknolojilerin arkasındaki güçlerin aynı zamanda dünyayı yöneten emperyalist güçler olduğunu dikkate aldığımızda konunun hiç göz ardı edilmemesi gereken önemli diğer tarafları.
Sokaklarımızın, caddelerimizin, meydanlarımızın, parklarımızın, iskelelerimizin sürekli değiştirilmesi de bu geçmişle olan bağlarımızın koparılması planının parçasıdır. Haydarpaşa Garı’nın otel yapılmasında ısrar edilmesi, Beyoğlu’ndaki tarihi Emek Sineması’nın tüm karşı çıkışlara rağmen yıkılması buna örnektir. Tüm bunlar “kentsel dönüşüm” adı altında yapılmaktadır. Kentsel dönüşüm, eskinin yıkılıp yeninin yapılması diye yutturulmakta, gerçekte ne olduğu ise toplumdan ustaca gizlenmektedir.
Yer adları da belirli bir tarihin, kişinin ya da olayın izlerini taşırlar, onları gelecek kuşaklara aktarırlar. Sokakların, caddelerin, mahallelerin ve köylerin adlarının değiştirilmesi de geçmişimizle olan bağlarımızın koparılması planının parçasıdır.
Geçmişle bağların koparılması ile ulusal bilincin yok edilmesinin en belirgin örneği bazı anma günlerinin yasaklanması ya da çeşitli yollarla unutturulmaya çalışılmasıdır. Her yıl 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı ile aynı tarihe denk getirilen Kutlu Doğum Haftası buna örnektir. Anma günlerinin asıl sebeplerinin unutturularak sınıf bilincinin yok edilmesine önemli bir örnek, “8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü”nün “8 Mart Dünya Kadınlar Günü”ne dönüştürülmesidir.
8 Mart 1857 tarihinde ABD‘nin New York kentinde 40.000 dokuma işçisi daha iyi çalışma koşulları istemiyle bir tekstil fabrikasında greve başladı. Ancak polis işçilere saldırdı ve işçiler fabrikaya kilitlendiler. Daha sonra çıkan yangında işçilerin fabrika önünde kurulan barikatlardan kaçamaması sonucunda 120 kadın işçi can verdi. İşçilerin cenaze törenine 10.000’i aşkın kişi katıldı. 26 – 27 Ağustos 1910 tarihinde Danimarka‘nın Kopenhag kentinde II. Enternasyonale bağlı Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı’nda Almanya Sosyal Demokrat Partisi önderlerinden Clara Zetkin, 8 Mart 1857 tarihindeki tekstil fabrikası yangınında ölen kadın işçiler anısına 8 Mart’ın “Internationaler Frauentag” (Dünya Kadınlar Günü) olarak anılması önerisini getirdi ve öneri oy birliğiyle kabul edildi. İlk yıllarda tarih belirlenmemişti fakat her zaman ilkbaharda anılıyordu. Tarih,1921‘de Moskova‘da yapılan III. Enternasyonal Komünist Partiler Toplantısı’nın Uluslararası Kadınlar Konferansı’nda 8 Mart olarak belirlendi. Adının da “Dünya Emekçi Kadınlar Günü” olması da bu toplantıda kararlaştırıldı. Birinci ve İkinci Dünya Savaşı yılları arasında bazı ülkelerde anılması yasaklanan Dünya Emekçi Kadınlar Günü, 1960’lı yılların sonunda Amerika Birleşik Devletleri‘nde çeşitli gösterilerde anılmaya başlandı ve böylece Batı Bloku ülkelerinde daha güçlü bir şekilde gündeme geldi. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 16 Aralık 1977 tarihinde 8 Mart’ın “Dünya Kadınlar Günü” olarak anılmasını kabul etti; ancak Birleşmiş Milletlerin resmi internet sayfasında, günün tarihine ilişkin bölümde, günün New York’ta ölen kadın işçilerin anısına yapıldığına ilişkin bir ifade yoktur.
Türkiye’de 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü ilk kez 1921 yılında “Emekçi Kadınlar Günü” olarak kutlanmaya başlandı. 1975 yılında ve onu izleyen yıllarda daha yaygın ve yığınsal olarak kutlandı, kapalı yerlerden sokaklara taşındı. “Birleşmiş Milletler Kadınlar On Yılı” programından Türkiye’nin de etkilenmesiyle, 1975 yılında “Türkiye 1975 Kadın Yılı” kongresi yapıldı. 12 Eylül Darbesi‘nden sonra cunta yönetimi tarafından dört yıl süreyle herhangi bir kutlama yapılmasına izin verilmedi. Daha sonra, medyanın da desteğiyle günün asıl ortaya çıkış sebebi unutturularak içi boşaltıldı.
ÜST GERÇEKLİK (HYPERREALITY)
Hiper Gerçeklik ya da Gerçeküstücülük olarak da tercüme edilen bu kavram, bir benzetimin (simulation) gerçeğe dönüşmesini ifade eder. Üst gerçeklik konusunda yazar Umberto Eco ile Fransız sosyolog ve düşünürü Jean Baudrilland “hyper” ekini öne çıkartan bir anlam geliştirerek, kitle iletişim araçlarının ve teknolojinin baskın hale gelmesi ile “gerçeğin” kaybolması arasındaki bağlantıyı açıklamaya çalışmışlardır. Baudrilland’ın geliştirmiş olduğu kavram “simülakr” kopyanın kopyasını, yani kopyadan elde edilmiş kopyayı ifade eden bir kavramdır. Simülakr, kaynaklandığı nesne ile bağını tümden koparmış; nesneye değil, kendine göndermesi olan özgün bir gerçek(lik)tir. Bir başka deyişle simülakr, orijinali, gerçekliği, ilk örneği olmayan bir şeyin kopyası olarak düşünülebilir. Kısaca, gerçeğe ya da orijinaline bir bağlantı olmadan zihinlerimizde kopyalanan bir imajdır. Benzetim yoluyla yaratılan imaja “üst gerçeklik” denir ki, gerçekle bir ilişkisi yoktur, sadece bir gerçeğe benzeyiş söz konusudur. Bu olgu Postmodernizmde özün olmadığı, yüzeyselliğin söz konusu olduğu, asıl ile kopyanın arasındaki farkın eriyip kaybolduğu durumunu bize gösterebilmektedir. Gerçek ile kurmaca arasındaki sınırın ortadan kalkması, bu durumu bize çok güzel açıklamaktadır.[33]
Kitle iletişim araçları, bilgisayarlar ve sinema Postmodern yaşamın merkezine oturmuş durumdadır ve gerçeğin tanımını değiştirmeyi, yeniden tanımlamayı başarmıştır. Sanal gerçeklik teknolojisinin gelişmesi, gerçek dünyanın de büyük bir simülasyon ortamına dönüşmesine yardımcı olmuş; sunulan yapay, sahte şeyleri gerçek olarak kabul edip, bunun dışında kalanları yok saymaya başlayan bir gençlik ve toplum oluşmuştur.
Modern toplumda kitle iletişimine geçişle birlikte insan, dünyayı kendi yaşam deneyimleriyle tanıma alışkanlığını, olanağını yitirmektedir. Toplumsal yaşamı bütünlüğü içinde algılayıp anlamlandıramadığı için, tek başına kaldığı ve yaşama bir anlam veremediği duygusuna sürüklenen insan “fantazyalarına” sığınmaktadır.[34]
Sunulanlarla, insanlar kendilerini ve dünyayı yeniden tanımlamaktadırlar; gerçekle hayal yer değiştirmektedir. Neyin gerçek, neyin hayal olduğu karıştırılmaya ve bunun da normal ve istenen bir durum olduğu kabullenilmeye başlanmıştır.
Bu konuyla ilgili ilginç bir yorum, “Biz Evleniyoruz” adlı “reality show” için Emre Aköz’ün 3 Ocak 2004 tarihli Sabah Gazetesi’nde yazdığı yazıdır:
“…yani şov haline getirilmiş gerçeklik… Yarışmacılar önceden tasarlanmış bir dünyanın içinde yaşamakta. Ancak sinema ve tiyatro oyuncuları gibi rol yapmıyorlar.
Böylece “hiper gerçeklik” denilen bir ortam doğuyor. Hiper; “üst”, “yukarı”, “yüksek”, “aşırı” demek. Yani gerçek mi? Evet gerçek! Ama bildiğimiz, alıştığımız, kanıksadığımız türden bir gerçek değil bu: Aynı zamanda hem samimi hem ikiyüzlü… Hem kendiliğinden oluşuyor, hem de kurgulanıyor… Hem hayatın ta kendisi, hem de bir tiyatro sahnesi… Hem orijinal, hem de yapay!”[35]
“Biri Bizi Gözetliyor” ve “Survivor” adlı programlar da buna örnek olarak gösterilebilir.
Üst gerçeklik, tüketiciler için imaj yaratma konusunda da önemlidir. Bir ürünün sağlayacağı imaj, üst gerçeklik sayesinde asıl faydasının önüne çıkarılır. Yeni yaratılan gerçeklik tüketiciler tarafından kabul edilir ve ürünler sanal gerçekliğin kazandırdığı yeni yönleriyle tercih edilirler.
Filmlerdeki kahramanların ya da yaratıkların oyuncakları, dizilerdeki karakterlerin giysileri, kullandıkları takılar, aksesuarları, kozmetik ürünleri hemen moda haline gelir ve tüketim aracına dönüştürülür. Günümüzde filmlerin çoğunun, oyuncaklarıyla birlikte piyasaya çıktığını görüyoruz. “Süpermen”, “Yarasa Adam”, “Örümcek Adam”, “Star Wars” oyuncaklarını, “Jurassic Park” filmindeki dinozorların oyuncaklarını ve “Örümcek Adam” kostümlerini biliyoruz. “Muhteşem Yüzyıl”, “Aşk-ı Memnu” ve “Fatmagül’ün Suçu Ne?” dizileriyle birlikte piyasaya çıkan “Hürrem yüzükleri”, “ Hürrem kolyeleri”, “Bihter çantaları”, “Bihter parfümleri”, “Fatmagül terliği” bunun en çarpıcı örnekleridir.[36]
Bu arada, “Süpermen”, “Yarasa Adam”, “Örümcek Adam”, “Demir Adam” gibi karakterler de sorunların çözümü için insanüstü bir “kahraman”ın ortaya çıkması gerektiği fikrini bilinçaltına yerleştirir.
Aslında tüketimle var olan kapitalist sistemin toplum mühendisleri sinema endüstrisinin tüketime olan etkisini daha 1950’li yıllarda anlamışlardı. Clark Gable’nin bir filmde içine fanila giymemesi yüzünden fanila üreten birçok firmanın iflasın eşiğine gelmiş olduğu bilinmektedir.
Pastiş de Postmodernizme ilişkin bir özelliktir; geçmişteki çalışmaların yalnızca stilini taklit eden resim, heykel, müzik ya da edebiyat çalışmalarını ifade eder.
ÜRETİM İLE TÜKETİMİN YER DEĞİŞTİRMESİ (REVERSALS OF CONSUMPTION AND PRODUCTION)
Modernizme göre değer yaratıcı olan üretimdir. Tüketim üretimin karşıtıdır; zorunlu olduğu için yapılan bir eylemdir, tüketebilmek için de üretmek gereklidir. Bir ürünü tercih ederken, fiyatı ve sağlayacağı fayda göz önüne alınır.
Postmodernizm, tüketimi olumsuz olarak görmez. Nasıl üretim olmadan tüketim olmuyorsa, tüketim olmadan da üretim olamaz.
Modernistlere göre ürünün değeri, işlevsel değeri ile mübadele değeridir. Postmodernistlere göre ise bu iki değere ek olarak, bağlantı değeri baskın rol oynamaya başlamıştır. Bağlantı değerine kimlik, gösterge, işaret değeri gibi adlar da verilmektedir. Tüketim yalnızca ihtiyaçların giderilmesi için değil, düşlerin, fantezilerin gerçekleştirilmesi ve kendine özgü imaj yaratmanın yolu olarak gereklidir. Tüketimi ve dolayısıyla da kazancı artırmak için önce imajlar tasarlanır, sonra o imajlara uygun ürünler üretilir. Tüketici bir ürünün tercih ederken, o ürünün faydasının ve fiyatının yanında, kendisine nasıl bir imaj kazandıracağını dikkate alır. Tüketim süreci bireyin sadece fiziksel ihtiyaçlarını gidermede değil, içinde yaşanılan sosyal, kültürel ve sembolik dünyadaki ihtiyaçların da tatminini sağlamaktadır. “Neye sahipsen, sen osun” mantığı egemendir. Postmodern tüketici, günlük mutluluk peşinde koşan, anında tatmin isteyen, ihtiyacının giderilmesini ertelemeyen, gelecek için bugününü feda etmeyen, içerik yerine biçime daha fazla ilgi duyan bir bireydir. Onun için daha fazla başarı, daha fazla kazanmak, daha çok tüketmek demektir. Yaşantısını, “alışveriş yapıyorum, o halde varım”, “kullan at, yeniden al” sözcükleri ışığında yönlendirir.
ÖZNENİN MERKEZSİZLEŞTİRİLMESİ (DECENTERING OF THE SUBJECT)
Aydınlanma döneminden önce egemen olan görüş “Tanrı merkezli” bir görüştü. İlahi güce olan inanç esastı. Aydınlanma dönemi ise bilimin, aklın ve hümanizmin egemen olmasıyla “İnsan merkezli” bir çağ oldu. Postmodernizmin tümele ve öze ilişkin açıklamaları yok etmesiyle ve post-Fordist üretim biçiminin ortaya çıkmasıyla birlikte insan da merkezin dışına çıktı. Modern çağda insan bilinçli, bütünleşik ve kendini bilen bir özneyken, günümüzde belirsizlikler içinde, benliği egemen güçlerin istekleri doğrultusunda yapılandırılabilen, esnek bir özne haline gelmiştir. Postmodernizm dönemini Tanrı’nın da insanın da artık merkezde olmadığı, merkezde sadece tüketim ve kazanç ilişkisinin olduğu bir dönem olarak düşünmek hiç de yanlış olmaz.
KARŞITLARIN BİRLİKTELİĞİ (JUXTAPOSITION OF OPPOSITES)
Modernizmin sıkı ve tutarlı yapıları yerine Postmodernizmde çoğulculuk öne çıkar. Farklı olanı dışlamak yerine çoğulculuğu kabullenmek söz konusudur. Mutlak doğru yoktur, herkesin görüşü kendi bakış açısına göre doğrudur. Her şey birbirine zıt olabilir; bu durum her şeyin her şeyle birlikte olabilmesi için engel değildir. “Her şey gider”, “her şey uyar”, “ne olsa gider” söylemleri bunun göstergesidir. Her çeşit karşıtlıklar hoş görülür. Bu durum, mutlak gerçeklikle birlikte toplumsal hiyerarşiyi de belirsiz kılar. Toplumsal farklılıklara önem verilmemesi ve toplumsal hiyerarşinin görülmez hale getirilmesi tüketimi de etkiler. Toplum içindeki yeri belirsiz olan Postmodern birey, satın aldığı şeylerin sağlayacağı imajla toplumda bir yer edinme çabasına girer.
Postmodernizm, üst kültür ve alt kültür arasındaki farkı ortadan kaldırır, tüm toplumun kabullenebileceği bir kitle kültürü yaratır. Kitlelerin beğendiği ve kabul ettiği bir kültür, aynı zamanda başta reklamcılık olmak üzere tüm iletişim uygulamalarını etkilemektedir.
Tarımdan endüstri üretimine geçilmesiyle, köylerden kentlere yapılan büyük göçler sonucunda, kentlerde “üst kültür” ve “alt kültür” çatışması doğmuştur. Eğer yüksek kültür burjuva kültürü olarak tanımlanırsa, alt kültürün de işçi sınıfı kültürü olarak değerlendirilmesi gerekir. Oysa kitle kültürü (eğer teknolojik değişimle gelen ve kitlesel kültür üretimlerinin sonucu olarak ortaya çıkan kültür olarak tanımlarsak) her zaman için ortalama beğeniye sahip olan orta sınıf kültürüdür.
Kitle kültürü, tüm sınıfların toplumsal yaşamda düzenlenmiş zevkler aracılığıyla bir araya getirilebileceği bir kültürdür. İşçi sınıfı böylece biraz kibarlaşırken, orta sınıf da onaylamadığı, aşağı bulduğu zevklerin çekiciliğini güvenli seyircilik konumu içinde kabullenir.[37]
Popüler kültür de denilen kitle kültürü, kültürün ticarileştirilmesiyle başlamıştır. XVIII. yüzyılda Avrupalı şairler, entelektüeller, popüler kültürü ulusal bir kültür oluşturmak üzere gerekli gördükleri bir kavram olarak kullanıyorlardı. Sonradan popüler kültür deyimi, yüksek ve rafine kültüre karşıt olan her şeyi adlandırmak için kullanılmaya başlandı. Kitle kültürünün bu yüzyılın başındaki yükselişiyle yüksek kültür ile düşük kültür, sanatsal olan ve ticari olan, kutsal ve avam kavramları arasındaki ayrım bulanıklaşmıştır. Buradaki amaç, kültür ve sanat ürünlerini bir tüketim aracı haline getirmektir; bunun yolunun da üst kültür ile alt kültür arasındaki ayrımın yok edilmesi olduğu açıktır.
Örneğin, New York’taki bir büyük mağaza, bir Çin haftası düzenlemiş, sanat eserlerini ve müzelerdeki hazineleri mağazada sergilemiştir. Yine New York’taki Metropolitan Operası, moda gösterilerine ev sahipliği yapmaktadır. Benzer durumlara ülkemizde de artık sıkça rastlanmaktadır. Büyük alışveriş merkezlerinde ve mağazalarda resim sergileri açılmakta, tarihi zenginliklerimizi yansıtan ve kültürel mirasımızı simgeleyen bazı tarihi yapılar, ticaret merkezleri haline dönüştürülmektedir.
Kitle kültürünün estetik, moral ve ideolojik açıdan çok zayıf kalması, yalnızca bu kültürün toplumsal fonksiyonundan kaynaklanmaktadır. Bu fonksiyonun özü, bireylerin özgür ve uyumlu gelişimini sağlamak değil, bireyleri var olan toplumsal sisteme tabi kılmak ve toplumsal düzendeki kesin “rollerini” belirlemektir. Toplumsal sistemi insana özgü kılmak yerine, bu kültür, yalnızca bireyleri “toplumsallaştırmaya”, mevcut sisteme adapte etmeye çalışmaktadır. Çağdaş kapitalist toplumda, kitle kültürüne ilişkin her türlü uygulama, herhangi bir kültürel olayın burjuva ilişkileri ve kurallarına tabi olduğu andan itibaren, gerçek içeriği ve anlatımına tamamen zıt bir toplumsal fonksiyona dönüştüğünü göstermektedir. İnsanın manevi gelişiminin en önemli etkenlerini oluşturmak yerine, bilim, sanat ve ahlak, burada egemen ilişkiler sisteminin ihtiyaçlarına ve çıkarlarına hizmet eden, tamamen toplumsal kurumlara dönüşmektedir.[38]
Sanat eseri, sanatçının dünyayı önce algılaması, sonra analiz etmesi, en sonunda da senteze ulaşmasıyla ortaya çıkar. Bu, yaratıcı kişinin içsel iletişimidir. Sanat eseri ortaya çıktıktan sonra da yarattığı duygu, düşünce ve tartışma dolayısıyla diğer kişilerin içsel iletişimine ve diğer kişilerle iletişimine kapı açar. Bu durum her ne kadar sanat ve iletişimin birbiriyle ilişkili olduğunu ifade ederse de sanat eserinin medya iletişimi anlamındaki iletişime de hizmet etmesi gerektiği anlamına asla gelmez.
Ne var ki Postmodern çağda özellikle görsel sanatlar bu bakış açısıyla değerlendirilir. Medya alanında kullanılmaya uygun bulunmayan sanat eserleri, alıcısıyla buluşmakta güçlük çekerken medyada görülmeyi başaran yapıtlar sanat eseri olup olmadıkları bile sorgulanmadan sanat piyasasında yer alırlar. Oysa sanat eserinin değerlendirilmesi gereken alanlar medya, reklam ve tanıtım alanları değildir. Ancak, Postmodernizm tüm bu alanları iç içe geçirmiş, yaratılan karmaşayı önlenemeyecek bir noktaya getirmiştir. Günlük yaşam ve sanat arasındaki ayrımı silikleştirmiş, hatta yok etmiştir. Neyin sanat olduğuna, neyin olmadığına ilişkin ayrımlar belirsizdir, mutlak değerlerin yerini “yoruma açıklık” gibi kavramlar almıştır.
Postmodernizmin bir özelliği de hayatın görselleşmesinden öte gösteriselleşmesidir. Bütün bu televizyonlar, bütün bu imaj dünyasının etkinliği, bütün bu üstümüze oluk oluk akan görüntüler dünyası, gösteri toplumunun ete kemiğe bürünmüş halidir. Kant’a göre sanatın kendi dışında bir anlamı yoktur; onun tek amacı kendisidir. Güzel sanatı ancak bir deha yaratabilir. Bugün aşırı gösteriselleşmiş bir toplum var; kitle kültürünün egemenliği, sanatı da Kantçı aşkınsallığından hedonist[39] bir hazcılığa indirgemiştir.
Postmodernizmdeki tüm zıt unsurları bir arada kabullenme anlayışı “eklektisizm” adıyla tanımlanır. Postmodern sanatın önemli özelliklerinden birisi de eklektik olmasıdır. Bir sanat eserinin piyasada alıcı bulabilmesi için her tür izleyicinin o eserde kendinden bir şeyler bulabilmesi sağlanır. Bu yapılırken tutarlılık ve bütünsel bir uyumluluk kaygısı güdülmez.
Eklektisizm, birbirine karşıt ekollerden açık bir biçimde çelişen öğretiler seçip, eklektiğin ikna olduğu ölçüde bunlardan bileşik bir sistem oluşturma pratiği olarak tanımlanabilir. Eklektisizme bir felsefe demek veya onun mantıksal tutarlılığını iddia etmek zordur. Çünkü her bir düşünce okulu, sonuca farklı akıl yürütme yöntemleriyle varır, dolayısıyla bu okullardan bize kalan parçalı felsefi yargılar, çelişik bir temel üzerinde yeniden bir araya getirilmelidir. Eklektisizm, bu çelişik yapısına uygun bir biçimde, avam kültüdür. Roma İmparatorluğu’nda felsefi düşünceye pek önem verilmezdi, bunun bir sonucu olarak Romalı düşünürlerin çoğu eklektik düşünürlerdir. Çiçero ilk dönem Eklektisizmin en meşhur örneğidir, çünkü yazıları daha önceki düşünce okullarının bir potporisidir. Öyle görünüyor ki Eklektisizm insanın nihai hakikati keşfedemeyeceğini düşündüğü anda ortaya çıkmıştır. Bilgiyi yalnızca görüşler arasında bir görüş olarak algılayan ve bu yüzden çok derine inmeyenler, herhangi bir okul veya bireyin öğretilerinde, işlerine geleni kabul etmenin en akıllıca yol olduğunu düşünmüştür. Ne var ki bu uygulamadan gerçek mantık ve felsefede gördüğümüz kesinlik unsurundan yoksun bir sözde açık görüşlülük çıkmaktadır.[40]
Reklam ve tanıtım alanlarında kullanılan görsel ya da işitsel öğelerle önümüze sürülen sanat eserleri, Postmodern zihnin bu iki alanı birbirine katıp karıştırması nedeniyle sanatı ve reklamı varlık nedenleri aynı olan şeyler haline getirir. Bunun en basit örneği, birçok klasik müzik eserinin reklam müziği, hatta cep telefonu melodisi yapılması, reklamlarda klasik sanat eserlerinin kullanılmasıdır.
Sanatın eğlenceye indirgenerek eğlencelik çerez yapılması “sokağa inmek” ya da “vatandaşın ilgisini çekmek” olarak sunulur, böylece sanatın içi boşaltılır. Bu yapılırken, “halk böyle istiyor” ya da “halk bundan hoşlanıyor” gibi uydurma gerekçelerin arkasına saklanılır.
Estetik alanındaki değişim, “güzel” kavramının değişimiyle özdeştir. “Yüce” kavramı, insanı diğer insanlarla birleştiren “güzel” kavramının aksine, insanı diğer insanlardan ayırır. Çünkü “yüce” kavramı da içinde hoşlanmayı barındırdığı halde, bu hoşlanma “güzel” olandaki hoşlanmadan farklı olarak korku ve dehşet duygusu da içerir. “Yüce”, duyularımızı ve ölçülerimizi zorlayan bir büyüklük ve kuvvet olarak bizi ezer.
Günümüzde Postmodernizm, “yüce”yi, estetik bir değer ölçüsü olarak tamamen ortadan kaldırdı. Artık yüce olarak değerlendirebileceğimiz ne bir değer objesi ne de “yüce” üzerine felsefi bir yaklaşım var. Klasik dönemde “yüce” olarak değerlendirilen yapıtlar vardı, oysa günümüzde insan düşüncesi, sonsuzluk idealinin çevrelediği bir dünyadan günlük piyasa ekonomisi dünyasına indi. “Güzel”in bir estetik değer olma özelliğini neredeyse yitirdiği dünyada “yüce”ye hiç yer kalmadı. Herkesin düşünmeden, üzerinde durmadan kolaylıkla anlamlandırabileceği sanat eserleri (!) üretilmeye başlandı. [41]
Modernleşmesini tamamlayamamış ve Postmodernizmi eleştiriye tabi tutmamış bizim gibi kültürlerde estetiğin yerine kiçin geçmesi fazlasıyla kolay olmaktadır.
Kiç (Kitsch) sözcüğünün Türkçe’de tam karşılığı olmamakla birlikte, düşük zevkin, hatta zevksizliğin, zevk yoksunluğunu ifade etmekte, herhangi bir tarz ve stili olmayan, “toplama kültür özelliklerini taşıyan” anlamına gelebilmektedir. Kiç kısaca, estetik değer taşımayan, kötü zevk anlamında bir kavramdır. Var olan bir tarzın aşağı bir kopyası olan sanatı sınıflandırmak, ifade etmek için kullanılan Almanca bir terimdir. Bu terim aynı zamanda, kibirli ve bayağı bir tada sahip şeylere ve sadece ticari kaygılarla üretilmiş olan banal, rüküş ve sıkıcı ürünlere gönderme yaparken de kullanılır. Kiç, estetik ölçüt olarak kitlelerin beğenisini ön plana çıkarır ve gereken önemi kitlelerin beğendiğine verir. Günümüzde Kiç, köyden kente göçmüş, köylülükten çıkmış ancak tam olarak kentli de olamamış varoş insanının beğenisini de ifade eder. Kiç aslında bir akım ya da bilinçli bir tercih değil, bir sonuç ve içine düşülen bir durumdur. Kavramı, ilgili olduğu alanda “zevksizliğin zevkini çıkarma ve estetize etme gayreti” olarak da tanımlayabiliriz. Kiç, gerçekliği olmayan bir sanatsal üslup üretmektir; duyarlılığı sahtedir, taklide dayalıdır.
“Kiç” kavramı, XIX. yüzyılın ikinci yarısında gerçekçilik akımıyla aynı dönemde ortaya çıktı. Bayağılık sadece sanata değil, meydana getirilen bütün işlere egemen oldu. Bunun bir nedeni makinenin üretim faaliyetlerine girmesiyle el işi ahlakının yok olmaya yüz tutmasıydı. Diğer bir nedeni ise sanatta gerçekçilik anlayışını öne çıkartılmasıydı. Artık sanatçı doğayı idealize etmeyi düşünmüyor, olduğu gibi kabul ediyordu. Gerçekçilik, insanın her gün karşısında gördüğünü resmetmesi demekti, bu da insanı ruhsal olarak yükseltecek ülkücü değerlere ulaşmayı amaç edinen sanat anlayışına karşı bir anlayıştı. Alman gerçekçi ressamlarından Hans Thoma, “Sanat, Tanrı’nın yarattıklarıyla yetinme ve memnun olmanın anlatımıdır” diyordu.
Zaten halk da kendisini etkileyen, heyecanlandıran, kendi kültürsüzlüğünü yüzüne vurmayan sanat eserleri istiyordu. Böylece halkın “yüce” olana özlemini yok edecek yüzeysel yapıtlar ortaya çıkmaya başladı. Büyük devlet adamlarının evlerinden, en sıradan insanların oturma odalarına kadar her yere parlak, sahte, şatafatlı eserler girmeye başladı. Sergilerde bir dönem bu gibi eserler başarı kazanıyor, sanatsal değeri yüksek olan eserler ise jüriler tarafından reddediliyorlardı. Bazı eserler ise sanatçıları tarafından cesaret edilip sergilenemiyorlardı. O zamanlar Fransız Akademisi’nin altın madalyalarla ödüllendirdiği yapıtların aslında sanatsal yönden değersiz oldukları sonradan anlaşıldı.
Kiç ilk duyduğunuzda bize uzak bir kavram olarak gelse de aslında tamamen hayatımızın içindedir. Kapitalizm ve tüketim toplumu onun en iyi besin kaynağıdır. Kiçin tarihi eski zamanlara, Roma İmparatorluğu’na kadar uzanır. O zamanlarda Roma’da antik Yunan heykellerinin kopyalanması epey yaygındı. Fakat kiçin tartışmaya açılması esas olarak modernizmin ortaya çıktığı 20. yüzyılın başlarında oldu.
Konu hakkında yazılmış en bilinen kitaplardan biri kitschin anavatanı sayılabilecek İtalya’dan çıktı. 1968’de yazılan “Kitsch” adlı kitabın yazarı Gillo Dorfles, mimariden dekorasyona, siyasetten sanata kadar farklı alanlarda kitschin nasıl karşılık bulduğunu anlatıyor. “Siyaset her dönemde kiçtir ama kötü siyaset ve diktatörlük özellikle kiçtir” diyor. Gillo Dorfles’e göre siyasi alanda kiçin en görkemli örnekleri Almanya’daki Nazizm, İtalya’daki faşizm ve Sovyetler’deki Stalinizmdir.
Günümüz demokrasilerinde de kiçe sıkça rastlıyoruz. Seçimlerde edebiyattan ve felsefeden çalınan dille oluşturulan reklam stratejileri kiçin örnekleridir. Siyaset alanında kullanılan propaganda malzemelerinin çoğu ve poplaştırılmış marşlar kiçtir. Bu sahte sahnelemeler, kiçi seven kitlenin ruhunu ve gözünü okşarken arkasındaki ideolojik baskı ve dayatmaların sindirilmesine yardımcı olur. Turgut Özal’ın eşi Semra Özal’ın bir kürk defilesinde mankenlik yapması ve tüm medya organlarının magazin haberlerinde yer alması kiçin siyaset alanındaki örneğidir.
Çeşitli alanlardan örnekler vermek kiçin daha kolay anlaşılmasını sağlayacaktır:
Kiçin örnekleri arasında minibüslerin, kamyonların süslemeleri, yapma çiçekler, yapay deri ve kürkler, leopar ya da kaplan postu desenli kumaşlar, Kâbe resimli duvar halıları, metal ya da ahşap görünümlü plastik eşyalar, plastikten veya camdan yapılmış değerli taş ya da metal görünümlü takılar, aksesuarlar sayılabilir.
“Arap üslubu” ya da “Arap tarzı” anlamına gelen arabeskle ilgisi olmadığı halde arabesk adı verilen müzik türü de kiçtir.
Günümüzde televizyon dizilerinin büyük çoğunluğu kiçtir. Bu dizilerde genel olarak sinema diline özgü ve sanatsal olan hiçbir şey yoktur; her şey televizyon izleyicisinin tüketimci ve yorumlama yeteneğinden yoksun algı düzeyine göre üretilir ve yalnız reytinglere hizmet eder.
Mimarlıkta hiçbir zevke, tarza, estetik ya da kültürel geleneğe uymayan yapılar, dekorasyonda ve modada çeşitli geleneksel, etnik, dinsel kültürlerin yeniden yorumladığı tasarımlar çoğunlukla bu sınıfa dâhildir.
Günümüzün popüler tartışmalarından biri “Muhafazakâr sanat olur mu olmaz mı?” tartışmasıdır. Ülkemizde dinci burjuvaziyle (araştırmacı yazar Eren Erdem’in deyimiyle nurjuvazi) birlikte ortaya çıkan, bu kesimin zevkini yansıtan ve “muhafazakâr sanat” olarak adlandırılan tarz aslında kiçin en güzel örneğidir. Mimaride, dekorasyonda, giyimde, müzikte hızla yayılmakta olan bu tarzın ne klasik sanatın ne modern sanatın ne de İslâm sanatının içinde değerlendirilmesi mümkündür.
POSTMODERNİZM VE MEDYA
Tüketim, medya ve özellikle iletişim teknolojisi Postmodernizmin en önemli kavramlarıdırlar. Varlıklarını birbirlerine borçludurlar, bu yüzden de birbirlerinden asla ayrı olamazlar. Günümüzde medya, yasama, yürütme ve yargı organlarının yanı sıra neredeyse bir “dördüncü güç” olarak nitelendirilebilir.
İletişim ve kitle iletişimi, çoğu zaman bir iletişim süreci, yani bir mesaj ve bilgi alışverişi faaliyeti olarak ele alınır. İletişim kelimesinin İngilizce karşılığı olan Communication, Latince halk, topluluk anlamına gelen “commun” kökünden türetilmiştir ve “bilgi ve düşüncelerin değiş tokuşunu” ifade eder.[42]
İletişimin gerçekleşmesini sağlayan her türlü araç (ses, söz, yazı, beden dili, jestler, mimikler, giyim-kuşam, hatta koku, davranış, vb) iletişim aracıdır. Ancak yüz yüze karşılıklı olmayı gerektirmeden anında iletişim kurmayı sağlayan ve bunu kitlesel düzeyde gerçekleştiren araçlara kitle iletişim araçları diyoruz.[43]
Endüstriyel Devrim, kitle iletişim araçlarındaki teknolojik yenilikler ve medya, tahmin edilenin aksine insanın yalnızlığını giderek artırmış; insanın sosyalliği de psikolojisi de sorunlu hale gelmiştir.
İnsanın toplum yaşamından uzaklaşarak tek başına üretici bir varoluş şansı bulabildiği, yaratabildiği ortamlar anlamında kullanılan “uzlet”[44] kavramı, günümüzün çok yönlü kuşatılmışlıklar içinde yaşayan bireyi için yitirilmiş bir şans olarak görünmektedir. Çünkü çağımızda gitmek, uzaklaşmak ve kaçmak olanaksız ya da zor bir hale gelmiştir. Uzlet ortamlarında ve mekânlarında birey, kendi iç sesini dinleyebilir, toplumun isteklerini geçici bir süre için de olsa ikinci plana atabilir, kendisiyle ve doğayla barışır, hayata yeniden döneceği enerjiyi ve moral gücü toplayabilir. Uzlet ortamları ve mekânları, belirleyicinin bireyin kendisi olduğu, onun izni dışındakilerin giremeyeceği, her türlü sanatsal, düşünsel, duyusal, entelektüel yaratıcılığı özgürce kullanabildiği, izole ve korunaklı ortamlardır. Yani “uzlet”, sıradan anlamdaki yalnızlık kavramından farklıdır. Uzletteki insan yalnız değildir, çünkü uzlet tercih edilen, bilerek ve isteyerek yaratılan bir seçenektir.
Günümüzde görülen şekliyle kalabalıklar içinde, kalabalığa rağmen yaşanan yalnızlaşma süreci ise, istenmeyen, sevilmeyen, kurtulmaya çalışılan, bireyin mutsuz ve pasif olduğu bir yaşam biçimidir. Uzlettekinin tersine yaratıcılığın ve düşüncenin köreldiği, eleştirel bakış açısının yitirildiği, mantıklı çözümlerin üretilemediği, insani değerlere olan güvenin zedelendiği, teslimiyetin egemen olduğu ilişkisizlik, iletişimsizlik, huzursuzluk, verimsizlik ve bir tıkanıp kalma halidir. Günlük hayatımızdaki pek çok şekli ile bir dışlanma, terk edilme, unutulma, istenmeme, insansız kalma durumudur. İnsan sosyal bir varlık olduğu için bu durum, insanı mutsuz eden bir durumdur. Aslında her olgun insan kendini arada sırada yalnız hissedebilir. Ancak, özellikle XX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren yaşanan ilişkilerde büyük boşluklar, süreksizlikler, anlamsızlıklar oluşmuş, yalnızlığın boyutu “arada sırada” olmayı çoktan aşmış, yalnızlık toplumsal bir sorun haline gelmiştir.
Şu örnek bize, yalnızlığın ne denli sosyal ve bireysel bir travma niteliği kazandığını, acımasız boyutlara ulaştığını çarpıcı bir şekilde gösteriyor: Fransa’da 2003 yaz ayında evlerinde aşırı sıcaklar nedeniyle yüzlerce yaşlı insan yalnız başına ölmüş, ardından bu insanların cenaze işleri için yurtdışındaki tatillerinden çağırılan çocukları büyük oranda dönmeyi reddetmiş, ana babaların gömülme işleri belediyelere kalmış. Devlet bu konudaki rakamları açıklamak istememiş, ama olay bir insanlık ayıbı olarak tarihe geçmiş.[45]
Sosyolog Klapper, 1949 yılında iletişim araçlarının toplumsal ilgisizliğe yol açan “kaçış” araçları olduğunu ileri sürmüştür. Klapper’in ortaya attığı “kaçış” kavramı daha sonra Elihu Katz ve D. Foulkes tarafından özellikle televizyonla ilgili olarak geliştirilmiş ve bugüne dek kitle iletişim araçları konusundaki çalışmalarda en önemli yeri almış bir kavram olmuştur. Kitle kültürü ile ilgilenen araştırmacıların üzerinde en çok durdukları soru, “insanlar kitle iletişim araçlarını ne için kullanıyorlar?” sorusudur. Katz, bu soruya “kaçmak için” cevabını vermektedir.
Kitle iletişim araçları, insanların yalnızlıktan kurtulmak için yöneldikleri araçların başında gelmektedir. Fakat en başta “araç” oluşları nedeniyle insanın yalnızlık sorununu giderici, gerçek anlamda çözüm getirici bir seçenek olmaktan uzaktırlar. Çünkü hiçbir araç, ne kadar eğlendirici, eğitici, geliştirici, zaman geçirici de olsa, insanın başka bir insanla muhabbetinin, dostluğunun sıcaklığının yerini dolduramaz. İkinci olarak iletişim araçlarının günümüzdeki yaygın kullanım biçimleri, insanın yalnızlığını azaltmamakta, hatta tam tersine arttırmaktadır. Kitle iletişim araçları karşısındaki pasifleşme, bağımsızlığa değil bağımlılaşmaya yol açmaktadır; yalnızlık arttıkça bağımlılık artmakta, bunun sonucunda da pasiflik bir yaşam biçimi haline gelmektedir. Bu şekilde yaşama pratiğinde en etkili araç olan televizyon, görsel malzemeleri kullanma biçimiyle yalnızca seyreden, bakan ve her türlü aktiflik şansı elinden alınmış bireylerin üretimine katkıda bulunmaktadır.
“Teknolojik yalnızlık” olarak adlandırabileceğimiz bu parçalanmışlık, tarih boyunca sosyal bir varlık olarak yaşamış olan insanın, asosyallikte geldiği en yüksek aşamadır. Günlük hayatta yitirilen iletişim şanslarının son aşamasında, teknolojilere sığınma ile birlikte mümkün hale gelen bu yalnızlaşma, aslında insanın barışık olduğu bir yaşam biçimi değildir, olamaz da. Ancak hoşnut olunamayan bir hayattan kaçış için gidilen “son nokta” olabilir. Hoşnutsuzluğun devasa boyutları özellikle gelişmiş ülkelerde psikiyatrik ve psikolojik hastalıklardaki artıştan kolayca anlaşılabilir. Gelinen nokta, binlerce yıl doğayla, toplumla ve kendisiyle barışık ve birlikte yaşamış insanın, tarihinin en ileri aşamasında en yoğun yalnızlığın pençesine düşmesidir. Yaşanan bu sorundaki asıl sorumluluk elbette temel olarak teknolojilere ait değildir. Özel mülkiyetin ve kâr hırsının geçerli olmadığı farklı bir sistemde, aynı teknolojiler, insanın eşit ve özgür iletişimini geliştirici biçimde kullanılabilir.
Lazarsfeld, Berelson ve Gaudet, 1940 ve 1948 başkanlık seçimlerini konu alan araştırmaları sonucunda, seçim kampanyaları sırasında kitle iletişim araçlarının seçmenler üzerinde doğrudan etkisinin çok az olduğunu bulmuşlardır. Kitle iletişim araçlarından etkilenme daha çok, var olan kanıların pekiştirilmesi şeklinde olmaktadır. Kanılardaki değişime az da olsa etki eden, kitle iletişim araçları değil, kişisel iletişim kaynakları, yani kanaat önderleridir. Çünkü kitle iletişim araçları karşısında izleyiciler, seçici dikkat, seçici algılama ve seçici hatırlama gibi savunma stratejileri kullanarak kendilerini çatışmacı mesajlardan korumaktadırlar.[46]
Kamuoyunun oluşumu sırasında kitle iletişim araçlarının yerini araştıran Herbert Blumer da Lazarsfeld’in bulgularını desteklemiş, kitle iletişim araçlarının toplumsal tartışma ortamı yaratmak yerine, var olan ortak kanıları pekiştirdiğini ileri sürmüştür.
Hovland ve arkadaşları ise kitle iletişimi etkilerinin zaman içindeki boyutu ve kitle içindeki bireylerin kişisel algılama özellikleri ile ilgilenmişler; ortaya çıkabilecek etkilenmenin zamanla kaybolma eğiliminde olduğunu bulmuşlardır.
Sonradan kitle kültürü çalışmalarını yoğunlaştıran Shils ve Janowitz, yine II. Dünya Savaşı sırasında propagandanın etkinliği konusunda, Alman askerlerin yabancı propaganda yayınlarına gösterdiği tepkiyi incelemişlerdir. Nazi ideolojisinin yanlışlığı yolundaki mesajların, birincil grup dayanışmasının katı engelleri ile karşılaştığı sonucuna varmışlardır.
“Kitle toplumu” kavramı, Sosyoloji kitaplarına 1960’lı yılların sonlarında girmiştir. C. Wright Mills, kitle toplumunu kamu toplumundan ayıran en belirgin özelliğin, toplumdaki başat haberleşme biçimi olduğunu söylemektedir. Kamu toplumunda, tarafların görüş, düşünce ve kanaatlerini eşit koşullarda ifade edebildikleri bir tartışma ortamı bulunmaktadır; kitle iletişim araçları toplumdaki tartışma ortamını canlı tutmak işlevini üstlenmişlerdir. Kitle toplumundaki iletişim biçimi ise, kamuyu yalnızca kendilerine verilenlerin alıcısı sayan, bir kitle iletişim tüketicisi olarak kabul eden bir kitle iletişim biçimidir.
Mills, bir kitle toplumunda, kitle iletişim araçlarının alıcı bireyleri yalnızca kitle iletişim tüketicisi olarak gören uygulamaların, toplumda bir çeşit psikolojik bilgisizliğe yol açtığını söyler; bu bilgisizliğin görünümlerini şu sıralamayla ele alır:
1-Kitle iletişim araçları bugün yalnızca bilgi ve haber vermekle kalmayıp, dolaysız bilgi edinilebilecek yaşam dönemlerine de yön vermektedir. Dış gerçekliği algılamakta yararlanılan standartlar bile kişisel yaşam deneyimlerinin ürünleri olmaktan çıkmış, kitle iletişim araçları tarafından oluşturulmaya başlanmıştır. Kitle iletişim araçlarınca basma-kalıp yakıştırmalar halinde biçimlendirilmiş olgular, kişilerin kendi dışlarındaki dünyaya ilişkin gerçek yaşam deneyimlerinin yerini almaktadır. Genel klişeleştirilmelerin etkisiyle, bireylerin belirli kanaatleri benimseyip benimsememeleri, ilgili kanaatlerinin kendi aralarında mantıksal bir tutarlılık göstermesine değil, bunların bireyde duygusal bir yakınlık yaratıp, bireyleri endişe ve kuşkulardan uzak tutmasına bağlı olmaktadır.
2-Kitle iletişim araçları arasında gerçek bir rekabet olsa, bireylerin haber ve bilgileri karşılaştırarak doğru değerlendirmeler yapabilmeleri beklenir. Oysa insanlar taşıdıkları değer ve kanaatlere uygun olan kitle iletişim araçlarını kullanmakta, kendi düşündüğünden farklı içeriğe sahip araçlara yönelmemektedirler. Diğer taraftan kitle iletişim araçları görünürde bir rekabet içindeymiş gibi olmalarına karşın, içinde bulunduğu toplumsal sisteme bağlı olarak, standartlaşmış konuların ilgi çekici sunumlarını yapmada birbirleriyle rekabet etmektedirler.
3-Kitle iletişim araçları dış dünyanın algılanmasında bir yön çizmekle kalmayıp, bireylere yeni kişilikler de benimsetebilmektedirler. Bireylerin referans gruplarının oluşturulmasında, zorlayıcı olmasa da, sunduğu rahatlık ve kaçış olanaklarıyla etkili olmaktadır.
4-Kitle iletişim araçlarının, özellikle televizyonun yoğun izleyicisi olmak, insanların boş zamanlarında yapabilecekleri kendilerine özgü uğraşların giderek azalmasına yol açmaktadır. Küçük gruplar halinde fikir alışverişinde bulunmak olanağını bile ortadan kaldırarak, kişinin “özel yaşam” alanına giren kitle iletişim araçları, üstlenir göründüğü eğitim işlevini de geçerli bir biçimde yapmamakta, oyalayıcı bir araç olmaktadır. Gerçi dış dünyada olup bitenler hakkında bireyin tek başına elde edemeyeceği kadar çok bilgi ve haber vermektedir, ancak bu haberdar edilenlerle bireyin gerçek yaşamı arasında bağlantı sağlayamamaktadır.[47]
Mills, modern toplumda bireylerin daha kolaylıkla yönetilebilecekleri kitleleşmeye doğru güdümlenmesinde, kitle iletişim araçlarının ne denli etkin olduğunu açıklamaya çalışmaktadır. Kitle iletişim araçları bu güdümlemeyi, Mills’in “iktidar seçkinleri” diye adlandırdığı; politikadan, ekonomik çevrelerden ve askeri üst çevrelerden oluşan kesim adına gerçekleştirmektedir. Mills, bu güdümleme yapısı içinde gerçek ve çift yönlü bir toplum iletişiminin oluşamayacağını söylemektedir.
İngiliz kültür sosyologu Raymond Williams da kitle iletişim araçlarındaki çoğaltım tekniklerinin, vasat düzeydeki kültür ürünlerinin tüketilmesine dayanan popüler/kitle kültürüne yol açtığından yakınır.[48]
Sosyal psikoloji çalışmalarının ortaya koyduğu bir gerçek de bireylerin, edindikleri bilgiler arasında olumsuz olanlara olumlu olanlardan daha fazla inanma eğiliminde olduklarıdır. Yani olumsuz haberler bireylerin görüş oluşturmasında olumlu haberlerden daha etkilidir, çünkü dikkatleri daha çok çekerler. Bireylerin olumsuz olanlardan kaçma eğilimi, olumlu olanlara ulaşma güdüsünden daha etkilidir.
Postmodern topluma ilişkin diğer önemli kavramlar, “Kültür Endüstrisi” ve “Algı Yönetimi” kavramlarıdır. İleride ayrıntılı olarak inceleyeceğimiz propaganda konusunun daha bütünsel olarak anlaşılabilmesi bakımından, bu kavramları ele almamız önemlidir.
KÜLTÜR ENDÜSTRİSİ
Dilbilimcilerin birçoğu, sözcükbilimsel olarak “kültür” sözcüğünün Latince’de daha çok “toprak kültürü” (agri cultura) anlamında kullanılan “edere-cultura” (kültür, özen, bakım) sözcüğünden geldiğini ileri sürmektedir. Klasik Latince’de “cultura” sözcüğü kesin olarak bu anlamda kullanılmaktadır. Örneğin, günümüze dek ulaşan tarıma ilişkin ilk yapıtlardan biri “de agri cultura” adını taşımaktadır. Bununla birlikte, Çiçero’nun mektuplarında da “cultura animi autem philosophia est” (oysaki aklın kültürü zekâdır) ifadesine rastlanmaktadır. Romalı konuşmacı, aklın ve zekânın tıpkı köylünün toprağı işlemesi gibi işlenmesi gerektiğini savunmaktadır. “Aklın kültürü”, aydın yeteneklerin gelişimi, zihinsel çalışma; işte esirlerin ve yalnızca el emeğini, “toprak kültürünü” paylaşan aşağı tabaka insanlarının karşısında özgür insanın asıl yeteneği bunlar olmalıdır. Bunun sonucunda “kültür” terimi gitgide öğretim, uygarlık ve insan eğitimi anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Bu iki ifade ile birlikte kültür sözcüğü, hemen tüm Avrupa dillerine girmiştir.[49]
Bir diğer çağa oranla herhangi bir çağın “kültüründen”, “uygarlığından” söz edildiğinde Marks, bu çağın herhangi bir etkinlik alanında gerçekleştirilen özel etkinliklere değil, o çağın, “insanların doğaya karşı tutumu ve kendi aralarındaki ilişkileri” kadar önemli olan ölçütlerince belirlenen genel tarihsel gelişim düzeyine başvurur.[50]
Kültür, doğa ve toplum ile birlikte insanın etkin ve pratik bütünlüğünü, doğal ve toplumsal planda tanımlanan insanın etkin varoluşunun kesin biçimini temsil etmektedir.
İnsan etkinliğinin zorunlu koşulları olan doğa ve toplum, aynı zamanda insanın kültürel varlığının kendisini gösterdiği gerçek formları oluşturmaktadır. Bu noktada kültürün doğa ve toplumla bütünlük sağlaması, Marksizm tarafından soyut değil de tarihsel bir biçimde değerlendirilmektedir. Kültür, insanın doğa ve toplum ile gelişigüzel bir bütünlük sağlaması değil, yalnızca evrensel uygulayıcı varlık olarak insanın varoluşuna uygun düşen, gerçek insana özgü bir bütünlüğü ifade etmektedir. Bu bütünlük, tarihsel gelişimin varış noktasıdır. Hayvanlar da doğa ile bütünleşmiştir, ancak bu bütünleşme kültürel nitelikli değildir.[51]
Monarşi dönemi olarak da adlandırılan feodalizm döneminde, devleti oluşturan yasama, yürütme ve yargı unsurları tek bir kişinin yani “monark”ın elinde toplanmıştı. Feodalizmin yıkılmasıyla devletin yasama, yürütme ve yargı organları birbirlerinden ayrıldı. Egemen sınıfların, sömürü sistemini baskı ile sürdürmek zorunda kaldıkları dönemlerde bu üç unsur, diktatörün elinde toplanır. Sermayenin ve kazancın uluslararası boyutlara ulaşıp çok küçük bir azınlıkta toplandığı emperyalizm döneminde ise böyle bir baskı rejimine çok zorunlu kalmadıkça başvurulmaz. Tüketimi temel alan sömürü sistemi, liberal demokratik toplumlarda “Kültür Endüstrisi” ile ayakta durur. Başka bir deyişle, faşizmin siyasi yoldan gerçekleştirdiği baskıcı birleştirmenin liberal demokratik devletteki karşılığı, toplumun kültür endüstrisi yoluyla birleştirilmesidir.
“Kültür Endüstrisi” kavramı 1944 yılında Nazizm sona ererken Theodor Adorno (1903-1969) tarafından ortaya atılmıştır. Adorno 1963 yılında bu kavrama geri dönerek “Kültür Endüstrisine Genel Bir Bakış” makalesini yazar. Bu arada 1960 yılında “Kültür ve Yönetim” üzerine düşüncelerini yayınlar. Adorno’nun bu üç yazısı gerek kültür kuramı gerekse kültürel hayatın dönüşümü konusunda eleştirel çalışmaların kaynaklarını oluşturur.
Adorno kültür endüstrisi kuramının temellerini 1938 yılında yazdığı bir makalesinde atar. Ama bu kuramı ilk kez açık biçimde felsefi ve tarihsel olarak ele aldığı kitap, Horkheimer’la birlikte yazdığı “Aydınlanmanın Diyalektiği”dir. Bu kitap II. Dünya Savaşı sırasında yazılmış, bir süre gizlice çoğaltılmış, 1947’de Hollanda’da kitap olarak basılmıştır. Kitap yayınlandığında birçok düşünür, kuramı aşırı karamsar, hatta felaket tellalı olarak nitelendirmiş ve eleştirmiştir. Horkheimer ve Adorno artık eleştirel toplum kuramının görevinin, Faşizmin ve Stalinizm’in ortaya çıkış nedenlerini bulmak olduğunu düşünmektedirler. “Aydınlanmanın Diyalektiği”, Aydınlanma’nın kendi kendini yok edişini ana hatlarıyla anlatır. Aydınlanmış akıl nesnel değildir; doğayı denetim altında tutmak isteyen insanın tutkularının hizmetindedir. Böylesi bir akıl insanın ayakta kalma güdüsünün somutlaşmasıyla, dolayısıyla ancak kendisi bir araç olduğunda anlam kazanır.
Kitabın ana tezi, insanlığı mitsel güçlerin esaretinden kurtaran ve doğa üzerinde ilerlemeci bir tahakküm kurmasını sağlayan akılcılığın, içsel doğası aracılığıyla, mite yeniden dönülmesine ve yeni, daha da mutlak tahakküm biçimlerine yol açtığıdır. Modern kapitalist toplumun ekonomik örgütlenişi, Aydınlanma’nın kendini yok edişinin zeminini sağlar. Kapitalizmde bütün üretim piyasa içindir. Mallar insan ihtiyaçlarını ve arzularını karşılamak için değil, kâr elde etmek için, daha fazla sermaye edinmek için üretilir. Kullanımdan ziyade mübadele için üretim, birbirine benzemeyen şeylere özdeş muamelesi edilmesinin, sermaye birikimi ve kâr uğruna şeylerin içsel özelliklerinin dışsal özellikleri haline getirilmesinin sonucudur. Mübadele değerinin kullanım değeri karşısında ağırlık kazanması, aydınlanmış aklın eğilimlerini gerçekleştirir ve katmerlendirir. Aydınlanmış akılsallık ve kapitalist üretim dönüşümün önünü tıkar; Aydınlanma’nın, doğa üzerindeki tahakküme ve mutluluğu gerçekleştirecek araçları sağlama almaya dayanan karşı konulmaz ilerlemesi, aslında karşı konulmaz bir gerilemeye yol açacaktır.
Kitabın “Kültür Endüstrisi” bölümü şu iddiaları içerir: Yerleşik dinlerin gerilemesinin, teknolojik ve toplumsal farklılaşmanın artmasının ve kapitalizm öncesine ait son kalıntıların ortadan kalkmasının, kültürel bir karmaşaya yol açtığı iddiası gerçeğe uymamaktadır. Kültür, hiç olmadığı kadar bütünleşmiş ve birleşmiştir. Günümüzde kültür her şeye benzerlik bulaştırır. Filmler, radyo ve dergiler bir sistem meydana getirir. Bu alanların her biri kendi içinde ve hep birlikte söz birliği içindedir. Kültür, açıkça ve fütursuzca, herhangi bir meta üretimi sektöründeki üretim kurallarına uyan bir sanayi haline gelmiştir. Kültürel üretim, bir bütün olarak kapitalist ekonominin ayrılmaz bir parçasıdır.
Adorno’ya göre “Kitle kültürü artık baba ideali ya da duyguların egemenliği gibi eski hülyaları gerektiğinde ideoloji diye aşağılayıp bir kenara itebilecek kadar güçlenmiştir. Yeni ideolojinin nesnesi dünyanın bu olduğu halidir.”[52]
Adorno, reklamı kültür endüstrisinin yaşama iksiri olarak kabul eder. Reklam, kültür endüstrisinin varlığını devam ettirmesinde ve nüfuzunu giderek artırmasında en önemli rolü oynar.
Kitle kültürü totaliter devlet anlayışının egemenliği altındadır. Adorno ve Horkheimer’e göre, kapitalist toplumun ekonomik gelişmesine ideolojik destek sağlayan ve kitle iletişim araçları ile çalışan “kültür endüstrisi”, bireyin içsel özgürlüğünün “yanılsamalı da olsa belli bir avantaja” sahip olmasına bile izin vermemektedir.
Kültür endüstrisi, günlük yaşamın sorumluluklarından, ağır ve sıkıcı işlerinden çok az bir çaba ile kaçış sağlayarak, zihinsel “oyalanma” ve uzaklaşma yaratır. Bu amaca ulaşmak için bazı standardizasyon teknikleri kullanır, sıradan tepki mekanizmaları geliştirir, sözde bir bireysellik için uygun yollar gösterir. Ancak Adorno’ya göre, kültür endüstrisinin sunduğu bu kaçış, gerçek bir kaçış değildir; onun sağladığı kaçış ve dinlenme, insanları yalnızca yaşamlarındaki temel baskılardan uzaklaştırmaya ve çalışma azimlerini yeniden yaratmaya hizmet eder.
Günümüzde, sermaye ile teknolojinin, eğitim ile eğlence sanayinin birleşiminden oluşan, eğlenceye enformasyon muamelesi yapan yeni bir form ortaya çıkmıştır. Bu form, “eğitim” ve “eğlence” kelimelerinin karışımından oluşan “Eğitlence” (infotaintment) adıyla günümüz literatürüne girmiştir. Eğitlence kavramı, eğitim teknolojilerinin ve multimedyanın eğlencenin biçimini değiştirme yollarını ve eğlencenin internetten politikaya hayatın pek çok alanını biçimlendiren formlarını içerir.
Eğlence, geç kapitalizm koşullarında çalışmanın uzantısıdır. İçinde bulunduğu sistemin yarattığı sıkıntılarla yeniden yüzleşebilmek için ondan kaçmak isteyen kişilerin aradığı bir şeydir. Eğlenmek bir şey düşünmemek, acıyı unutmak demektir; bunun temelinde yatan şey güçsüzlüktür. Kültür endüstrisi, kültürün uzlaşmaz iki öğesini, sanat ile eğlenceyi bir amaç içinde bir araya getirir. Sözde içerik diye sunulan şey, sadece soluk bir ön plandır. Zihne kazınanlar, normlaştırılmış işlemlerin kendi kendine devinen devamlarıdır. İzleyici, kendine ait bir düşünce üretmeye gerek duymamalıdır. Düşünsel kapasite ön gören mantıksal bağlantılardan titizlikle kaçınılır. Olayların gelişimi mümkün olduğunca, bütünün ideasından değil, hemen öncelerinde var olan durumdan doğmalıdır.
Bugün sistem içinde belirleyici olan şey, tüketicinin iplerini elden bırakmama, tüketiciye bir an olsun direnişin mümkün olduğunu sezdirmeme gerekliliğidir. Kültür endüstrisi bir yandan tüm tüketici ihtiyaçlarının kültür endüstrisi tarafından giderilebileceğini gösterir, diğer yandan bu ihtiyaçları insanın hep bir tüketici, sadece kültür endüstrisinin bir nesnesi olarak yaşamasını sağlayacak şekilde düzenler. Kültür endüstrisi bu aldatmacayı tüketiciye doyum diye yutturmakla kalmaz, tüketicinin zihnine kendisine ne sunuluyorsa onunla yetinmesi gerektiğini de kazır. Kültür endüstrisi ve tüm dalları, gündelik yaşamdan kaçış vaat eder. Bu kaçışın, kişileri çıkış noktasına geri götüreceği baştan bellidir. Adorno bu durumu, bir Amerikan mizah dergisinde çıkan bir karikatüre benzetiyor: Baba evinden kaçan kız karanlıkta bir merdivenden inmektedir, merdiveni tutmakta olan kişinin babası olduğunu görmemektedir.
Kültür endüstrisinin toplam etkisi Aydınlanma karşıtı bir etkidir. Bu etkide Aydınlanma, bir kitle aldatmacasına, bilincin zincire vurulmasının aracına dönüşmektedir. Kültür endüstrisi, “neye uyum sağladığını bilmeden uyum sağlamalısın” diye buyurur. Bilincin yerini uyum sağlama alır.
ALGI YÖNETİMİ
Algı Yönetimi (Perception Management) olarak adlandırılan olgu, Türkiye’de belki de son birkaç yıla kadar çoğu kişinin haberdar olmadığı bir kavramdı. Fakat son zamanlarda iç ve dış politikalarda yaşanan gelişmeler, algı yönetiminin öneminin anlaşılmasına sebep olmuştur.
Dış çevreden gelen uyarıcıların duyu organlarımız üzerinde bıraktığı etkiye “duyu” denir. “Algı” ise bu etkinin zihnimizde oluşturduğu anlamı ifade eder. Algı ile imaj kavramları çoğunlukla birbirine karıştırılır. Algıların alınma sürecine algılama, algılama sürecinin sonucunda insan zihninde oluşan zihinsel ya da bilişsel resme ise imaj denir. Bu tanımlardan yola çıkarsak, Algı Yönetimi’ni, algıdan başlayıp, algılamayla devam eden ve imajla tamamlanması gereken bir sürecin yönetilmesi olarak tanımlayabiliriz.
Algı Yönetimi kavramı ilk kez ABD Savunma Bakanlığı içindeki birimler tarafından kullanılmıştır. Bu kavram ABD Savunma Bakanlığı tarafından şöyle tanımlanmıştır:
“Kitlelerin duygu, düşünce, amaç, mantık, istihbarat sistemleri ve liderlerini etkileyerek seçili bilgilerin yayılması ve/veya durdurulması, bunun sonucunda hedef davranış ve düşüncelerinin hedefleyenin istekleri doğrultusunda yönlendirilmesi.”[53]
Algı yönetimi, çeşitli yolları kullanarak gerçekleri yansıtma, operasyon güvenliğini sağlama, gerçeği gizleme ve çarpıtma, psikolojik operasyonları yönetme gibi unsurların bileşkesinden oluşur. Algıyı yönetmek, aslında iletişimi yönetmektir; çünkü insanlar gerçeklerden daha çok algılarına inanırlar. Yani algı, her zaman gerçeklerin önündedir. Algı yönetimi açısından en önemli konulardan biri iletişim teknolojisidir. İletişim teknolojisindeki gelişmeyi anlamak, algıyı yönetmek için çok önemlidir. Mesajın iletilmesini sağlamak için medyayı yönetmek, doğru karışımı yapabilmek gerekir.
Diğer işlevlerinin yanı sıra medya, kendisini denetleyen ve finanse eden güçlü toplumsal grupların çıkarlarına hizmet eder ve onların lehine propaganda yapar. Bu çıkarların temsilcilerinin öne çıkarmak istedikleri önemli gündemleri ve ilkeleri vardır; medya politikasının şekillendirilmesi ve dayatılması açısından oldukça elverişli bir konuma sahiptirler. Normal olarak bu, kaba müdahale ile değil; uygun çizgide düşünen personelin seçilmesi ve bu personelin kurum politikasıyla uyumlu öncelikleri ve haber değeri ölçütlerini içselleştirmeleri sayesinde başarılı olur. Medya, kendisini denetleyen, finanse eden güçlü toplumsal grupların çıkarlarına hizmet eder. Bunun için medya şirketlerinde, uygun çizgide düşünen personel seçilip, editörlerin ve diğer çalışanların kurum politikasını içselleştirmeleri sağlanır.
Medyayı etkileyen yapısal etkenleri şöyle sıralayabiliriz:
1-Mülkiyet ve denetim,
2-Reklam verenler, finansörler,
3-Medya ile çeşitli grupların karşılıklı çıkar ilişkileri,
4-Yapılan haberlerden şikâyetçi olunmasıyla oluşan tepki üretimi,
5-Haberlerle ilgili uzman temini,
6-Uygun çizgide düşünen çalışanlar,
7-İdeolojisine muhalif enformasyon ve görüşlerin belli bir sınır içinde ve marjda tutulması.[54]
Halk, medya üzerinde bir egemenliğe sahip değildir. Nelerin sunulacağına reklamları veren patronlar ve yöneticiler karar verirler; halka sadece bunların içinden tercih yapmak düşer. Medya yoluyla insanların algıları yönetilirken şu yöntemlerden yararlanılır:
1-Değersizleştirme ya da olduğundan daha fazla değer yükleme veya atfetme,
2-Meşrulaştırma,
3-Yasalara karşıymış gibi gösterme,
4-Görmezden gelme,
5-Delil ve kanıtları tahrif etme,
6-Çelişkilerin önemini dikkate almama,
7-Kişileri kahramanlaştırma,
8-Uzman görüşüne başvurma,
9-İddialarla ilgili tanık kullanma,
10-Fikirleri önemsiz ve değersiz göstermek için, savunucularını hedef alarak, gerçeklerin etrafında dolaşma,
11-Fikirleri çoğunluğun görüşüymüş gibi yansıtma,
12-Aynı haberi farklı formatlarda ve farklı mecralarda birbirini destekleyecek şekilde gündeme getirme ve savunma,
13-Karşı tarafın yaptıklarını abartarak büyütüp, olumsuz bir şekilde gösterme,
14-Konuya başka açılardan bakanların kitle medyasından uzaklaştırılması.[55]
Bu değerlendirmeler ışığında algı yönetimini, kamuoyunu “anlamak” yerine “etkilemek” ve “yönlendirmek” amacıyla gerçekleştirilen modern bir iletişim yöntemi olarak da tanımlamak mümkündür.
Hedef kitleleri ikna etmek için geliştirilen stratejiler “toplum mühendisliği”, “psikolojik harekât”, “ikna etme”, “propaganda” gibi terimler altında uygulanmıştır. Ancak bu kavramlar toplumda olumsuz çağrışımlar yaptığı için, bunların yerine kulağa daha hoş gelen “kamu diplomasisi”, “yumuşak güç”, “itibar yönetimi”, “imaj yönetimi” ve “halkla ilişkiler” gibi kavramlar servis edilmektedir.
Propaganda ve halkla ilişkiler, amaç ve ilkeler yönünden ayrışırlar. Halkla ilişkiler gerçeği abartarak farklılaştırarak doğru olmayanı yaymak değildir. Abartı ve gerçeği saklama propaganda teknikleri içinde yer alır, hatta etki bırakmak için oldukça fazla kullanılır. Propaganda ikna yoluyla kitleleri etkilemeye çalışırken, halkla ilişkiler açıklama yapıp doğruları söyler. Propaganda tek yönlü, halkla ilişkiler ise çift yönlü bir iletişim uygular.
Algı sürecini etkileyen faktörler 3 ana başlıkta toplanabilir:
1-Algılayan bireyin özellikleri (Bireyin kişiliği, kişisel özellikleri, geçmişte yaşamış olduğu tecrübeler).
2-Algılanan nesnenin özellikleri (kişi, eşya, olay, canlı ve cansız varlıklar).
3-Algılama ortamı (algılama sürecinin yaşandığı fiziksel, sosyal ve örgütsel çevre koşulları).
Birey gerçek denen olguyu iki şekilde algılar. Birincisi kendisinin yaptığı, yani birinci elden yaptığı gözlemler sonucunda ulaştığı gerçeklik; ikincisi ise kitle iletişim araçları yani medya yoluyla sunulan gerçekliktir.
Bireyler bir taraftan günümüzün yoğun koşturmacası, diğer taraftan bütün dünya ile ilgili gerçekleri doğrudan gözlemlemelerinin mümkün olmaması nedeniyle, gerçekleri haber veren medya aracılığıyla elde etmeye çalışmaktadırlar. Bu noktada gerçeğin yansıtılmasında iki yaklaşım ortaya çıkmaktadır. Birincisi “yansıtmacı” yaklaşım, ikincisi ise “kurmacı” yaklaşımdır. Yansıtmacı yaklaşım, adından da anlaşılacağı gibi, gerçeğin doğrudan, olduğu gibi yansıtılmasıdır. Kurmacı yaklaşım ise, yansıtmacı yaklaşımın tam tersi bir özelliğe sahiptir; medya mevcut gerçeği, kendi değerlendirme süzgeçlerinden geçirerek aktarır. Algı yönetimi tartışmalarının yoğun olarak yaşandığı yer işte bu noktadır. Kurmacı yaklaşım, “Medya gerçekliği” denen kavramı ortaya çıkarmıştır. Gerçek, artık medyanın sunduğu ve biçimlendirdiği gerçektir.
Buna göre haber gerçekliğini de üç farklı boyutta ele alabiliriz:
1-Özgün gerçeklik, medyada haber olarak yayınlanan olayın hakikat olan durumudur.
2-Sunumsal gerçeklik, haberin gerçekliğinin medyanın kullanıcısı tarafından, kendi görüşleri doğrultusunda değiştirilmesiyle oluşan yapay bir gerçekliktir. Haberler artık haberi yapanın penceresinden görülmektedir; gerçekle ilişkilidir fakat artık kurgulanmış ve yeniden şekillendirilmiştir. Artık okuduğumuz, dinlediğimiz ye de izlediğimiz haberler gerçek değil, gerçeğin kurgulanmış sunumudur.
3-Algısal gerçeklik ise haber ileticisi tarafından aktarılan gerçekliğin, haberi alan birey tarafından yeniden şekillenmesi sürecidir. Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî’nin “Sen ne söylersen söyle, söylediğin karşındakinin anladığı kadardır” sözü bu durumu ifade eder.
Günümüzde çevremiz, algılarımıza yönelik birçok bilgi kaynağı ile doludur. İçinde bulunduğumuz çağa “enformasyon çağı” denmesinin sebebi budur. Kitle iletişim araçlarındaki gelişmeler bir yandan hayatı kolaylaştırmakta, öte yandan gerçek ile illüzyon arasındaki farkın algılanmasında zorluk yaratmaktadır. Bilgiyi depolayan ve aktaran araçlardan oluşan medya, algı yönetimi çerçevesinde ele alındığında bilginin üretildiği, abartıldığı ve çarpıtıldığı bir araç olarak karşımıza çıkmaktadır. Şekil değiştiren bilgi, gerçeklik olmaktan çıkar ve bir simülasyon olur; gerçekliğin maskelendiği imgenin artık hakikatle ilgisi kalmaz, dezenformasyon halini alır. Kitle iletişim araçlarının zihnimizdeki imgeleri değiştirmesi ile algı ile gerçeklik arasındaki uçurum ve sosyal, siyasal ve ekonomik hayattaki karmaşıklık artmaktadır. Kitlelere sunulan söz ve imgeler bir çeşit sanal gerçeklik yaratmakta ve istenilen şekilde davranış geliştirmede etkili olmaktadır. Bu açıdan algı yönetiminin bir çeşit “yumuşak güç” olarak kullanıldığını söyleyebiliriz.
Görsel bir kavram olan “imge”, “görünüş” anlamında da kullanılır ve bakılan nesnelere yüklenen farklı anlamları, dolayısıyla “görünmeyenin anlamını” da içinde barındırır. “İmge” ile “gerçek” arasındaki ilişkinin günümüzde geldiği nokta, “gerçek”in kabul edilmemesi değil, kitle iletişim araçları vasıtasıyla “imge”nin, “gerçek”i yeniden tanımlamak, onu yeni baştan üretmek biçiminde kullanılmasıdır. Çağımızın küresel iletişim teknolojileriyle yapılmak istenen, değişik bir dünya, telafi edici bir gerçeklik, teknik manipülasyonla duyguları kandıran gerçeklik görünümleri yaratıp kendi hegemonik dilini oluşturmak; bu yolla, kurulu sistemin devamlılığına hizmet etmektir. Medyayı çıkarları için kullanan sermaye sahipleri, kendi menfaatleri için gerçekleri bizlere manipüle ederek sunarlar.
Bir algı yönetimi çalışması planlanırken en az dört unsurun göz önünde bulundurulması, başarıya ulaşma şansını etkileyecektir:
1-Belirlenen stratejik amaç doğrultusunda hedef kitlenin ilgi ve dikkatinin çekilmesi,
2-Hedef kitlenin ilgisinin kaybedilmemesi amacıyla, konuyla ilgili bilgilerin zamanında aktarılması,
3-Bu bilgilerin aktarılması esnasında hedef kitlenin dikkatini çekebilecek, kolay algılanabilecek ve uzun süre hatırlanmasını sağlayacak şekilde tasarlanması,
4-İletilen/üretilen bilginin doğruluk ve doğallık algısını ve etkisini koruması için devamlı tekrarlanmasının sağlanması.
Özellikle askeri alanda algı yönetimi çalışmalarının planlanması ve kullanılacak yöntemlerin belirlenmesiyle ilgili olarak 80’li yıllardan itibaren çeşitli teorik ve akademik çalışmalar yapılmaktadır. 1980 yılında CIA tarafından hazırlanan “Yanıltma Taktikleri: Efsaneler ve Gerçekler” adlı raporda, algı yönetimi çalışmalarında kullanılacak 10 temel kuraldan söz edilmektedir. Bu kurallar, genel olarak şöyle özetlenebilir:
1-Hedef kitlede mevcut olan bir inanış, görüş ve fikrin manipüle edilmesi, o bilginin/fikrin çürütülmesinden veya yeni bir fikir ve görüşe ikna edilmesinden daha kolaydır.
2-İnsanların algı mekanizmalarının belirli sınırları bulunmaktadır. Tedricilik ve mevcut durumun korunmasına olan yatkınlık olarak tanımlanabilecek bu sınırlılıklar bağlamında, hedef kitlede planlanan algı değişimleri için onlara sunulacak bilgilerin tamamının birden sunulması yerine kademeli olarak sunulması daha etkilidir. Bu şekilde hedef kitleye dereceli olarak verilecek bilgilerle hem hedef kitlenin sunulan bilgilere antipati göstermesinin önüne geçilecek, hem de mevcut durumun devam ettiğine dair algı korunabilecektir.
3-Çoklu kaynak kullanımı. Algı yönetimi çalışması yapılacak hedef kitlenin konuyla ilgili alternatif haber alma kanalları ve araçları ne kadar çoksa, çalışmanın başarıya ulaşması o kadar zor olacaktır. Bu nedenle planlanacak algı yönetimi çalışmasında hedef kitlenin haber alma kaynaklarının kontrol edilmesi ve manipüle edilmiş olan bilgilerin birçok kanaldan birden hedef kitleye verilmesi ve bu şekilde bilginin değişik kanallardan teyit edilebildiği algısı sağlanmalıdır.
4-Konuyla ilgili mümkün olduğunca bilgi tekelini elinde bulundurmak ve kamuoyuna konuyla ilgili amaç doğrultusunda yorumlanmış doğru bilgilerin aktarılması. Buradaki temel amaç, verilen bilgilerin tamamen asılsız olduğunun ve algı yönetimi çalışmasının ortaya çıkmasını engellemek, ancak diğer taraftan da verilen bilgilerin doğru olmasına rağmen bu bilgi parçacıklarının yorumlarının ve analizinin istenen amaç doğrultusunda yapılmasıdır.
5-Eldeki bilgi ve imkânların amaçlanan hedef doğrultusunda doğru ve iktisatlı kullanılması. Burada temel amaç, eldeki verilerin tamamının kullanılarak israf edilmelerinin önlenmesi, belirlenen amaç doğrultusunda ihtiyaç olduğu kadar kaynak ve bilginin kullanılması, geri kalan bilgi ve kaynakların daha sonra planlanması muhtemel çalışmalar için saklanmasıdır.
6-Geri dönüşüm: Algı yönetimi çalışması kapsamında kamuoyuna aktarılan bilgilerin doğru algılanıp algılanmadığı, planlanan konunun kamuoyu tarafından ne kadar benimsendiği ya da benimsenmediğine ilişkin analizlerin yapılması zorunludur. Özellikle uzun süreli çalışmalarda, planlarda revize gerekip gerekmediğine dair sinyallerin alınması ancak bu analizlerle mümkün olacaktır. Bu kapsamda kamuoyu araştırmaları, eğilim çalışmaları ve verilen bilgilerin alternatif bilgi kaynaklarında (haber kanalları, gazeteler, sosyal medya platformları vb.) kullanılıp kullanılmadığı, kullanılma sıklığı (paylaşım, retweet vb.) gibi verilerin analizleri kullanılabilir.
7-Yapılan çalışmanın muhtemel istenmeyen sonuçları ve yan etkileri göz önünde bulundurulmalıdır. Algı yönetimi kapsamında yapılan çalışmanın bütün sonuçlarının tahmin edilmesi beklenemez ancak ortaya çıkan istenmeyen etkilerin vakit geçirilmeden düzeltilmesi, planın başarısı adına önemli bir avantaj sağlayacaktır.
8-Algı yönetimi çalışmalarında dikkat edilmesi gereken belki en önemli kural şudur: Çalışmanın tüm aşamalarının ve bu aşamalarda kullanılacak bilgi ve malzemelerin ne şekilde kullanılacağına dair detaylı bir planlama ve yol haritası çıkarmalıdır. Anlık, son dakika veya rastlantısal bilgiler karşı tarafta şüphe ile karşılanabileceğinden, hedef kitleye hangi bilgilerin ne zaman ve ne şekilde sunulacağı detaylı olarak planlanmalıdır.
9-Hazırlanan bu yol haritası doğrultusunda belirli bir sıralama takip edilmelidir.
10-Ne tür bir algı yönetimi çalışması yapılacağına karar verilmelidir. Burada iki yöntemden bahsedilmektedir. Belirsizliğin azaltılmasını amaçlayan birinci yöntemde, hedef kitlenin bilmediği bir konuda net olarak ortaya konulmuş bir hedefle ilgili tamamen yanlış, manipüle edilmiş bilgiler kullanılarak kitlenin algısının yönetilmesi amaçlanmaktadır. Belirsizliğin artırılmasını amaçlayan ikinci yöntemde ise, hedef kitlenin amaçlanan konuya ilişkin bir kısım bilgisi bulunmaktadır. Bu durumda ortaya sunulacak çok sayıda bilgi ile bir tür bilgi kirliliği oluşturulması, hedef kitlenin hangi bilgilerin doğru, hangilerinin yanlış olduğu konusunda tereddütlerinin oluşturulması sağlanmaktadır. Böylece oluşturulan bu bilgi kirliliği kanalıyla, manipüle edilmiş bilgilerin de kabul ettirilmesi daha kolaylaşacaktır.[56]
CIA’nın bu çalışmasından sonra, özellikle askeri alanda algı yönetimi operasyonlarının kullanılması, istihbarat ve istihbarata karşı konulması ve benzer konularda teorik çalışmalar hem sayı hem de çeşitlilik olarak artış göstermiştir.
[1] Nurçay Türkoğlu, Kitle İletişimi ve Kültür, Naos Yayınları, İstanbul, 2003, s.69.
[2] Vadim Majuyev, Kültür ve Tarih, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, İstanbul, 1998, s.44.
[3] Abdülbaki Güçlü, Erkan Uzun, Serkan Uzun, Hüsrev Yolsal, Felsefe Sözlüğü, Bilim ve Sanat, Ankara, 2008, s.1220.
[4] Vadim Majuyev, Kültür ve Tarih, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, İstanbul, 1998, s.45.
[5] John Zerzan, Gelecekteki İlkel, Kaos Yayınları, İstanbul, 2013, s.219.
[6] John Zerzan, Gelecekteki İlkel, Kaos Yayınları, İstanbul, 2013, s.220.
[7] Yavuz Odabaşı, Post-modern Pazarlama, MediaCat Yayınları, İstanbul, 2014, s.56.
[8] Murray Bookchin, Geleceğin Devrimi, Halk Meclisleri ve Doğrudan Demokrasi, Dipnot Yayınları, Ankara, 2017, s. 99
[9] Murray Bookchin, Geleceğin Devrimi, Halk Meclisleri ve Doğrudan Demokrasi, Dipnot Yayınları, Ankara, 2017, s. 95
[10] Abdülbaki Güçlü, Erkan Uzun, Serkan Uzun, Hüsrev Yolsal, Felsefe Sözlüğü, Bilim ve Sanat, Ankara, 2008, s.1151.
[11] Abdülbaki Güçlü, Erkan Uzun, Serkan Uzun, Hüsrev Yolsal, Felsefe Sözlüğü, Bilim ve Sanat, Ankara, 2008, s.1161.
[12] Madan Sarup, Post-Yapısalcılık ve Post-modernizm, Ark Yayınları, Ankara, 1997, s.158.
[13] Abdülbaki Güçlü, Erkan Uzun, Serkan Uzun, Hüsrev Yolsal, Felsefe Sözlüğü, Bilim ve Sanat, Ankara, 2008, s.862.
[14] Abdülbaki Güçlü, Erkan Uzun, Serkan Uzun, Hüsrev Yolsal, Felsefe Sözlüğü, Bilim ve Sanat, Ankara, 2008, s.1606.
[15] Abdülbaki Güçlü, Erkan Uzun, Serkan Uzun, Hüsrev Yolsal, Felsefe Sözlüğü, Bilim ve Sanat, Ankara, 2008, s.13.
[16] Madan Sarup, Post-Yapısalcılık ve Post-modernizm, Ark Yayınları, Ankara, 1997, s.160.
[17] Madan Sarup, Post-Yapısalcılık ve Post-modernizm, Ark Yayınları, Ankara, 1997, s.160.
[18] John Zerzan, Gelecekteki İlkel, Kaos Yayınları, İstanbul, 2013, s.35.
[19] John Zerzan, Gelecekteki İlkel, Kaos Yayınları, İstanbul, 2013, s.3.
[20] John Zerzan, Gelecekteki İlkel, Kaos Yayınları, İstanbul, 2013, s.38.
[21] Madan Sarup, Post-Yapısalcılık ve Post-modernizm, Ark Yayınları, Ankara, 1997, s.157.
[22] John Zerzan, Gelecekteki İlkel, Kaos Yayınları, İstanbul, 2013, s.220.
[23] John Zerzan, Gelecekteki İlkel, Kaos Yayınları, İstanbul, 2013, s.220.
[24] John Zerzan, Gelecekteki İlkel, Kaos Yayınları, İstanbul, 2013, s.220.
[25] Madan Sarup, Post-Yapısalcılık ve Post-modernizm, Ark Yayınları, Ankara, 1997, s.138.
[26] Abdülbaki Güçlü, Erkan Uzun, Serkan Uzun, Hüsrev Yolsal, Felsefe Sözlüğü, Bilim ve Sanat, Ankara, 2008, s.1381.
[27] Abdülbaki Güçlü, Erkan Uzun, Serkan Uzun, Hüsrev Yolsal, Felsefe Sözlüğü, Bilim ve Sanat, Ankara, 2008, s.1382.
[28] Madan Sarup, Post-Yapısalcılık ve Post-modernizm, Ark Yayınları, Ankara, 1997, s.139.
[29] Madan Sarup, Post-Yapısalcılık ve Post-modernizm, Ark Yayınları, Ankara, 1997, s.200.
[30] Abdülbaki Güçlü, Erkan Uzun, Serkan Uzun, Hüsrev Yolsal, Felsefe Sözlüğü, Bilim ve Sanat, Ankara, 2008, s.660.
[31] Doç. Dr. Bilal Karabulut (Ed.), Algı Yönetimi, Alfa Yayınları, İstanbul, 2014, s.309.
[32] Vadim Majuyev, Kültür ve Tarih, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, İstanbul, 1998, s.17.
[33] Yavuz Odabaşı, Post-modern Pazarlama, MediaCat Yayınları, İstanbul, 2014, s.45.
[34] Nurçay Türkoğlu, Kitle İletişimi ve Kültür, Naos Yayınları, İstanbul, 2003, s.88.
[35] Yavuz Odabaşı, Post-modern Pazarlama, MediaCat Yayınları, İstanbul, 2014, s.47.
[36] Atilla Cemal Eşen, Resim Sanatı Tarihinde Devrimler ve Karşıdevrimler, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2015, s.234.
[37] Nurçay Türkoğlu, Kitle İletişimi ve Kültür, Naos Yayınları, İstanbul, 2003, s.106.
[38] Vadim Majuyev, Kültür ve Tarih, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, İstanbul, 1998, s.165.
[39] Hedonizm: Hazcılık. En genel anlamda hazzı “en yüksek iyi” olarak gören öğretiler bütünü. İnsanın tüm yapıp etmelerinde başvurabileceği tek ölçütün “acıdan kaçınıp hazza ulaşmaya çabalamak” olduğunu ileri süren dünya görüşü; yaşamaktalığımızın, burada olmaktalığımızın gerçek anlamını “haz”da bulan bakış açısı. (Abdülbaki Güçlü, Erkan Uzun, Serkan Uzun, Hüsrev Yolsal, Felsefe Sözlüğü, Bilim ve Sanat, Ankara, 2008, s.647.)
[40] Manly p. Hall, Tüm Çağların Gizli Öğretileri, Mitra Yayınları, İstanbul, 2017, s. 27
[41] Post-modernizm ile sanatın ilişkisi hakkında ayrıntılı bilgi için bakınız: Atilla Cemal Eşen, Resim Sanatı Tarihinde Devrimler ve Karşıdevrimler, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2015
[42] Nurçay Türkoğlu, Kitle İletişimi ve Kültür, Naos Yayınları, İstanbul, 2003, s.11.
[43] Nurçay Türkoğlu, Kitle İletişimi ve Kültür, Naos Yayınları, İstanbul, 2003, s.35.
[44] Uzlet: (Arapça) Toplum yaşamından kaçarak tek başına yaşama. (TDK Sözlüğü.)
[45] Mukadder Çakır, Medya ve Modernlik, Parşömen Yayınları, İstanbul, 2013, s.60.
[46] Nurçay Türkoğlu, Kitle İletişimi ve Kültür, Naos Yayınları, İstanbul, 2003, s.48.
[47] Nurçay Türkoğlu, Kitle İletişimi ve Kültür, Naos Yayınları, İstanbul, 2003, s.95.
[48] Nurçay Türkoğlu, Kitle İletişimi ve Kültür, Naos Yayınları, İstanbul, 2003, s.97.
[49] Vadim Majuyev, Kültür ve Tarih, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, İstanbul, 1998, s.29.
[50] Vadim Majuyev, Kültür ve Tarih, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, İstanbul, 1998, s.118.
[51] Vadim Majuyev, Kültür ve Tarih, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, İstanbul, 1998, s.119.
[52] Theodor W. Adorno, Max Horkheimer, Aydınlanmanın Diyalektiği, Kabalcı Yayıncılık, İstanbul, 2014, s. 197
[53] Doç. Dr. Bilal Karabulut (Ed.), Algı Yönetimi, Alfa Yayınları, İstanbul, 2014, s.16.
[54] Doç. Dr. Bilal Karabulut (Ed.), Algı Yönetimi, Alfa Yayınları, İstanbul, 2014, s.20.
[55] Doç. Dr. Bilal Karabulut (Ed.), Algı Yönetimi, Alfa Yayınları, İstanbul, 2014, s.20.
[56] Doç. Dr. Bilal Karabulut (Ed.), Algı Yönetimi, Alfa Yayınları, İstanbul, 2014, s.49.