Tarih boyunca dinsel inançlar egemen, sömürücü güçler tarafından siyasal otoritenin meşrulaştırılma aracı olarak kullanılagelmiştir. Diğer taraftan, kötülüklerin, haksızlıkların barınamayacağı bir dünyaya duyulan umutları beslemiş, başkaldırılara dayanak olmuştur.
Yaşamını toplayıcılık ve avcılıkla sürdüren komünal toplumlarda, çok zorlu yaşam koşulları nedeniyle, toplu halde yaşamak, dayanışmak, paylaşmak kaçınılmaz bir zorunluluktu. Tanrı kavramı da hem tüm varlıkları kuşatıp birbirine bağlayan, hem de her varlığın içinde bulunan bir ruhun varlığı şeklindeydi ve zorunlu olarak kendiliğinden oluşmuş bu toplumsal yapının ve doğal ahlak anlayışının yansımasıydı. Kropotkin’in “başkalarına bize davranılmasını istediğimiz gibi davranalım” şeklinde özetlediği doğal ahlak anlayışı da bu panteist (tümtanrıcı) görüşle ilişkili olmalı. Nitekim birçok düşünür, ahlakın dinden daha önce ortaya çıktığı konusunda hemfikirdirler.
Ancak panteist görüş, sınıflı toplum yapısıyla örtüşmüyor, bu yüzden tüm toprakların sahibi olan ve kendilerini Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi, temsilcisi olarak gösteren Tanrı-Kralların işine gelmiyordu; Yöneten-yönetilen karşıtlığının ve köleci toplumun dinsel inanışlarla da haklı gösterilmesi gerekiyordu. Tüm evreni yaratan, yöneten, her şeyi gören, itaat edeni cennetle ödüllendiren, itaat etmeyeni ise cehennemle cezalandıran bir Tanrı anlayışına ihtiyaç vardı. Tanrı-Krallar iktidarlarını haklı göstermek ve sürdürmek için bu inancı savundular. Ezilen, sömürülen, hakları ellerinden alınan, yoksul bırakılan kitleler ise eşitlik görüşüyle örtüşen panteist görüşe ve bu görüşün devamı olan görüşlere sarıldılar.
Panteist görüşe göre, tüm evren “Tanrı’nın görünüş alanına çıkmasıyla” oluşmuş olduğu için tüm varlıkların özünde “Tanrısal Öz” bulunmaktadır, farklılıklar yalnızca görünüştedir, özde ise her şey birdir; öyleyse tüm insanlar eşittir ve dünyadaki zenginliklerden de eşit olarak faydalanmalıdırlar.
Ruh da ölümsüzdür ve bu dünyadaki yaşam ruhun tekâmül etmesi için gerekli bir aşamadan başka bir şey değildir. Ölünce ruh bedenden ayrılacak, tekâmülünü tamamlamadıysa başka bir bedende dünyaya tekrar gelecek ve tekâmülünü tamamlayıncaya kadar bu dünyadaki çileleri tekrar tekrar yaşayacaktır; öyleyse erdemli yaşamalıyız, başkalarının hakkına el uzatmamalıyız, kimseye kötülük ve haksızlık etmemeliyiz.
Binlerce yıl önce Anadolu’da Luvilerin inançlarında, Hindistan’ın ve Uzakdoğu’nun çoktanrılı dinlerinin temellerinde bulunan bu görüşler, İran ve Mısır yoluyla Ortadoğu’ya gelmiş, Musevîlik’te, Hıristiyanlık’ta ve Müslümanlık’ta yer almışlardır. Ezilen, sömürülen, hakları ellerinden alınan bazı kavimler bu inançları temel alarak ayaklanmışlar, malların eşit olarak paylaşılması esasına dayalı topluluklar kurmuşlardır.
Bu tür ayaklanmaların içinde, Nazım Hikmet’in “Simavna Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı” adlı şiiri sayesinde en bildiğimiz, XV. yüzyılın başında Şeyh Bedrettin hareketidir. Panteist görüş, Şeyh Bedrettin’in “Varidât” adlı eserinde çok güzel ifade edilir:
“Evren, hangi anlamda alınırsa alınsın, yalnız Tanrı ile vardır. Tanrı dışında, Tanrı’dan ayrı bir evrenin varlığı söz konusu olamaz. Evrende bulunan, görünen ne varsa Tanrı’dır. “Her nesne gerçekten Tanrı’dır. Öyleyse onlardan biri ‘ben Tanrı’yım’ derse doğrudur. Çünkü her varlık Tanrı’dan gelmektedir… Her nesnede varlık özü vardır, hiçbir koşula bağlanmaksızın her varlığa Tanrı denmiştir… Gerçekte her şey birdir.” (Vâridât. 28)[1]
“Tanrı, özünün kaynağıyla, bilinemez demenin anlamı şudur: Tanrı özünde bu evrenin bütün örnekleri vardır. Bu örnekler sonsuz olarak onunla bağlantılı sayılır. Tanrı, bu örneklerle görünüş alanına çıkar. Gene bu örnekler zamanın sonsuzca sürüp gitmesi sonucu Tanrı’yla bağlantılı kılınır, onunla varolduğuna inanılır. İşte Tanrı’nın bilinemezliği bundandır. Tanrı özünün kaynağına varan bir kimse için, bütün görünüş alanına çıkışlar (zuhurlar) biter, gerçeğe ulaşılır.” (Vâridât. 35)[2]
“Bütün bu sözü edilen nesnelerden daha salt olan, kendinden üstün bir aşama bulunmayan varlık salt varlıktır. O varlık her aşamanın üstündedir, bütün nesneler ondan var olmuştur, her şey odur, o her şeydir. Bu aşamada varlık için öncelik, sonralık, görünmek, görünmemek gibi aşamalar yoktur. Öteki aşamaları da bunlarla oranla. Çünkü her nesneden arınmış sayılır, öte yandan bütün nesneler onunla varlık kazanır, öyleyse bu aşamada öncesiz-sonrasız ayırımı olamaz, ikisi de birdir.” (Vâridât. 39)[3]
“Tanrı, bir olur gök katı biçiminde görünüş alanına çıkar, bir olur melek. Bir olur öğeler niteliğine bürünür, bir olur madenler, bitkiler, hayvan ve insan kılığında görünür, aşağılıkların en aşağısına iner, yücelerin en yücesine çıkar. Öğeler kılığına bürünen, sonra kılıktan kılığa girerek maden görünüşünde olan, ondan bitkiye, sonra hayvana, daha sonra insana dönüşen, o biçimlerde görünen yalnız O’dur (Tanrıdır). Bütün görünüşlerin ıssı (kaynağı, özü) O’dur. Görünüşler ortadan kalksa bile gene salt varlık olan Tanrı kalır.” (Vâridât. 92)[4]
Şeyh Bedreddin’in bu sözlerinden açıkça anlaşıldığına göre, Tanrı evrenin ötesinde, bilinmeyen, görünmeyen, yalnız düşüncede, gönülde yaşayan bir varlık değildir. O bir bütün olarak evreni doldurmuş, kuşatmış, onunla birlik içine girmiştir. Evreni Tanrı’dan, Tanrı’yı evrenden ayrı düşünme olanağı yoktur. Şeyh Bedrettin hareketinin önde gelen müritlerinden Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal, felsefelerinin özünü şöyle açıklamışlar, öğütlerini şöyle vermişlerdir:
“Allah dünyayı yaratmış, insanlara bahşetmişti. Servet ve tarım ürünleri cümlenin müşterek hakkıdır. İnsanlar eşittir. Birinin servet toplamalarıyla diğerlerinin ekmeğe bile muhtaç kalmaları ilahi maksada aykırıdır. Yalnız nikâhlı kadınlardan başka dünyada her şey müşterek olmalı. Tanrı kanunlar koymuştur. Onlardan istifade için de akıl ve kavrayış vermiştir. Birinin çevresi, inancı diğerininkine benzemediği gerekçesiyle üzerinde cebir kullanılması, ilahi emirlere ve maksatlara aykırıdır. Çünkü fikir ve vicdan doğayla uyumun ürünüdür. Cebrin etkisinden korunmuştur. Bunun için İslam, Hıristiyan, Musevi, Mecusi hep tanrı kuludur, birdir, kardeştir. Aralarında muhabbet ve kardeşlik şarttır. İhtilat ve muhabbetleri sayesinde hak batıla galip gelir.
Hükümet ise zulüm ve zorbalık mahsulüdür. Onun tecavüzlerini hoş görmek, Tanrı’nın maksadına uygun olmayan emirlerine itaat etmek caiz değildir. Saray, saltanat, muharebe, asker hep zulümdür. Tekkeler, dervişler, ulema, onlar da zulüm ve zorbalık eserleridir. Herkes eksiksiz hürriyet üzre fikir ve özel yolunda bulunmalı, komşusunun yol ve mezhebine hürmet etmeli.”[5]
Şeyh Bedrettin’den yüzlerce yıl önce Mazdekîler, özel mülkiyet anlayışına karşı çıkan, onun geçersizliğini ileri süren, bütün malların ortaklaşa kullanılması görüşünü benimseyen bir topluluktu.[6] Mazdekîlik, M.S. VI. yüzyılda, İslâm’dan kırk-elli yıl kadar önce İran’da ortaya çıkmıştır. Hz. Muhammed bu inanç kurumunu ve bu topluluğun varlığını biliyordu. Alevi bir topluluk olan Mazdekîlerin benimsedikleri inanç düzenine göre insanlar kardeştir, yeryüzü tek tek güçlerin değil, bütün insanların ortaklaşa yararlanmaları gereken bir ülkedir. İranlı bir din adamı olan Mazdek[7] şöyle diyordu:
“Bütün insanlar doğuştan itibaren eşit yaratılmıştır, bu eşitlikten dolayı da insanlar arasında zengin ve yoksul gibi bir ayrımcılık olmamalıdır.
Allah bütün insanları aynı şekilde yaratmıştır, bu nedenle insanların kendi aralarında ürünleri eşit şekilde paylaşmaları gerekir. Mal varlığında eşitsizlik insanlar arasında insafsız bir üstünlüğü meydana getirir”
Bütün bu kötülüğün ortadan kaldırılması için Mazdek şu nasihatta bulunur:
“Kötülüğün ortadan kalkması için mülkiyet edinmenin ortadan kaldırılması ve ailenin dağıtılması gerekir.”[8]
Burada “ailenin dağıtılması” önerisinin “kadınlarda ortak hakka sahip olunması” anlamına geldiği konusunda birçok araştırmacı hemfikirdir.
Mazdek, “Kadınlarda ortaklık kuralı, özel mülkiyetin ortadan kaldırılıp yok edilmesinin temelini oluşturur. Ancak bu kural ile özel mülkiyet, ailede miras hakkı ve böylece özel mülkiyet edinme hakkı ortadan kaldırılır” diyordu.
Bu öğretileri her ne kadar Mazdek geliştirdiyse de bu prensipler daha önce Zerdüştlük’de bulunmaktaydı. Tarihçilere göre daha önce var olan bu öğretinin bu kadar ön plana çıkmasının nedeni, Mazdek’in bunları günün koşullarına iyi uygulamış olmasıdır.
İran’daki soylu sınıflar, hâkimiyet ve otoritelerini artırmak için, harem şeklinde çok eşlilik düzenine başvuruyordu. İşte Mazdek, bunun, toplumsal değerin belirli ellerde biriktirilmesi yoluyla büyük adaletsizliğe yol açtığını ifade ediyordu. Özel mülkiyetin, toplumsal haksızlığın kökten ortadan kalkması için “kadınların ortaklığı” kuralının yeniden uygulanması gerektiğini belirtiyordu. Feodal beyler ve köle sahipleri ise, ananın aile reisi olması durumunda doğacak çocukların “soysuz”, “babasız” olacaklarını ileri sürerek, Mazdekleri “zındık” oldukları, “ana, baba, kız, ana, oğul ilişkisi tanımadıkları”, “mum söndürdükleri”, “Kızılbaş oldukları” biçiminde propaganda yaparak karalamaya çalışmışlardı.
Mazdek, o günün İran’ında başlı başına büyük bir toplumsal sorun olan harem olgusunun, soylu erkeklerin kadınlara acımasından değil, her bir kadının şahsında kendileri için sosyal, ekonomik üstünlük payesi sağlamak amacıyla birikim davranışından kaynaklandığını belirtmiş ve bunun büyük bir haksızlık yarattığına dikkat çekmiştir.
Mazdekleri ahlaksızlıkla, yozlukla suçlayan aristokrat sınıf temsilcileri, kendi çok eşle birlikte yaşama biçimlerinin yarattığı asıl ahlaksızlığın üstünü örtmeye; bir adamın elindeki varlık ve otoriteyi kullanarak birden fazla kadına (eşe) sahip olma olgusunu gayet normalmiş gibi göstermeye çalışmışlardır.[9]
Kadının ortaklığı kuralı, sınıflı toplum öncesi insan topluluklarında binlerce yıl devam etmiş bir yaşam biçimiydi. Bu yaşam biçiminde özel mülkiyet yoktu; her şey tüm toplumun ortak malı, ortak değeriydi. Bu ortak sahip olma değeri feodal üretim ilişkilerinin yerleşmesiyle birlikte ortadan kalkmıştır. Tabii bu süreç çatışmasız değil, yer yer çok kanlar dökülerek gerçekleşmiştir.
İçerdiği düşünceler yüzünden Mazdekîlik, kısa bir sürede İran, Suriye, Arabistan yörelerinde tutundu, yayıldı. Özellikle İran’da ayaklanmalara varan olaylara yol açtı. İran Kralı Anuşirevan ayaklanmayı bastırdı; Mazdek’i öldürttü. Ancak Mazdek’in düşünceleri etkinliğini yitirmedi; komşu ülkelerde de gelişti, benimsendi, benzer ayaklanmalara sebep oldu.
Mazdekîlik’in özü incelendiğinde, bir Alevi olan Mani’nin inançlarından olabildiğince yararlanmış olduğu görülür. Manizm, İranlı Mani’nin (M.S. 216-276) kurduğu, İran’ın eski Zerdüşt diniyle Hıristiyanlığı birleştiren bir dindir. Zerdüşt, M.Ö. VI. Yüzyılda İran’ın doğusunda yaşamış, düalistik bir din kurmuştur. Felsefe tarihinde iyilik-kötülük, aydınlık-karanlık düalizmini sistematik olarak ilk defa Zerdüşt uygulamıştır. O dönemde Persler dört ana elementi, havayı, toprağı, suyu ve ateşi kutsal saydıklarından bunların ilk hallerindeki gibi korunması gerektiğini savunur ve temiz tutulmalarına olabildiğince özen gösterirlerdi. Bu inanç onlarda olağanüstü bir çevre bilinci gelişmesine yol açmıştı. Toprağı işlemek, ağaçlandırmak ve sulamak dini bir yükümlülüktü. Su kanalı yapmak bu yüzden o dönemde İran’da çok gelişmişti. Ölülerini toprağı kirleteceği için gömmüyorlar, havayı kirleteceği için de yakmıyorlardı; kargaların ve akbabaların yemeleri için Dahme adı verilen mezarlıklara bırakıyorlardı. Zerdüşt, tarlaların, su kanallarının ve şehirlerin bakımına, temiz tutulmasına çok önem veriyordu. Zerdüşt’ün dinini ve felsefesini anlatan kitabı Zend-Avesta’dır. Avesta “açıklayıcı bilgi” demektir. Zend-Avesta’nın metinleri 12 bin öküz derisi üzerine yazılmıştı. Ancak Büyük İskender’in İran’ı ele geçirmek için başlattığı savaş sırasında bu metinlerin 17 cilt tutacak kadarı yakılmış, yok edilmiştir.
Manizm, başlangıçta bir felsefi görüş olarak ortaya çıkmış, sonradan dinsel bir nitelik kazanmıştır. Fiziksel ile ruhsal arasında bir ayrım tanımaz, her ikisinin de aynı şey olduğunu ileri sürer. Mani’ye göre evrenin ve evrendeki bütün varlıkların yapısı, iyilik ve kötülük (Işık ve karanlık) karşıtlığıyla kurulmuştur. Evrendeki bütün varlıklar bu karşıtlıkların kavga alanıdır. Mazdekîlik’e bağlı olanların genellikle yoksul, topraksız köylüler, varlıklı kimselerin tarlalarında boğaz tokluğuna çalışarak yaşamını sürdüren kimseler olması, düşüncenin tabanında dinsel inançların yanı sıra hangi ekonomik etkenlerin bulunduğunu gösterir.
Babekîlik de Mazdekîlik’in bir kolu olarak IX. yüzyılın başlarında İran’ın Erdebil kentinde ortaya çıktı, o da kısa sürede çevresinde büyük bir kalabalık topladı. Babek, bütün malların, mülklerin, hatta kadınların ortak olmaları görüşünü savunuyordu. Ona göre yeryüzünde savaşların, toplum sarsıntılarının, düzen bozukluklarının sebebi bunlardır; bunlar ortaklaşa kullanılırsa birçok kötülük de ortadan kalkar. Babek’in çevresinde toplananlar da yersiz, topraksız, başkalarının tarlalarında, işlerinde çalışan yoksul kimselerdi. Bu kurum kısa süre içinde İran, Azerbaycan, Irak gibi ülkelerde yayıldı, yüz binlerce insanın ayaklanmasına ve öldürülmesine yol açan geniş çaplı olaylar çıkarttı. Genellikle Türkler arasında ilgi gördü.
Mübeyyeza (Ak olanlar) adı altında, VIII. yüzyılın sonlarına doğru, yine İran’da Mazdekîlik kaynaklı büyük bir kurum ortaya çıkmıştır. Başlarında El Mukanna adlı bir öncünün bulunduğu Mübeyyeza, Mazdek’in bütün düşüncelerini benimsemiş, varlıklı kimselere ve büyük toprak sahiplerine karşı ayaklanmış, Abbasi Halifesi Mehdî’ye korkulu günler yaşatmıştır. El Mukanna’ya ve müritlerine göre önemli olan birey değil, toplumdu. Bu nedenle toplumun mutluluğu için birey kendini adamaktan kaçınmamalıydı. Bütün kötülüklerin, düzen bozukluğunun kaynağı, varlıklı kimselerin başkalarını çalıştırarak sömürmeleri, bu yolla da daha varlıklı olmalarıydı.
Kurucusu olan Hamdan Karmat’ın adından dolayı Karmatîler olarak bilinen topluluk da Mazdekîlik’in sonradan ortaya çıkan kollarından biridir. IX. yüzyılın sonlarına doğru, Irak’ta ortaya çıkmıştır. “İslâm Komüncüleri” olarak da nitelendirilen Karmatîler, 100-150 yıl kadar hüküm sürmüşlerdir.
Halife Osman’dan sonra Emevîler ve ardından Abbasîler bir ganimet, rant ve toprak ağaları devletine dönüşmüştü. Arabistan’ın, Irak’ın, Suriye’nin, İran’ın, Mısır’ın verimli topraklarına tek başlarına sahip olan aristokrat bir zümre ortaya çıkmış, saray hayatı, debdebe, tantana almış başını gitmiş, ezilen halk kitleleri adeta kaderine terk edilmiş, Afrika’dan, Hindistan’dan getirilen köleler bataklıklarda, pirinç tarlalarında, maden ocaklarında karın tokluğuna çalıştırılmaya başlanmıştı.
Sadece doğu eyaletindeki Hindikuş gümüş madenlerinde 10 bin işçi çalışmaktaydı. Altın batıdan, özellikle Nubya ve Sudan’dan getiriliyordu. Bakır İsfehan çevresinden elde ediliyordu. Basra körfezinden inci çıkarılıyordu. Zenci köleler ve altın Doğu Afrika’dan, misk Tibet’ten, kaliteli kumaş Malaga’dan, ipek elbiseler, toprak mamulleri ve kağıt Çin’den, kilim ve yaygılar Ermenistan’dan, baharat, değerli taşlar, ilaçlar, mızraklar ve kafur Hindistan’dan, kilimler, başlıklar, meyveler ve içecekler İran’dan, pamuk, ipek dokumalar, kağıt, kürk ve Asyalı köleler Maveraünnehir’den, keten elbiseler, eteklikler ve yaygılar Bizans’tan getirilmekteydi. Böylece bahçe sahiplerinden oluşan sermayedar sınıfın yanında, muazzam servetlere sahip bir tüccar tabakası oluşmuş, bir kısmının serveti milyonlara varmıştı.
İmparatorluk topraklarında yaşanan muazzam büyümenin Karmatîlerin felsefi programı olan İhvan-üs-safâ Risaleleri’nde sınıfsal analize tabi tutulduğunu görüyoruz. İhvan-üs-safâ o günkü toplumu üç tabakaya ayırıyordu: Zenginler, orta halliler ve yoksullar.
İmparatorluğun büyük şehirlerinde böylesi bir gelişme ve büyüme yaşanırken iç bölgelerde sefalet de alabildiğine derinleşmişti.
Hamdan Karmat’ın çevresinde giderek küçük gruplar oluşturmaya başlamıştı. Karmat, köylere, bataklıklara, kabilelere, Abbasî aristokratlarının topraklarında çalışan tuz işçilerine, yenilmiş zenci kölelere adamlar (Daî) göndererek fikirlerini yayıyordu. Mevâlîler (Abbasî burjuva sınıfından olmayan Müslüman sınıf) ve Zımmîler (Müslüman olmayan fakat Abbasî burjuvazisinden rahatsız olan sınıf) ve yönetimden rahatsız ezilen kitleler çağrısına kulak vermeye başladılar ve hareket giderek güçlendi. Karmatîler, ilk günlerden itibaren eşitlikçi bir paylaşım hareketi olarak dikkat çekmeye başladılar. Harekete katılanlar için ilk farz “İnfak” (mal verme, paylaşım, bölüşüm) idi; infak, namazdan bile önce geliyordu. Hareketin sosyal hedefi zengin-yoksul ayrımını ortadan kaldırmak, köleliğe son vermek, toprak reformu yaparak iktalara (devlet tarafından zenginlere bağışlanan topraklar) son vermek, herkesi çalışır, üretir hale getirmek, İslâm dünyasının hiçbir yerinde aç ve yoksul bırakmamaktı.
Önce Ramazan ayındaki zekât, fitre ve sadakaları ortak bir havuza toplayarak başladılar. Harekete katılan her kadın ve erkek ortak havuza bir dinar verecekti. Hamdan Karmat buna giriş infakı (hijra) diyordu. Hareketin mensuplarından da ayrıca yedi dinarlık ahd veya mitrak adı verdikleri yemin töreni infakı (bulgha) alınıyordu. Ayrıca 12 dinarlık tebliğe muhatap kişinin bölge daisi ile tanışması sırasında alınan vergi (necva) vardı. Giderek tüm servetlere beşte bir verme şartı koydular.
Nihaî amaç, giderek oranlı infaklardan özel mülkiyetin ortadan kaldırıldığı bir anlayışa geçmekti. Bu amaçla, aşağı Mezopotamya’da “Dâru’l-Hicre” adlı bir şehir kurdular. Hz. Muhammed’in hicret ettiği Medine’nin bir ismi de Daru’l-Hicre idi. Ona özenerek Medine’deki gibi bir “Kardeşlik İktisadı” kurmak istiyorlardı.
Çok sayıda insan buraya toplandı. İşçiler, köylüler, efendilerinden kaçan köleler, kimsesizler, yoksullar akın akın şehre hicret etmeye başladı. Kimin neyi varsa buraya getiriyordu. Herkesten yeteneğine göre alınıyor, ihtiyacına göre dağıtılıyordu. Öyle ki kısa süre içinde silah ve at dışında özel mülkiyet “gönüllü olarak” kalktı. İranlı seyyah Nasır-Hüsrev, Daru’l-Hicre’yi ziyaret ettiğinde insanların ne vergi, ne de aşar vergisi vermediğini söyler. Yoksul veya borcu olan bir kimseye işini kurması için veya durumu düzelinceye kadar infak farzdı. Toplumun diğer mensuplarının ilk görevi buydu. Bunu yapmadan namaz kılması boşunaydı. Borç (karz/kredi) sadece ortak havuzdan (Beytu’l-mal) alınabilirdi. Bütün kredi ve borç işlemleri buradan yönetilmekteydi. Tahıllar ücretsiz değirmenlerde öğütülürdü. Değirmencilerin ücretleri ve değirmen için gerekli tamir masrafları da kamudan (Beytu’l-mal) karşılanmaktaydı.
Halife Osman bin Affan’dan beri devam eden ikta (zengine toprak bağışı) sistemini kaldırdılar, toprak köleliğine son verdiler. Toprağın kullanım hakkı, ekip biçme karşılığı olarak yoksul köylülere verildi. Kimse toprağın sahibi olamazdı. Toplumsal servetin dışarı çıkışını önlemek amacıyla kurşundan para bastırdılar. Uzak Doğu ve Hindistan başta olmak üzere birçok ülkeye dış ticareti teşvik ettiler.
Şehirde yaşayanların sahip oldukları sığırlar, mücevherler, eşya ve benzeri şeyler toplandı. Her köyde güvenilir kimseleri “dai” olarak seçtiler. Karşılık olarak bu idareci yoksullara elbiseler temin ettiler ve halkın ihtiyaçlarını karşıladılar. Böylece şehirde yoksul hiç kimse kalmamıştı. Herkes topluma yaptığı infakla büyük bir mertebeye layık olmak için sabırla ve gayretle çalışmaktaydı.
Kadınların hepsi elde ettiklerini getirdiler, hatta çocuklar mahsule dadanan kuşları korkutup kaçırtmakla kazandıkları paraları bile veriyorlardı. “Mademki toprağımız var, kardeşlerimiz var, güven içinde yaşayabiliriz, şahsi mal biriktirmemize gerek yok” anlayışı yerleşmişti. Tek bir yoksul ve sakat kalmamak üzere açlar doyurulmakta ve çıplaklar giydirilmekteydi.
Karmatîlerin kurduğu düzen içinde kadınlardın rolü üst düzeydeydi. İdarede yer almaları, üst düzey toplantılara erkeklerle birlikte katılmaları kadınların hareketteki rollerini göstermesi açısından kayda değerdir. Ayrıca kadınlar da kazandıkları parayı bu sebeple birliğe ödüyorlardı.
Karmatî hareketinin en önemli yönü ilmî ve kültürel faaliyetlere verdikleri önemdir. En başta “İhvan-üs- safâ Risaleleri”nin onlara ait olduğu biliniyor. İhvan-üs-safâ topluluğunun üyeleri “İslâm Ansiklopedicileri” olarak da tanınmışlardır. İhvan-üs-safâ Risaleleri, her biri diğerlerini açıklayıcı nitelikte olan 52 risaleden meydana gelmiştir. Bu risalelerin bir bölümü mantık ve matematik bilimlerine, bir bölümü doğa bilimlerine, bir bölümü ruhbilim ve felsefeye, bir bölümü de metafiziğe ayrılmıştır. Eski Yunan, Hint ve İran düşünürlerine yer verilen yapıtta Kindî, Fârâbî, Pythagoras, Sokrates, Aristoteles, Platon ve Plotinos’un felsefeleri seçmeci bir anlayışla bir araya getirilmiştir. 1150 yılında Sünnî Halife Mustencîd, İbni Sînâ’nın eserleriyle birlikte bu ansiklopedinin de yakılmasını emretmiştir. Anadolu’daki “Ahîlik” (kardeşlik) geleneği ve buna bağlı olan lonca sistemi de Karmatîlerin felsefî programı olan “İhvan-üs-safâ Risaleleri”ne dayanmaktadır. Lonca sisteminde bir borcun anapara dışında ödenecek miktarı yoktur, yani faiz yasaktır. Yıkıcı rekabete, tekelleşmeye izin verilmez. Ortaklaşa üretim ve paylaşım düzeni esastır. Böylesi bir esnaf ve ticaret anlayışı Karmatîlerin Daru’l-Hicre’sinde vardı. Osmanlı’nın ilk yıllarındaki Ahîlik ve sonraki yıllarda gelişen “Mirî” (kamu) toprak düzeni anlayışı da buradan gelmektedir.
Ayrıca hareketin ilk kurucusu Hamdan Karmat’ın kayınbiraderi Abdan’a ait olduğunu belirttiği dört eserden bahsedilir: Kitâbu’l-Hudûd, Kitâbu’l-Melâhim, Kitâbu’l-Mizân, Kitâbu’l-Makâsıd. Abdullah el-Mağribi ise Karmatîlerin hukuk normlarını oluşturan kişi olarak bilinir. 50 eseri olduğu belirtilir. Bu eserlerden 20 kadarı günümüze ulaşmıştır. En önemle eseri “Deâimu’l-İslâm fi Zikri’l-Helâl ve’l-Haram” Karmatî fıkhının en büyük eseri olarak kabul edilir. Arapça basımı mevcuttur.
Ünlü Alevi bilgesi Hallâc-ı Mansûr da Karmatî olduğu suçlaması ile sekiz yıl hapiste tutulduktan sonra asılmıştır. Hallâc-ı Mansûr’un da Karmatî fikirleri doğrultusunda ihtiyaçtan fazla mal biriktirmeyi haram saydığı, devrin mülk sahiplerine isyan ettiği bilinmektedir. Hallâc’ın idam edilmesinin sebebi yalnızca dinsel değil; ekonomik ve politikti de. “Lehu’l-mülk” yani “Mülk Allah’ındır”[10] diye haykırması, kavmin iktidar ve zenginlikten şımarmış ileri gelenlerine olan isyanının ifadesiydi. Bu fikirlerin toplumda yayılması çok tehlikeli görülüyordu. O devirde bu fikirlerin savunulduğu ana muhalif akım Karmatîler olduğu için, Hallâc-ı Mansûr onlara destek vermişti.[11]
Karmatîler, İslâm dininin getirdiği ibadet kurallarının, insanları mutlu etmeye yetmediğine inanıyorlardı. Kudüs’ü Kıble olarak kullanıyorlardı. Güneş batarken iki, doğarken de iki rekât namaz kılmak yeterliydi. Hz. Muhammed’i, Hz. Ali’yi seven bir kimsenin namazı kılınmış, zekâtı verilmiş demekti. Karmatîlik’te din anlayışı Kur’an’ın yorumundan kaynaklanırdı. Bu yorum da sözcüklerin gizli anlamlarını açıklamaya, görünüşle yetinmemeye dayanırdı. İnsan, şeriatın koyduğu kurallara uymakla Müslüman olamayacağı gibi, iyi ve mutlu da olamazdı, içi arınamazdı. Bu kurumun kimi yorumcularına göre yılda bir namaz kılmak da yeterliydi. Mihrican ve Nevruz günlerinde olmak üzere yılda iki gün oruç tutarlardı. Şarap içmek, oynamak, çalgı çalmak yasaklanmamalıydı. Zekâtın gelirin kırkta biri olması şartı Kur’an’da yoktu; zekâtın asıl amacı, zengin-yoksul ayırımını ortadan kaldırılması, mülkiyet ilişkilerine sosyal adalet, eşitlik, hakça paylaşım getirmekti. Kadın erkek eşitliği gerekliydi. Bütün malların ortaklaşa kullanılması, kadınların kendi tercihlerine göre davranmaları, erkeğin egemenliği altına girmemeleri görüşü geçerliydi. Karmatîler yalnız Irak ve Arabistan’da değil, İran’da ve Türkler arasında da büyük kalabalıklar oluşturmuşlar, genellikle varlıklı çevrelere karşı ayaklanmışlardır. Bu ayaklanmalar sonunda varlıklıların malları yağmalanmış, yakılıp yıkılmıştır. Karmatîlerin en ünlü eylemleri Mekke’yi işgal edip Hacer-ül-esved’i kaçırmalarıdır. Ancak yirmi yıl kadar sonra Fatımî hükümdarı el-Mansûr’un isteği üzerine taşı tekrar eski yerine koymuşlardır.
XIII. yüzyıl başlarında, Horasan’dan Anadolu’ya gelen, Amasya yakınlarında yerleşen Baba İlyas, kısa bir süre içinde çevresinde toplananların ve Horasan’dan kendisiyle birlikte gelenlerin çalışmalarıyla güçlü bir tarikat kurdu. Baba İlyas Selçukluların sarsıntılı dönemlerinde ortaya çıktı. Sultan Alaeddin Keykubat, bilgisinin derinliği, konuşmasının güzelliği ve etkisi nedeniyle Baba İlyas’a karşı büyük bir ilgi duydu, onu Kayseri kadılığından alıp Amasya’nın Mes’udiye Tekkesi Şeyhliği’ne atadı. Baba İlyas, Baba Resûl adıyla da bilinen bir Alevi mürşidiydi. Amasya’da yeni görevine başlar başlamaz çevresini genişletmeye ve düşüncelerini yaymaya koyuldu. Tarihte Babaîlik diye anılan kurum böylece oluştu. Baba İlyas’ın çevresinde toplananlardan Baba İshak da Horasan’dan gelip Anadolu’ya yerleşmiş olan bir Türk’tü. Selçukluların güçsüz döneminde yönetimi sarsan, binlerce kişinin kılıçtan geçirilmesine yol açan, tarihte Babaî ayaklanması diye bilinen ayaklanmayı başlattı. Baba İlyas’ın ve Baba İshak’ın çevresinde toplananlar genellikle köylerde, yoksul, topraksız, başkalarının tarlalarında, işlerinde çalışarak geçimini sağlayan, çoğunlukla da Alevi olan kimselerdi. Ayaklanmalar, yeni bir devlet kurma amacı gütmüyordu, inançlarını yaymayı da amaç edinmiyordu; daha çok geçim sıkıntısından doğmuştu. Genellikle Türkçe konuşan, padişahların aşırı tüketimine, Anadolu’da, Arap ve Fars dillerinin Türkçeden üstün tutulmasına, saray çevresinin yaşayışına, toprakların belli kimselerin ellerinde bulunmasına karşı çıkan Babaîler, Anadolu’da yoksul Hıristiyan toplulukların da ilgisini çekmiştir. Kimi Hıristiyanlar din değiştirerek aralarına katılmışlardır. Toplumun, yaşayış biçimindeki dengesizlikten ortaya çıkan Babaîlik, Bektâşilik’in de gelişip yayılmasında çok etkili olmuştur.
Sömürü sisteminden çıkar uman, bu amaçla emperyalist güçlerle iş birliği yapmaktan çekinmeyen dinci, şeriatçı yazarlar, tarihteki bu tür ortaklaşmacı yapılanmaları İslâm’ın dışında sayma konusunda ısrarcıdırlar. Onlara göre bu tür toplumlar İslâm’a ve hatta dine karşıdırlar, yoldan çıkmış, sapkındırlar. Bu görüşü savunanlar, tezlerini Sünnî İslâm’ın temsilcisi İmam Gazâlî’ye ve bir kısım ulemanın görüşlerine dayandırırlar. Özellikle Alevîlere karşı körüklenen düşmanlığın temelinde de bu görüş vardır.
Gazâlî (1058-1111), İslâm Aristotelesçileri olarak bilinen Fârâbî ve İbni Sînâ tarafından da savunulan türüm (sudûr) öğretisine yirmiye yakın noktada karşı çıkar ve bu öğretiyi kâfirlikle suçlar.
Türüm öğretisi, M.S. 205 ile 270 yılları arasında yaşayan ve Yeni Platonculuğun kurucusu olarak kabul edilen Platinos’un “Dokuzluklar” başlıklı yapıtında, çok büyük ölçüde Platon, Pythagorasçılar ve İskenderiyeli Philon’un gizemci öğretilerine, özellikle de Platon’un “Timaios” diyalogunda ortaya koyduğu “tümtanrıcı (Panteist) metafizik”e dayanarak oluşturduğu yarı felsefi, yarı dinsel öğretidir. Kaçınılmaz bir biçimde var olan her şeyin biricik aşkınsal gerçeklikten çıktığı, çokluğun “Bir”likten türediği inancıdır.[12]
Gazâlî, bu filozoflara getirdiği eleştirilerinde kuramsal aklın yetersizliğini ortaya koyduğu gerekçesiyle, akla dayanan felsefi bilginin de kesin bilgiyi temin edemeyeceğini söyleyerek felsefeye cephe almıştır. Böylece Gazâlî, filozofların kurmak için büyük çaba harcadıkları felsefe ile din ilişkisinin kopmasında çok önemli bir rol oynamıştır. Gazâlî’den sonra İslâm dünyasında ibadete dayalı çileci kanat ağır basmış, felsefi yanı eski konumunu kaybetmiş, hatta felsefi düşünce “küfür” sayılmıştır. Günümüzde emperyalizmin ve işbirlikçilerinin dayattığı, İslâm’ı başörtüsüne, içki yasağına ve günde beş vakit namaz kılmaya indirgeyen siyaset de temelini bu görüşe dayandırır.
Materyalist ve ateist olmayı sosyalist olmanın şartı sayan, dindarlıkla dinciliği bir gören bazı solcular da Marx’tan önceki bu sosyalist birikimin dinle olan ilişkisini görmezden gelme alışkanlığındadırlar. Bunlardan kimilerine göre, özellikle Alevîlik içinde ortaya çıkan ortaklaşmacı akımlar yalnızca sınıfsaldırlar; gerçekte materyalist veya ateist bir öz içerirler. Gerektiğinde inançları uğruna diri diri derilerinin yüzülmesini bile göze almış olan bu insanlar, onlara göre bir tür “takiyye” yapmışlardır.
- yüzyıldan başlayan Türk akınları Doğu’dan, Mazdekîlik’in ve devamı olan görüşlerin ortaya çıktığı yerden, İran’dan gelmişlerdir. Buna bir de Güney’den gelenler katılınca, Anadolu’da ortakçı toplum anlayışının çok önceden yeşermeye başladığı, bunu sağlayan inanç olanaklarının bulunduğu anlaşılır. Musevilik ve Hıristiyanlık da Anadolu’da çok önceleri etkisini göstermiş, yeryüzü varlıklarından ortaklaşa yararlanma inancını yayan kuruluşların tutunmasına olanak sağlamıştır. Görüldüğü üzere Anadolu insanı ister Musevi, ister Hıristiyan, ister Müslüman olsun, edindiği inanç ürünleriyle böyle bir yaşama görüşüne, yeryüzü varlıklarından ortaklaşa yararlanma düşüncesine pek yabancı değildi. Tüm bu tektanrıcı dinlerde, “yeryüzü Tanrı’nındır, Tanrı’ya ait olan bir şey kimsenin olamaz; Tanrı’ya inananlar ondan eşit olarak yararlanabilirler” inancı tohum olarak vardı. Müslümanlığın kutsal kitabı Kur’an’da bunu ifade eden ayetler vardır:
“Göklerde ve yerde olanlar Allah’ındır.” (Bakara Suresi. 284.)[13]
“Göklerde, yerde, onların arasında, toprağın bağrında ne varsa O’nundur.” (Tâhâ Suresi. 6.)[14]
Tâhâ Suresinde mülke ve saltanata yöneltenin şeytan olduğuna vurgu yapılır: “Derken şeytan ona şöyle diyerek vesvese verdi: ‘Ey Âdem! Sana, sonsuzluk ağacıyla eskimez-çökmez mülk ve saltanatı göstereyim mi?’” (Taha Suresi. 120.)[15]
“Gökler ve yer, içindekileriyle birlikte bütünüyle Tanrıya aittir” (Necm Suresi. 31.) ayeti insan topluluğunun tüm nimetlerde eşit olduğunu beyan eder. Zira Tanrıya ait olmak kimseye ait olmamaktır.[16]
“Ve sana neyi infak edeceklerini (vereceklerini, paylaşacaklarını) soruyorlar. De ki: ‘Helal kazancınızın size ve bakmakla yükümlü olduklarınıza yeterli olanından artanını verin.’” (Bakara Suresi. 219.)[17]
“Aşağı yuvarlandığında malı onu kurtarmayacaktır.” (Leyl Suresi. 11.)[18]
“Ey iman sahipleri! Hahamlardan ve rahiplerden birçoğu halkın mallarını uydurma yollarla tıka basa yerler ve Allah’ın yolundan geri çevirirler. Altını ve gümüşü depolayıp da onları Allah yolunda harcamayanlara korkunç bir azabı muştula.” (Tevbe Suresi. 34.)[19]
Servet, İslâm’da kazanılmış ve meşru bir haktır. İslâmiyet onu “helal” ve “rızk” olarak benimsediğinden düşmanlara karşı savunur. Ancak onun dini kurallarına, “kerim ahlaka” ters düşmemesi, rüşvet, nüfuz, insanları kandırmaya, hırsızlığa, tahakküme, milletin zararına, mal karaborsacılığına yol açmaması şarttır.[20]
Aynı zamanda bir Müslüman ve Marksist olan Fransız düşünürü Roger Garaudy’nin belirlemesine göre Kur’an, şu insan özelliklerini kesin bir biçimde lanetler:
“mal toplayıp onu sayanı” (Hümeze Suresi. 2.)
“cimri olup da, kendi kendini yeterli göreni” (Leyl Suresi. 8.)
“toplayıp da onu saklayanı” (Meariç Suresi. 18.)
“malı taparcasına sevenleri” (Hicr Suresi. 20.)[21]
Garaudy’ye göre kapitalist toplum materyalisttir ve Allahsızdır. Kapitalist toplumda, idealist bir yalanla saklanmış, fiilen var olan bir materyalizm hüküm sürmektedir.
Feodalizm ve kapitalizm, doğduğu her toplumda, ya var olan dini kendine göre çarpıtmış ya da kendisi bir din kimliği kazanmıştır.
Örneğin faiz, Kur’an’da defalarca günah sayılmış ve kesinlikle yasaklanmıştır. Oysa faiz, kapitalist düzendeki sömürü ve haksız kazanç türlerinden yalnızca bir tanesidir. Kapitalist düzende faizi ortadan kaldırmak mümkün değildir. Kapitalizmle göbek bağı olan ve Müslüman görünmekle çıkar sağlayanlar, faizi sürdürmek için ona “Kâr payı” gibi isimler vererek “takiyye” yapmaktadırlar. Dinci sermayenin bankaları “faiz” vermezler, “kâr payı” verirler. Şeriat kurallarıyla yönetilen toplumlarda da faiz, “kâr ortaklığı” ve benzeri isimlerle varlığını sürdürmektedir.
Turgut Özal’ın, fiyatlara narh[22] koyulması yolundaki önerilere karşı çıkarken, “Fiyatların takdiri bizim elimizde değil, Allah’ın takdirindedir” dediğini de bu arada hatırlayalım.
Şimdi de Kur’an çevirilerindeki çarpıtmalara ilişkin bir örnek görelim:
İslâmiyet’ten önceki “Cahiliye” denilen dönemde, kız çocukları, erkek çocuklarla aynı haklara sahip değillerdi; o kadar ki, diri diri toprağa gömülmelerine bile izin verilirdi. İslâmiyet buna karşı çıktı. Kız çocuklarının öldürülmesine karşı ifadeler, Tekvir Sûresi’nin 8. ve 9. âyetlerinde yer alır. Kur’an’ın 1932 yılında, yani Atatürk’ün sağlığında, İzmirli İbrahim Hakkı tarafından yapılan çevirisine göre bu ayetlerde, Kıyamet gününde diri diri gömülen kız hakkında, “hangi suçundan dolayı öldürülmüş” diye sorulacağı anlatılmaktadır. Aynı âyet, ilk baskısı 12 Mart döneminde 1973 yılında, 8. Baskısı ise 12 Eylül döneminde 1983’te yapılmış olan Diyanet İşleri’nin çevirisinde bambaşka bir anlama gelecek şekilde ifade edilmiştir: “Kız çocuğun hangi suçtan ötürü öldürüldüğü kendisine sorulduğu zaman.” Birinci çeviride öldürenlerden hesap sorulurken, ikincisinde öldürülenden hesap sorulmaktadır.[23]
Bazı Kur’an çevirilerinde, Kur’an’ın sola karşı olduğunu gösterme çabası doğrultusunda da tahrifatlar yapılmıştır.
Kur’an’da birçok ayette Levh-i Mahfuz’dan başka, doğrudan ya da dolaylı olarak “amel defteri”nden de söz edilir. Amel defteri de Levh-i Mahfuz gibi, insanın iyi ya da kötü, yaptığı her şeyin en ince ayrıntılarına kadar kaydedilip korunduğu Tanrısal belleği ifade etmek için kullanılan bir simgedir. Bütün amelleri eksiksiz kaydeden bir tür “evrensel bilgisayar” olarak tanımlanabilir. Hayat, bir anlamda amellerimizin toplamıdır. Öldükten sonra insanların günahları ve sevapları tartılırken bu deftere başvurulacaktır. Eski çevirilerde, bunun çoğulu olan “âmal defteri” (Defter-i âmal) deyimi kullanılmıştır.
Kur’an dilinde amel, iş ve değer üretmek, eylem, faaliyet, hareket anlamlarındadır. Amel sözlük anlamıyla, niyetli davranış, iş, eylem demektir. Kur’an’da, amele yakın bir anlamda “fiil” sözcüğü de geçer. Ancak, her amel fiil olduğu halde, her fiil amel değildir. Sadece kasıt ve niyete bağlı olan fiiller amel adını alır. Bu yüzdendir ki, hayvana nispet edilen fiillerin hiçbirine amel denemez. İyi veya kötü, sadece insanın maksatlı fiilleri ameldir.[24]
Sümerliler, dünyadaki bütün olayların ve Tanrıların isteklerinin gökte yıldızlarda yazılı olduğuna inanırlardı. Aynı inanış, Kur’an’da “Levh-i Mahfuz” olarak sürmektedir.
Neml Suresi, Ayet 75:
“Gökte ve yerde göze görünmeyen hiçbir şey yoktur ki, apaçık bir kitapta da (Levh-i Mahfuz) bulunmasın.”[25]
Kur’an’ın İzmirli İsmail Hakkı tarafından yapılan çevirisinde Vakıa Sûresi’nin 1-9. Âyetlerinde şöyle bir anlatım yer almıştır:
“Kıyamet hadisesi vaki olunca (…) İşte o gün siz üç sınıfa ayrılacaksınız, biri uğurlulardır. Uğurlular ne iyi haldedir! Diğeri uğursuzlardır. Uğursuzlar ne kötü haldedir! (…)”[26]
İsmail Hakkı, ayrıca dipnotlar koymuştur. Bu dipnotlardaki açıklamalara göre, “uğurlular”, “defter-i âmalları sağ ellerine verilenler”, “uğursuzlar” ise “defter-i âmalları sol ellerine verilenler”dir.
Diyanet İşleri’nin çevirinde aynı âyetlerden bu konuyla ilgili olanlar, şöyle çevrilmiştir:
“İyi işler işlediklerini belirtmek için, amel defterleri sağdan verilenler; ne mutlu o sağcılara! Kötülük işlediklerini belirtmek üzere, amel defterleri soldan verilenler; ne yazık o solculara!”[27]
İngiltere’de kapitalizmin doğuşuyla birlikte, Hıristiyanlığın “Püritanist” yorumu yaygın bir biçimde kabul görmeye başlamıştı. Püritanist inanca göre yoksulluk, bazı insanlara günahlarının karşılığı olarak verilmiş bir cezaydı. Zenginlik ise işlediği sevaplardan dolayı Tanrı’nın “sevdiği kullarına” verdiği bir ödüldü. Buna rağmen bazı insanlar iyi ve çalışkan olmalarına rağmen yoksul düşmüşlerse, ödüllerini öbür dünyada fazlasıyla alacaklardı. Turgut Özal’ın da “Tanrı zenginleri sever” sözünü bu arada hatırlayalım. Bunu Müslümanlıkla da Hıristiyanlıkla da bağdaştırmak mümkün değildir.
Kur’an’a göre, insanların zengin ya da fakir olmaları Allah’ın takdirine bağlı bir olaydır; Allah, istediğine az, istediğine çok verir. Bu, birçok ayette açıkça ifade edilmiştir. Ancak ayetleri dikkatle okuduğumuzda, zenginliğin ve fakirliğin, ödül ya da ceza olarak değil, insanları sınamak için verilmiş olduğu anlaşılır.
Ra’d Suresi, 26. Ayet: “Allah dilediği kimse için rızkı alabildiğine açar da sınırlayıp kısar da. İğreti dünya hayatıyla sevinip şımardılar. Oysaki dünya hayatı, ahrete oranla sadece küçük bir nimetlenme.”[28]
Nahl Suresi, 71. Ayet: “Allah, rızıkta kiminizi kiminize üstün kılmıştır. Fazla verilenler, rızıklarını ellerinin altındakilere aktarıp da hepsi onda eşit hale gelmiyor. Allah’ın nimetini mi inkâr ediyor bunlar?”[29]
Rûm Suresi, 37 ve 38. Ayetler: “Görmediler mi Allah, dilediğine rızkı genişçe veriyor, dilediğine kısıyor. İnanan bir topluluk için bunda elbette nimetler vardır. O halde, akrabaya hakkını ver. Yoksula, yolda kalmışa da. Allah’ın yüzünü isteyenler için bu daha hayırlıdır. İşte böyleleridir, kurtuluşa erenler.”[30]
Sebe’ Suresi, 36 ve 37. Ayetler: “De ki: ‘Rabbim dilediğine rızkı genişletip açar, dilediğine ölçülü verir/kısar. Fakat insanların çoğu bilmiyor.’ Sizi bize yaklaştırıp, katımızda size yakınlık sağlayacak olan ne mallarınızdır ne de çocuklarınız. İman edip barışa yönelik iş yapanlar müstesna. Onlara, yaptıklarının kat kat fazlası ödül vardır. Onlar, seçkin odalarda güven içindedirler.”[31]
En’am Suresi, 165. Ayet: “Sizi yeryüzünde halifeler yapan O’dur. Verdiği nimetlerle SİZİ DENEMEK İÇİN kiminizi kiminiz üzerine derecelerle yükseltmiştir. Rabbin ceza verdiğinde çok süratli verir. Ama O, gerçekten çok affedici, çok merhametlidir.”[32]
Padişah II. Murat, “Nasihat-ı Sultan Murad” adlı eserinde yönetimi altındaki halkı adalet ve şefkatle yönetilmesi gereken, Tanrı’nın bir emaneti olarak kabul eder ama şöyle görür:
“Tanrı kullarını iki bölük eylemiştir: Nafaka verici ve nafaka alıcı. Bir zengin, bir yoksul; bir bey, bir kul. Beyin beyliği kul ile, zenginin zenginliği yoksul iledir. İnsanlar bunu bilmeli, Tanrı’nın buyruğuna uymalı, verdiği rızk için şükretmelidir.”[33]
Yine II. Murat’ın emriyle Mercimek Ahmet’e yeniden çevirtilen ve Osmanlı’da önemli bir eğitim kitabı olan Keykavus’un seyahatnamesi “Kâbusname”de halka önerilen şudur:
“İnsan elindeki ile yetinmelidir. Açgözlülük kulu yok eder. Kısmet ne ise ona razı olmak, Tanrı’nın kaderlediğine şükretmek gerekir. Zira rızık Tanrı tarafından bölüştürülmüştür. İnsana ancak ezelde kısmet olarak ayrılan erişir.”[34]
Kur’an, köleliği de ortadan kaldırmaz. Kur’an’a göre köle sahipliği yasal, dokunulmaz bir haktır. Ancak kölelerin azad edilmesini hayır/sevap kabul ederek teşvik eder. Zekât karşılığı olarak ve günah affettirmek için de köle azad etmeyi önerir.
Başka inançlara sahip olan halkların topraklarının fethi ve talan edilmesi dinin gereği olarak görülür. Ancak elde edilen ganimetin paylaşılması kurallara bağlanmıştır. Buna göre bir muharebeden ele geçirilen ganimetlerin 4/5’i savaşan ordu mensuplarına, 1/5’i devlete verilecektir. Savaşsız kazanılan ganimetin ise tamamı devlet hazinesine gider ve devlet reisinin emrine tâbi olur.
Kabileler şeklinde örgütlenmiş olan Arap toplumunda, kabilelerin birbirlerine saldırarak sürdürdükleri talan geleneği, toplumsal yapıyı istikrarsız ve güçsüz bırakıyordu. İslâmiyet’le birlikte bu yıkıcı gelenek, “Allah’ın dinini yaymak” gibi dinsel gerekçelerle dışa, Müslüman olmayan halklara yöneltildi. Bu durum, birbirleriyle savaşmakta olan Arap kabilelerinin birleşmelerine, kabile toplumundan devlete yükselmelerine yardımcı oldu. Diğer halkların birikimleri Araplara akıtılarak, devlet hızla zenginleşti.
Kısacası İslâmiyet, kabilelerden oluşmuş bir toplumdan, merkezi bir devlet düzenine geçiş aşamasında, mevcut sosyo-ekonomik yapıyı temel çıkar dengelerini bozmadan yeniden organize etmeyi amaçlıyordu; tektanrıcılık da bunu sağlayacak olan ideolojik kurumdu. İslâm hukukunun yapısını da kabileler üstü bir otorite inşa etmek, yani devletleşme sürecindeki siyasal gelişmeler belirleyecekti. Köle emeği, talan ve ticaretle zenginleşmiş bir sınıfın egemen olduğu, köleci-sınıflı bir toplumda ortaya çıkmış olan İslâmiyet, bu üç bileşene karşı çıkmadı; ancak Tanrı’nın nezdinde meşru kabul ederek hukuksal bir çerçeveye oturttu.
Bu açıdan bakıldığında, İslâm’daki “zalim” ve “mazlum” kavramlarına da sınıfsal ve devrimci bir anlam yüklemek yanlış olacaktır. Köleci-sınıflı bir yapının ortadan kaldırılmadığı, hatta Tanrı nezdinde meşru kabul edildiği bir hukuk sisteminde, “zalim” kavramının köle sahipliğini, “mazlum” kavramının da köleliği içeremeyeceği açıktır. Örneğin aldığı borcu ödemeyen, haksız kazanç elde etmek için hileye veya zorbalığa başvuran, başka bir kabilenin veya ticaret kervanının mallarına el koyan “zalim”, bunlardan dolayı hak ihlaline uğrayan, mağdur olan taraf ise “mazlum”dur.
İncil, “Zenginlerin Allah’ın melekûtuna girmesi, bir devenin iğne deliğinden girmesinden daha zordur” der. İsa, “Hem Tanrı’ya hem de servete hizmet etmek imkânsızdır” demişti. Çömezleri de Tanrı’ya hizmet için servete yüz çevirmişlerdi. İlk Hıristiyan toplulukları ortaklaşmacı bir yaşam sürüyorlardı; “yüreklerine Tanrı inancını koymuş olanlar” birlikte yaşıyorlar ve her şeylerini aralarında bölüşüyorlardı. Kendilerine ait olan mallarını satıyorlar, kazancı ise ihtiyaçlarına göre paylaşıyorlardı. Her şey herkesindi, zenginliği sevmek ve servete bağlanmak çok ayıp bir şey olarak görülüyordu.
Hıristiyanlık III. Yüzyıldan itibaren varlıklı sınıflar arasında kendine yer bulmaya ve yerleşmeye başlar. Gerçek sınıf zeminine oturduktan itibaren de zenginliği ve özel mülkiyeti haklı gösterme ve kutsama görevine soyunur. Egemen sınıf ideolojisi haline gelen kurumsal Hıristiyanlık, sınıfsal farklılıkların temsil edildikleri mezheplerle de bu dönemden itibaren ayrışır.[35]
En eski Hıristiyan görüş ve gelenekleri, Mısır ve Kuzey Afrika Hıristiyan topluluklarında uzun zaman yaşamışlardır. O çağda İskenderiye, Hıristiyan bilim dünyasının başlıca merkeziydi. En büyük Kilise Babaları Kartaca ve İskenderiye’den çıkmışlardır. Hıristiyanlığı bir felsefe akımı olarak gören ve “en yüksek bilgi”nin erişilebilir olduğunu savunan “gnostisizm”[36] de, anlaşılan buralarda ortaya çıkmıştı. M.S. II. Yüzyılda Ortodoks Hıristiyanlığa rakip olarak ortaya çıkan bu akımın, Yahudilikle ve Mani dini gibi Eski İran dinleriyle yakın bağları vardı; Hıristiyanlığın Grek, Mısır ve Pers metafiziğiyle yeniden yorumlanmasıydı. İçrekçiliğiyle Ortodoks Hıristiyanlığın öfkesini üzerine çekmiş olmasına karşın, varlığını Orta Çağ boyunca bir şekilde sürdürmüştü. İznik sonrası Kilise Babaları tarafından sapkın olarak damgalanan Gnostikler ve öğretileri hakkında günümüze gelen bilgiler, onlara karşı yöneltilen suçlamalardan, özellikle Aziz Irenaeus’un yazılarından derlenmiştir. Gnostisizm, Hıristiyan inancının temeli sayılan birçok dogmayı kabul etmemekte, buna karşılık din adamlarının yeryüzünde her şeyden elini çekmiş olarak yaşamalarını doğru bulmakta ve zenginliği küçümsemekteydi.
Carpocratesçi Komünist Topluluğuna adını vermiş olan Carpocrates ve oğlu Epiphanes, İskenderiye’de yaşamış olan çok bilgili kimselerdi. Bunların kurdukları din topluluğu sözün tam anlamıyla komünistti.
İskenderiye’de yetişmiş olan büyük Kilise babalarından Clement, Carpocratesçilerin Komünist anlayışlarını şöyle aktarıyor:
“Tanrı’nın adaleti en başta ortaklık ve eşitliğe dayanır. Evrende her şey ortaktır. Gök, yeryüzünün her yanına uzanır, yeri eşit bir biçimde, büsbütün örter. Işık, herkesin üstüne eşit olarak düşer. Doğa, ürünlerini bütün canlılara eşit olarak verir. Hayvanlar, yasaları olmadan yaşarlar ve hiçbir şeye bağlı olmaksızın çiftleşirler. Tanrı her şeyi herkese vermiştir. İnsanlar arasında ayrımlar, eşitsizlikler kötü meleklerin yeryüzüne düşmesinden sonra ortaya çıkmıştır. Ortak mülkiyet yerini özel mülkiyete ve onun düzenini koruyan yasalara bundan sonra bıraktı. Cinsel ilişkiler de bağımsızdı. Cinsel hayatın düzen altına alınması, eşini aldatmanın suç sayılması daha sonra oldu. Paulus bile şöyle söylemiştir: ‘Günahın ne olduğunu bana yasalar öğretti.’ Onun bu sözünü Carpocratesçiler şöyle yorumlarlar: Toplumun birbirine karşı topluluklara bölünmesi özel mülkiyete karşı bütün davranışları suç sayan yasaları ortaya çıkardı. İsa, yeryüzüne düşen meleklerin neden oldukları kötülükleri ortadan kaldırmak için yere indi. Tanrı’nın bütün evrene vermiş olduğu ortaklaşalık anlayışını getirerek diğer yasaları yararsız kıldı. Carpocratesçiler de yaptıkları bu teoriden ayrılmayarak cinsel ilişkilerine varıncaya kadar tam bir ortak düzen içinde yaşıyorlardı. Onların bu anlayışı Roma’da da yayılmıştı.”[37]
İsa’nın ölümünden sonraki üç yüzyıl boyunca, Hıristiyan topluluklarda komünizm düşüncesi çok güçlüydü. Bu topluluklar Roma yasalarına ve kurumlarına sessizce uyuyorlar, ama bu yasaların ve kurumların doğru olduklarını da düşünmüyorlardı. Kilise babaları ise hiç değilse teorik olarak komünist öğretiye bağlıydılar. Konstantinopolis (İstanbul) Patriği Chrysostomos, “dürüst bir biçimde zengin olmanın yolu yoktur” diyordu ve insanların gerçekten isterlerse komünizmin ne zaman olursa olsun kurulacağına inanıyordu. İskenderiyeli Clement ise şöyle yazıyordu:
“Her şey ortaktır. Hiçbir şey yalnız zenginlerin edinmesi için değildir. Onun için de ‘bende her şey bol bol var, neden yararlanmayayım’ düşüncesi ne insanlara ne de topluma uygundur. Tanrı bize, yeryüzündeki her şeyden yararlanma özgürlüğü vermiş. Ama bunun yanı sıra, ihtiyacımız kadar yararlanmamız gerektiğini ve bunun hepimizin ortak hakkı olduğunu da buyurmuş.”[38]
Aziz Cyprianus, Kudüs’ün Hıristiyan topluluğunu hayranlıkla anlatır:
“Tanrı’dan gelen her şeyden topluca yararlanıyoruz. Tanrı’nın verdiklerinden kimse yoksun kalmıyor… Gelirini kardeşleriyle paylaşan kimse, Tanrı’yı örnek alıyor demektir.” Sonra da böyle davranmayanlara şaştığını belirtir: “Yeryüzünün mallarıyla böylesine ilgilenerek kendilerini küçük düşürenler nasıl olur da cennete gideceklerini düşünebilirler? Paralarına sahip olduklarını sanıyorlar. Gerçekte ise paraları onlara sahip olmuştur. Paralarının sahibi değil, kölesidirler.”[39]
Aziz Ambrosius, özel mülkiyeti bir günah çocuğu sayıyordu:
“Doğa her şeyi herkese ortak olarak verir. Tanrı yeryüzünün ürünlerini insanların topluca yararlanmaları ve onların ortak mülkiyetinde kalması için yaratmıştır. Dolayısıyla, komünizmi yaratmış olan doğadır. Özel mülkiyeti de zorlamalar yaratmıştır.”
Aziz Ambrosius’un yolundan yürüyen Aziz Augustinus da komünizmden yanadır:
“Özel mülkiyet, uyuşmazlıklara, savaşlara, ayaklanmalara, cinayetlere ve büyüklü küçüklü günahlara yol açar. O halde, ne çeşidi olursa olsun mülkiyetten vazgeçemeyeceğimize göre, hiç değilse özel mülkiyetten vazgeçelim… Elimizde, fazla pek çok şey var. Tanrı’nın verdiğiyle yetinelim ve yalnız bize gerekeni alalım. Çünkü ‘gerekli olan’ Tanrı’nın, ‘gerekenden fazlası’ ise insanın açgözlülüğünün ürünüdür. Zenginliklerin, zenginlerin ihtiyacından arta kalanı, yoksullara gerekli olandır. Kendine gerekli olandan daha çoğuna sahip olan, başkasının malına el atmış demektir.”[40]
Aziz Ambrosius ve Aziz Augustinus bu düşüncelerini dile getirirlerken, Kuzey Afrika’daki tarım işçileri de büyük toprak sahipleriyle çatışmaktaydılar.
İsa zamanında, Yahudiler arasında mülkiyet konusunda düşünülenleri gösteren şu ilginç yargıya rastlanıyordu:
“Dört çeşit insan vardır. Birtakım insanlar ‘senin olan senin, benim olan benimdir’ derler. Bunu söyleyenler orta sınıftan olan ya da bazılarının dediği gibi, Sodom’dan olanlardır. Kimileri de ‘benim olan senin, senin olan da benimdir’ derler. Bunu söyleyenler halktan olanlardır. Bazıları da ‘benim olan senin, senin olan da yine senindir’ derler. Bunu söyleyenler ise dindarlardır. Bir de ‘senin olan benim, benim olan ise yine benimdir’ diyenler vardır ki, bunlar kötü yürekli kimselerdir.”[41]
İsa’dan iki yüzyıl sonra Filistin’de ortaya çıkan yaklaşık 4000 kişilik bir topluluk Essenliler olarak bilinir. “Doğrular” (Les Justes) adıyla da anılan bu topluluk, malların ortaklığını erdemli olmanın en belirgin simgesi olarak görüyordu. Essenliler, şehir hayatını çok başıbozuk ve dürüstlükten uzak buldukları için kasabalarda yaşıyorlardı. Bir kısmı tarımla, bir kısmı balıkçılıkla uğraşıyordu; ne altın ne de gümüş biriktiriyorlar, toprağa sahip olmaya karşı çıkıyorlar, yalnız geçimleri için gerekli olanla yetiniyorlardı. Bu toplulukta mızrak, kılıç, zırh, kalkan gibi savaş araçları yapan kimse yoktu. Yiyecekler ve konutlar ortaktı. Bütün kazançlar ortaya konur, topluluk adına bir arada saklanırdı. Topluluğa girenlerin bütün varlıklarını topluluğun yararına kullanmaları bir yasaydı.
Bazı yazarlar Essenliler’in öğretileriyle Yeni Pisagorculuk arasında çarpıcı bir benzerlik olduğunu söylemişlerdir. Yeni Pisagorculuk, eski pagan felsefeleri ile Yeni Platonculuk arasında bir köprüydü. Platon’dan ve Pisagor’dan alınmış düşüncelerle, bazı çileci uygulamaları içeriyordu; sayıların gizemine de önem veriyordu.
- yüzyılın ortalarına kadar Hıristiyan toplulukları, tam bir eşitlik içinde, demokratik bir hayat yaşıyorlardı. Malların ortaklaşa kullanılması, aralarında en küçük anlaşmazlığın bile çıkmasına yer bırakmıyordu. Hıristiyanlık, devlet örgütü içinde güçlendiği oranda değer kazandı ve etkin oldu. Din adamları sınıfı da giderek büyük bir güç haline geldi. Başlangıçta yoksullar için toplanmakta olan kilise varlıkları, zamanla, dörtte üçüne yakın bir bölümü din adamlarına ve dinsel törenlere harcanan, ancak dörtte biri yoksullara verilen bir kaynak durumunu aldı. Kilise büyükleri topraklar edinmeye de başladılar. O kadar ki, VII. Yüzyılın sonunda Galya topraklarının üçte biri Kilise’nin malı olmuştu. Ekonomik alanda görülen bu değişimin, fikir alanında da değişime yol açması kaçınılmazdı: Zenginliklere yüz çevirmenin yerini acıma aldı. Kilise ile yöneticiler arasındaki ilişkiler sonucunda Hıristiyanlık eski anlayışını yitirdi. Hıristiyanlığın ilk yıllarındaki komünist anlayış, yerini, özel mülkiyetin yasalarına uygun bir anlayışa bıraktı. Hıristiyanlığın ilk özüne bağlı kalmış olanlar, yaşadıkları zamandan hoşnut değillerdi ve Hıristiyanlığın ilk günlerindeki mutluluğu özlemle anıyorlardı. “İsa’ya dönelim. Yetinmesini bilelim ve malların ortaklaşalığına, İncil’in buyruklarına uygun yoksulluğa geri dönelim” diyorlardı. Keşişlik ve Rafızilik bunun sonucu olarak ortaya çıktı. Keşişler savaşmaktansa kendilerini Kilise’nin uzağında tutmayı tercih ettiler; manastırlarda kendilerine özgü yeni bir toplum düzeni kurarak yaşamlarını sürdürdüler. Rafıziler ise günümüzdeki sosyalistler gibi, önce toplumu dönüştürmeye, ardından da eski yönetim düzenini ortadan kaldırıp yeni bir düzen kurmaya çalışıyorlardı. XII. Yüzyılın sonunda Batı ve Orta Avrupa şehirleri, sayısız Rafızi tarikatlarıyla dolmuştu. Piphiller, Dokumacılar, Patarinolar, Lombardiya Yoksulları, Manici Paulusçular, Lyon Yoksulları, Valdocular, Albigenler[42], Bogomiller[43], Arnolcular bu tarikatlardandı. Genel olarak “Katharlar” adıyla anılan bu Rafızi tarikatları, İsa’nın çömezlerinin yoksulluk anlayışını, Hıristiyan hayatının ideali saymaktaydılar; Kilise’ye karşı bir tutum benimsemişlerdi ve ilkel Hıristiyanlık üzerine temellenen yeni bir hayatı kurmayı amaçlıyorlardı. Katharlar, güçlenmeye başladıkları günlerden itibaren Kilise’nin ve yöneticilerin amansız bir yok etme kampanyasıyla karşılaştılar. Binlercesi engizisyonun zindanlarında işkenceyle, binlercesi de odun yığınları üzerinde yakılarak can verdiler.[44]
Pavlikanlar (Ermenice Paflikyan) koşullara uyum gösterme yetenekleri sayesinde, gizli tarikat örgütlenmelerini yüzyıllar boyu yaşatabilmişlerdir.
Madde âleminin kötü tanrısıyla, görülmeyen, göksel dünyanın iyi tanrısı arasında kıyasıya bir savaşın sürdüğü inanışı başattır. Bu inanç, siyasal konumlarını da yansıtır; erk dünyevi olduğu için kötü tanrının yarattığıdır ve savaşılması gerekmektedir. Pavlikanlar bu temele dayanarak IX. Yüzyıldan itibaren Bizans devletine karşı silahlı ayaklanmalara girişmişlerdir.[45]
1381 yılında Rahip Dolcino’nun çevresine toplanan İngiliz köylüleri, İncil’deki gerçekler ve erdemler adına, var olan feodal toplumun sınıf yapılarını suçluyorlardı. İngiliz köylü ayaklanmalarının sözcüsü John Ball, konuşmalarında özgürlük, eşitlik, demokrasi ve komünizm konularını ele alıyordu. Ball, insanlığın ilkel çağlarına bakıyor, “Âdem çift sürüp Havva yün eğirdiği zaman kibarlar neredeydi acaba?” diye soruyordu. Ball’a göre başlangıçta bütün insanlar eşitti; efendi ile köle ilişkisi, Tanrı’nın isteğine aykırı olarak ahlaksız insanların başkalarını baskı altına almak istemelerinden doğmuştu.
Bu çağın Fransız tarihçilerin biri olan Froissard, İngiltere’de uzun süre yaşamış ve İngiliz hayatını yakından inceleme fırsatı bulmuştu. Bir eserinde, John Ball’un bir konuşmasını şöyle aktarmıştır:
“Dostlarım! İngiltere’de işler kötü gidiyor; servet ortaklaşalığı olmadıkça, efendiler ve toprak köleleri ortadan kalkmadıkça, insanlar arasında eşitlik kurulmadıkça da kötü gitmeye devam edecektir. Efendiler diye adlandırdıklarımız hangi hakla bizi egemenlikleri altında tutuyorlar? Bu hakkı elde etmek için ne yapmışlardır? Bize niçin baskı yapıyorlar? Hepimiz Adem ile Havva’dan geldiğimize göre, onlar bizden daha fazla hakları olduğunu nasıl ileri sürebilirler? Onların yiyip içtiklerini üreten biz değil miyiz? Onlar ipekli elbiseler, kürkler giyiyorlar, oysa bizim sırtımızda kaba urbalar var. Onlar bol bol şarap içip en güzel yemekleri yiyorlar, oysa biz kara ekmek yiyip su içiyoruz. Onlar saraylarda ve şatolarda oturuyorlar, biz rüzgâra ve soğuğa göğüs gerip kulübelerimizde ömür tüketiyoruz. Oysa içinde yaşadıkları lüksü bizim emeğimiz sayesinde elde ediyorlar. Bizi köleleri olarak kullanıyorlar ve emirlerine uymadığımız zaman cezalandırıyorlar.”[46]
XVI. yüzyılda Almanya’da baş gösteren köylü hareketleri, Thomas Müntzer’in çağrısı üzerine başlamıştır. Thomas Müntzer, yaklaşık 1488 ile 1525 yılları arasında yaşamış, reform devrinin erken dönem Alman ilahiyatçılarından biridir. Reformların siyasallaşmasına ilişkin eleştirileri ile Luther’e karşı çıkmıştır. Politik ve dinsel baskıya karşı Tanrı’nın saflarında yer aldığına inanan 8000 kadar köylü, 15 Mayıs 1525 tarihinde “Her şey ortaktır” (Omnia sunt communia) sloganıyla ayaklandı. Müntzer, Köylüler Savaşı adıyla bilinen bu köylü ayaklanması sırasında başkaldıran köylülerin lideri oldu. Frankenhausen Muharebesi‘nde, Müntzer ve çiftçileri yenilgiye uğradılar. O yakalandı, işkence gördü ve Roma Katolik Başrahibi tarafından boynu vuruldu. Başı ve gövdesi sergilendi.
Müntzer mal paylaşımının uygulandığı yeni bir eşitlikçi toplum anlayışı nedeniyle, erken dönem sınıf mücadelesinin sembolü olarak sosyalistler tarafından sonradan sahiplenildi. Müntzer’in hareketi ve köylülerin isyanı Friedrich Engels’in tarihsel materyalizmin klasik savunması olan “Almanya’da Köylü Savaşı” kitabının önemli başlığını oluşturdu. Engels Thomas Müntzer öncülüğündeki köylü ayaklanmasını “feodalizme karşı devrimci muhalefet” olarak görür; Müntzer’i, “köylülerin en iyi anlayacağı dili, yani İncil’in dilini” seçen, devrimci bir lider olarak tanımlar. Müntzer daha sonra, XX. yüzyılda Doğu Almanya Demokratik Cumhuriyeti’nin sembolik kahramanı oldu, 1975 tarihli beş marklık banknota resmi kondu. Frankenhausen savaş alanında Müentzer’in ana figür olduğu devasa bir anıt dikildi.
Karl Marx’ın “Din halkın afyonudur” tespitine katılmamak mümkün değil. Karl Marx, ciltler dolusu kitap yazmış, bu kitaplarda çok şeyler söylemiştir. Ama hiçbir sözü “din halkın afyonudur” sözü kadar duyulmamıştır. Üstelik sosyalizme karşı kullanılan hiçbir ideolojik silah bu ölçüde etkili olmamıştır. Sosyalizme karşı olanlar, en çok bu sözü kullanarak Marx’ı ve sosyalizmi düşman ilan ettiler. Marx’ın bu sözünü içeren cümleler şöyledir:
“Dinsel acı, gerçek acının ifadesidir ve aynı zamanda gerçek acıya karşı bir başkaldırıdır. Din, ezilen yaratığın iniltisi, ruhsuz koşulların ruhu olduğu gibi, kalpsiz bir dünyanın kalbidir. Halkın afyonudur.
Halkın yanılsamalı mutluluğu olarak dini ortadan kaldırmak, onun gerçek mutluluğunu istemektir. Mevcut durumla ilgili yanılsamalarından vazgeçmesini istemek, yanılsamalara gereksinimi olan bir durumdan vazgeçmesini istemektir. Dolayısıyla dinin eleştirisi, kalesi din olan bu gözyaşları vadisinin eleştirisinin ilk basamağıdır.”[47]
Açıktır ki Marx, dini baskı ve sefalete karşı zorunlu bir tepki olarak görmektedir. Din, kabul edilmesi olanaksız koşulların ve değiştirilmesi gereken bir dünyanın varlığının göstergesidir.
Marx, dinde, maddi bir bağımlılık halinin ifadesini görmekteydi. Hayat şartlarının düzelmesinin bağımlılık duygusunun kaybolmasıyla sonuçlanacağını ve dolayısıyla da maddi yokluklardan doğmuş hayali bir yapı olan dinin kaybolma noktasına varıp dayanacağını düşünüyordu.
Marx’dan yıllarca sonra psikanalizin kurucusu Sigmund Freud, dinsel temsillerin, libidonun içe itilmesiyle tabu hale getirilmiş törensel davranışlara dayandığını iddia eden psikanalitik teorisini geliştirmiştir. Aynı zamanda Tanrı’nın temsilleri ile baba motifi arasında büyük bir benzerlik keşfedilmiştir. Freudcu ekolden gelen Carl Gustav Jung, bu teoriyi genişletmiştir. Jung, birçok dinî temsilin, aslında, kişisel olmaktan çok kolektif bir bilinçaltıyla ilgili olduğuna dikkat çekmiştir. Jung’a göre, törenler ve doktrinler, kolektif bilinçaltının içeriğini yönlendirmekte ve onları insanın dünyadaki hayatı için verimli kılmaktadır.
Ayrıca Marx’ın bu sözü söylediği sıralarda dinsel yapının nasıl olduğuna da bakmamız, bu sözü içinde bulunulan koşullara göre değerlendirmemiz gerekir. XIX. yüzyılda Avrupa’da “kutsal ittifak” egemendi. Bu ittifak, Katolik Kilisesi ile çeşitli Avrupa ülkelerinin hükümdarları arasında kurulmuş bir ittifaktı; amacı ise halk kitleleri üzerindeki baskı ve sömürüyü sürdürmek, halkın özgürlük ve sosyal adalet taleplerini acımasızca bastırmaktı. Katolik Dini de halkın hükümdarlara ve Kilise’ye boyun eğmesi için gerekli öğretiyi benimsetme görevini üstlenmiş; bu ittifakın elinde etkin bir ideolojik baskı aracına dönüşmüştü. Katolik Kilisesi XIII. yüzyıldan itibaren, zenginlerle yoksullar arasındaki farkın Tanrı’nın buyruğu olduğu düşüncesini yayıyordu.
Engizisyon tarafından diri diri yakılarak öldürülen düşünür Giordano Bruno’nun (1548-1600) dinin siyasete alet edilmesi konusundaki şu sözü tarihe geçmiştir:
“Tanrı, iradesini hâkim kılmak için yeryüzündeki iyi insanları kullanır, yeryüzündeki kötü insanlar ise kendi iradelerini hâkim kılmak için Tanrı’yı kullanırlar.”[48]
Bruno’dan beş yüz yıl kadar önce yaşamış olan, tasavvuf tarihinin büyük isimlerinden Ebu Saîd İbn Ebil Hayr (Ölümü 1048), mabetlerin Allah’la aldatma aracı olduğunu, Allah’ın ve ibadetin mekâna hapsedilmesinin en büyük dinsizlik olduğunu savunuyor, “Havralar, kiliseler ve camiler yerle bir edilmedikçe Allah’ın dini yeryüzünde egemen olamaz”[49] diyordu.
Peter Abélard 1079 ile 1142 yılları arasında yaşamış bir Fransız filozofu ve teologudur. Onun çömezlerinden olan Brescialı Arnold, “toprak sahibi vaizlerin, tımar sahibi piskoposların, mülk sahibi keşişlerin dinsel kurtuluşa ulaşamayacakları”[50] doktrinini vaaz ediyordu. Arnold, İmparator Frederik Barbarossa’nın da yardımıyla yakalandı ve asıldı; cesedi yakılıp külleri Tiber Irmağı’na döküldü.
Bu konuya yukarıdaki bilgileri göz önüne alarak, şöyle bakmanın daha doğru olacağını düşünüyorum: Dinsel inançlar özel mülkiyetle ve sınıflı toplumla birlikte ortaya çıkmadı; dünyada henüz özel mülkiyet ve sömürü yokken, insanlar ihtiyaçlarını doğadan elde edip eşit olarak paylaşırlarken de dinsel inançlar vardı. Sınıflı toplumların ortaya çıkmasıyla birlikte onu afyon yapan egemen sınıflardır. Dinsel inançlara göre Tanrı hem yaratıcıdır, önü ve sonu yoktur, bu bakımdan “aşkın”dır; diğer taraftan tüm varlıkların özünde “Tanrısal Öz” olduğu için aynı zamanda “içkin”dir. Üretimin başlamasıyla üretim araçları ortaya çıktı. Üretim araçlarını ellerinde bulunduranlar yönetici oldular, Tanrı’nın aşkın olduğu görüşünü sahiplendiler. Tanrı’nın “aşkın” olduğu görüşünü savunanlara göre Tanrı her şeyden ayrıdır, her şeyi “yukarıdan” izler. İtaat etmeyeni ölünce cehenneme göndererek cezalandırır; düşünmeden, sorgulamadan, kayıtsız şartsız itaat edeni de hurilerle dolu olan cennete yerleştirerek ödüllendirir. Cennete gitmek için dinin emrettiği ibadetleri yapmak yeterlidir. Dünyadaki hayatta da en üst yönetici, Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi, yani Halifesidir. Dini insanları sömürmek için afyon olarak kullanan egemenler bu görüşe sarılmışlardır, çünkü tüm zenginlikleri ve yönetimi ellerinde bulunduranları haklı çıkarmanın, dokunulmaz kılmanın yolu budur. Bazı Hıristiyan azizlerinin sözleri de bunu doğrular niteliktedir. St. Jean’ın “Esir sahibine itaat etmekle Tanrı’ya itaat eder” sözü buna örnektir.
Ünlü fıkıhçı[51] Ebu Yusuf’un, Halife Harun Reşit’e yazmış olduğu risaledeki hadisleri de buna örnek olarak gösterebiliriz:
“Sultanın bir davranışını doğru bulmayan, ona sabırla katlansın (Buhari)”;
“Uzun süren zalimce bir yönetim, ona baş kaldırmaktan iyidir (Malik)”;
“Büyüklerinize baş eğiniz. Onlara baş eğmek, Tanrı’ya baş eğmektir (İbn-i Hacar)”;
“Tanrı’nın yeryüzündeki sultanına ihanet eden, Tanrı’ya ihanet eder (Tirmizi)”;
“Hükümdarları kötülemeyiniz. Çünkü onlar iyi davranırlarsa ödüllerini, kötü davranırlarsa cezalarını Tanrı katında alır. Onlar Tanrı’nın dayağı hak edenler için yarattığı değneklerdir. İnsanın sabrını denemek için ortaya konulmuş felakete karşı durmayın (El Fahri).”[52]
Buna karşın ezilen, sömürülen, hakları ellerinden alınmış, yoksulluk çeken topluluklar, Tanrı’nın “içkin” olduğu görüşüne sarıldılar ve “Mülk Allah’ındır; o halde hepimiz mülk üzerinde eşit hakka sahibiz” diyerek despot yönetimlere başkaldırdılar.
Dinler tarihinin incelenmesi göstermektedir ki -belki en ilkel olanlar hariç tutulursa- bütün dinlerin iki ayrı yönü vardır. Dinler, bir yandan, egemen sınıflara üstünlüklerini güçlendirmekte ve sürekli kılmakta yararlanacakları bir kurumsal yapı ve ideoloji sunmakta; diğer yandan, sömürülen ve ezilen sınıfların yorumlamalarının sonucunda, bir başkaldırı ve tepki unsuru haline gelebilmektedir.[53]
Araştırmacı yazar İhsan Eliaçık, Şeyh Bedreddin adlı kitabında Bedreddin hareketini temel alarak bu çatışmayı şöyle açıklıyor:
“Bunlar, literatürde heterodoks İslâm diye bilinen, benim Öteki İslâm Tarihi dediğim kapsama girmektedir. Bu, sarayların dışından akıp gelen bir İslâm anlayışıdır. Ezilen, horlanan, yok edilen İslâm anlayışıdır, dışlananlar, ötekileştirilenler, hakları yenilenler, sesleri duyurulmayanlardır. İnşallah bunları bulup ortaya çıkaracak ve göstereceğiz. Ve insanlar görecekler ki, özellikle İslâm tarihi olmak üzere, tarihte din ile dinsizliğin mücadelesi yok, dine karşı din vardır. Allah ile Allahsızlığın, inananlar ile inanmayanların mücadelesi değil, ‘Allah’ ile Allah’ın mücadelesi, yani bir Allah anlayışı ile öbür Allah anlayışının mücadelesi vardır. Bir zenginlerin Allah’ı var, bir de yoksulların Allah’ı var. Bir ezenlerin İslâm’ı var (veya dini), bir de ezilenlerin İslâm’ı (veya dini) var. Firavun’da da böyleydi, Babil’de de böyleydi, Asur’da da böyleydi. Adem’den beri, daima, birbirinden farklı iki Allah anlayışı, daima iki din yorumu olmuştur.
Şeyh Bedreddin’in ezilenlerin İslâm anlayışını savunduğunu görmeyip, ezenlerin İslâm’ına, sarayın Allah’ına karşı çıkmasını, doğrudan İslâm’a ve Allah’a karşı bir hareket olarak görmek, onu bir kez de zihinlerde çırılçıplak asmak anlamına gelir ve bu, Türkiye’de yapılmıştır. Şeyh Bedreddin’in Serez’de fiziken çırılçıplak asıldığı yetmiyormuş gibi, insanların zihinlerinde de çırılçıplak asılmıştır. Ne yapmak suretiyle? Onu din dışı göstermek suretiyle. (…) Klasik ateist ve sol ağızlardan Şeyh Bedreddin’i öğrenemezsiniz. (…) Bu Fatih’teki tarikatlardan, cemaatlerden, dini merkezlerden de Şeyh Bedreddin’i öğrenemezsiniz; nereye gitseniz, dinsiz imansız, mürtedin teki diyecekler! İyi ki asıldı diyecekler! (…) Şeyh Bedreddin’in sınıfsal karakterini inkâr etmek, onu göğsünden hançerlemektir. Şeyh Bedreddin’in Kuran’a dayalı bir hareket olduğunu kabul etmemek, onu sırtından hançerlemektir.”[54]
Dinden bu kadar söz ettikten sonra Deizm’den söz etmeden geçmenin doğru olmayacağını düşünüyorum. Deizm sözcüğü, Latince’de Tanrı anlamına gelen “Deus” ile sözcüğünden türetilmiş bir terimdir. Türkçe karşılığı Yaradancılık’tır.
Yaradancılık (İng. Deism; Fr. Deisme; Alm. Deismus) Tanrı’nın Varlığını kabul etmekle birlikte, Tanrılık vasfının yalnızca “yaratmak”la sınırlı olduğunu, Tanrı’nın evreni yarattıktan, insana “akıl” denilen yetiyi bahşettikten sonra dünyanın akışına karışmadığını, bir daha dönüp arkasına bakmadığını öne süren öğretidir.[55]
Deizm, daha çok, Tanrı’ya inanıp da dine inanmayanların zihniyetini, Theizm ise Tanrı’ya ve dine bir bütün olarak inananların zihniyetini ifade etmek için kullanılmaktadır.[56]
Deist akım, Hıristiyanlığın akla aykırı hurafeler olduğu düşünülen unsurlardan arındırılması istikametinde bir dinî eleştiri hareketi olarak nitelendirilebilir. Bu akım içinden, inancın temelinin tarih boyunca tahrifata uğramış kutsal metinler değil, akıl olması gerektiği tezi ortaya atılmış, bu metinleri yorumlama yetkisine sahip din adamları hiyerarşisi reddedilerek aklın herkesçe ortak olan evrensel bir ölçü olduğu ve bu ölçü ile gerçek Hıristiyanlığın bulunabileceği iddia edilmiştir. Günümüzdeki teolojik tartışmaların belli bir teolojiyi esas almadan akla ve hür düşünceye dayalı, dolayısıyla dinî-hiyerarşik imtiyazlara sahip otoritelerden bağımsız tarzda yürütülüyor olması deizmin mirasıdır.[57]
Böyle baktığımızda deizme layikliğin temeli olan görüşlerden biri diyebiliriz.
Deizm, kilisenin akla ve özgür düşünceye vurduğu prangayı kırmanın sanatı olarak görülebilir. Deizmin İngiliz asıllı İrlandalı temsilcisi John Toland (1620-1722) özgür düşüncenin önemli temsilcilerinden biri kabul edilir. Panteizm tabirini felsefe diline sokan da Toland’dır. ‘Christianity not Misterious’ adlı eserinde kilise mitolojisini ve dogmaları eleştirdiği için kitabı yakılmış, kendisi de kaçıp gizlenerek kurtulmuştur.[58]
Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, “Dinler arası diyalogun esası da deizme çağrıdır” diyor. Şöyle devam ediyor:
“Dinler arası diyalogun esası, herkesin Allah’a iman dediğimiz ortak noktada birleşmek kaydıyla öteki dinsel başlıkları devre dışı tutarak kucaklaşma zemini oluşturmak üzere gayret göstermeye söz vermesidir. Allah’a imanı korumak şartıyla öteki teolojik kabulleri (peygambere iman, dinsel ritüeller vs.) mesele yapmamak, deizmin tanımıdır. Bu demektir ki dinler arası diyalogun esası da deizmde birleşmektir.”[59]
Öztürk, bu konuda bir de önemli uyarı yapıyor:
“Günümüzde daha çok üç büyük din (İslâm, Hıristiyanlık ve Musevîlik) arasında yürütülmeye çalışılan, daha doğrusu yürütüldüğü iddia edilen diyalog, gerçek bir diyalog olmaktan çok, kitleleri Allah ile aldatmaya yönelik siyasal bir oyundur. Ve samimiyetle söylemeliyiz ki, bu oyunda aldatılan, kullanılan camia da İslâm dünyası, özellikle de Türk halkıdır. Gerçek şu ki, ortada kavramın amacına, dinlerin beklentisine yaraşır bir diyalog yok, süper Hıristiyan güçlerin, perişan durumdaki Müslüman dünyayı aldatıp oyalaması var.”[60]
XVIII. Yüzyıl Fransız düşünürlerin çoğu, özellikle Voltaire ve J. J. Rousseau (1712-1778) deist idiler. Rousseau, din adamlarının Tanrı’nın bize bağışladığı en güzel ve aslî duyguları bozduklarından söylüyordu.
Fransız İhtilâli sırasında Jakobenlerin deizmden etkilenerek yarattıkları, Robespierre tarafından ortaya atılan “Yüce Varlık” kültü, hem devrime manevi-dinsel bir temel kazandırmak, hem de yayılmakta olan ateizm dalgasından rahatsız olan inançlı kitlelerin devrimden soğumalarını engellemek amacıyla yaratılan bir külttü. Robespierre şöyle diyordu:
“Yüce Varlık ile ruhun ölmezliği düşüncesi adalete yapılan sürekli bir çağrıdır; dolayısıyla sosyal ve cumhuriyetçidir. (…) Toplumun başyapıtı, insanda, akıl yürütmenin gecikmiş yardımı olmaksızın ahlaksal bakımdan iyilik yapmasını ve kötülükten kaçınmasını sağlayacak hızlı bir önsezi yaratmasıdır.” Robespierre’e göre bu önsezi dindir. Buna göre, insan, aklına başvurmadan da dinsel duygularıyla iyi bir insan ve yurttaş olabilir. İnsan, tutkuları tarafından yoldan çıkartıldığında ya da benlik sevgisine kapıldığında akıl yetersiz kalır ve bu yetersizliği ancak dinsel duygular giderebilir.[61]
Şeyh Bedreddin, deizme kapı aralamakla kalmayıp, deizmi hayata geçiren bir devrimci düşünürdür. Siyasal bir güç haline geldikten sonra, Çelebi Mehmet’in kuvvetleri tarafından yenilgiye uğratılır, 1420 yılında Serez’de idam edilir. Serez çarşısında çırılçıplak olarak asılır ve otuz saate yakın bir süre öylece bırakılır, müritleri tarafından darağacından indirilip vasiyet ettiği yere gömülür.
Şükrullah bin Şihabuddin’in eseri “Behçetü’t-Tevarih”te ve İdris-i Bitlisî’nin “Heşt Behişt”de bildirdiklerine göre, yandaşlarından dört bin kişi katledilmiştir. Katledilmelerinin gerekçesi, “La ilahe İllallah[62]” demeleri, ancak “Muhammedün Resullüllah[63]” dememeleriydi. “La ilahe illallah, Muhammedün Resullüllah” diyenler serbest bırakılmışlardır.
Anlaşılan o ki, Bedreddin ve müritleri sarayın Allah ve İslâm anlayışına karşı Müslümanları ve diğer dinlerden olanları birleştirmek için deist anlayışa sarılmışlardır. Birleştirici tek güç Allah’ın varlığına ve “Bir”liğine olan inançtır.
Şeyh Bedreddin’in mezhep farklılıklarını nesnel olarak ortadan kaldıracak bağdaştırmacı sistemi İslâm’la da sınırlı değildir. Onun felsefesi, Hıristiyanlığı ve Museviliği de kapsar, bu dinler arasındaki ortak noktaları öne çıkarır. Bu bağdaştırmacılığa izin veren, tasavvuf felsefesinin Vahdet-i Vücut önermesidir.
Kur’an’ın Batıni ve Zahiri olmak üzere iki anlamı vardır: Zahiri (görünen) anlamı, okuyan herkes tarafından anlaşılmaya elverişli olan anlamıdır; ortalama her Müslüman için yeterlidir. Batıni (içrek) anlamı ise örtülü ve dolaylıdır; herkes tarafından anlaşılması gerekmez, ancak dinsel manada derinleşenler, yani arifler tarafından anlaşılabilir. İslâm felsefesindeki farklı yorumlara ve mezhep bölünmelerine bu çift anlamlılık neden olmuştur.
Marx’ın “Din, halkın afyonudur” sözünü din karşıtlığının gerekçesi olarak değerlendiren bazı solcular, dine karşı çıkmayı, materyalist ve ateist olmayı, sosyalist olmanın bir şartı saydılar. Böyle yapmakla bu solcular:
1-Sosyalistlerin saflarında olması gereken dindar emekçi kitleleri kendilerinden uzaklaştırdılar.
2-Geniş halk kitlelerince sempati kazanamadılar, halkın gözünde deyim yerindeyse “Müslüman mahallesinde salyangoz satıyor” oldular, sadece “halktan kopmuş marjinal gruplar” olarak görüldüler.
3-Başları her sıkıştığında “Komünistler dinsizdir, Allahsızdır, dine düşmandır” edebiyatı yaparak gericileri devrimcilere karşı kışkırtan emperyalist işbirlikçisi güçlerin ekmeğine yağ sürdüler.
4-XIX. yüzyılın “Diyalektik Materyalizm”ini anlatmaya çalışırken, dinin, İslâmiyetin ve Kur’an’ın anlatılmasını, birkaç araştırmacı dışında gerici güçlerin tekeline bıraktılar. Emperyalizmin dayattığı gerici, dinci siyaset böylece meydanı boş buldu, iktidarların camilerinde, İmam Hatip Okullarında, Cemaatlerin dershanelerinde, ders kitaplarında vb. palazlandı.[64]
Gericiliğin nasıl var olduğuna ve geliştiğine baktığımızda, arka planında “din tüccarlığı” olduğunu görürüz. Ekonomik sömürü ile inanç sömürüsü “din tüccarlığı” noktasında buluşurlar. Sosyalistler, sosyalizmi din karşıtlığıyla karıştırma yanlışlığından kurtulmalıdırlar. Sosyalistlerin hedef tahtalarına dinsel inançları değil, bu inançları sömürü aracı olarak kullanan, inançlı insanların duygularını ve vicdanlarını sömürerek bundan maddi çıkar sağlayan yapıyı koymaları gerekir. Sosyalistler, inançlı geniş kitleleri kapsamayı böyle sağlayabilirler. Sömürenlerin tarafında birçok materyalist ve ateist vardır; buna karşılık, sosyalizmin temel dayanağı olan emekçi kitlelerin tamamına yakını (yalnızca birtakım ritüellerine uymak şeklinde de olsa) dindardır. Hem dindar hem de sosyalist olan kişilerin bulunması, bir istisna ya da bir yanlışlık sonucu değildir; bu kişiler devrimci mücadelede müttefik olabilecek kişilerdendir.
- Engels, Orta Çağ’a ilişkin olarak şöyle diyordu: “Orta Çağ, felsefe, politika, hukuk gibi ideolojinin tüm biçimlerini teolojiye bağlıyor ve bu bilimleri teolojinin alt dalları olarak görüyordu. Yığınların duygu dünyaları yalnızca dinsel gıdalarla besleniyordu; bu bakımdan da yığınlara kendi çıkarları ancak dinsel kılık altında gösterilebilirdi.” Bedreddin de müridlerine şu öğüdü veriyordu: “Karşınızdakilerin bilmedikleri şeyleri, onların bildikleri deyimlerle ve kavramlarla açıklayın.”[65]
“Allah’tan başka hiç kimseye kulluk etmemek” inancı da devrimci bir hareketin kaynağı olabilir, bir başkaldırıya dönüşebilir. Örneğin Tolstoy hem anarşist, hem komünist, hem de ateşli bir Hıristiyandı. İsa’nın öğretisini ve İncil’in gerçek özünü benimsiyor, ancak bunları çarpıttıkları gerekçesiyle, din kurumlarına ve din adamlarına karşı çıkıyordu. Tolstoy’a göre, Devletin varlığı da Hıristiyanlık öğretisiyle bağdaşmamaktadır.
13 yaşındayken Theosophical Society tarafından “dünya öğretmeni” seçilen Hintli düşünür Jiddu Krishnamurti’nin (1895-1986) konuşmaları ve yazıları hiçbir dinle bağlantılı değildi. Krishnamurti, insanların sadece dış dünyada değil, iç dünyalarında da geniş çaplı köklü bir devrimi başlatmalarının şart olduğunu söylüyordu. Şöyle diyordu:
“Büyük bir bölünme, çatışma, adaletsizlik, bitmeyen savaşlar, ulusal, dilsel ve dinsel ayrılıklar mevcut. Çok fazla şiddet ve feci ızdırap var. Dinlerin insanları Hindular, Hıristiyanlar, Müslümanlar, Budistler vs. diye böldüğü apaçık bir gerçek. Ritüellere, kutsal kitaplara, öğretmenlere ve kurtarıcılara sahip organize inançlar ve propaganda demek olan dinler, insanları birbirinden ayırmış ve insan zihninde parçalanma yaratmıştır. Ayrıca ulusal bölünme de söz konusudur: Pakistanlılara karşı Hindistanlılar, Ruslar, Almanlar, Amerikalılar, Vietnamlılar vb. Öte yandan gençler kurulu düzene karşı isyan bayrağını kaldırmış. Tüyler ürpertici oranda sosyal adaletsizlik, yoksulluk, büyük ölçüde vahşet, şiddet, kelimelere sığmayan bir dehşet sürüp gidiyor.
İnsan bütün bunları önyargısız, hiçbir çıkarıma varmadan, mantıklıca gözlemlediğinde insanların bu canavarca, yoz ve bozuk toplumu kendi elleriyle yarattığını apaçık görebiliyor. Bu da bir gerçek. Sen dünyasın, dünya da sen. Sen toplumsun. İçinde yaşadığın ve yetiştiğin kültür, o kültür, o toplum senin çabalarının, açgözlülüğünün, acımasızlığının, şiddet eğilimlerinin sonucudur. (…) Bozulmadan, düzensizlikten, vurdumduymazlıktan, vahşetten, kayıtsızlıktan siz sorumlusunuz, her biriniz tek tek sorumlusunuz. Bütün ayrımcılıklarıyla bu toplumsal yapıyı zaman içinde siz oluşturdunuz. (…)
Sadece dış dünyada değil, insanların iç dünyalarında da geniş çaplı köklü bir devrimi başlatmak şarttır. (…) Mesele sizin ne olduğunuzla ilgili. Gerçek şu ki siz dünyasınız, bir teori olarak değil gerçeklik olarak; dünya, cemaat, toplum, içinde yetiştiğiniz kültür zaman içinde insan eliyle kuruldu. Siz bunun sonucusunuz ve yerleşik bozuk düzenin dış yapısında değişim yapmak için önce kendinizi içsel anlamda tepeden tırnağa değiştirmelisiniz. Bu mantıklı, makul, apaçık bir gerçek. Şiddet, toplumu değiştirmenin bir aracı olarak değerlendiriliyor. Görünüşe bakılırsa şiddet yoluyla hızlı bir değişim gerçekleştirilebilirmiş gibi. Bu nedenle dünyanın bazı yerlerinde insanlar şiddeti haklı çıkarıyorlar. Fakat insan mantık ve sağduyusuyla baktığında şiddetin toplumsal yapıda yüzeysel bir değişim doğurabileceğini ama o fiziksel devrimin kaçınılmaz olarak diktatörlük, bürokrasi veya kaosla sonuçlanacağını ve dolayısıyla tiranlığa dönüşeceğini kavrayabilir. Bu da gün gibi ortada olan bir gerçektir.
Öyleyse insan bu gerçeklerin farkına varınca, muazzam kargaşayı ve ıstırabı ne belli bir önyargıya ve eğilime göre ne de tarihsel bilgilere göre değil de bizzat fiilen görüp, gözlemleyip hissederse o zaman tek bir çözüm olduğunu fark eder. Bu çözüm de bir insan olarak zamanın ve çevrenin ürünü olan sizlerin köklü ve derinlikli bir değişim geçirmenizi gerektirir.”[66]
Günümüzde, özellikle kuantum fiziği dalında yapılan araştırmalarda elde edilen bulguları da göz önüne almamız gerektiğini düşünüyorum. Fizik alanındaki yeni bulgular mikrokozmozun ilkeleriyle makrokozmozun ilkelerinin aynı olduğunu ortaya çıkardı, ezoterizmin temel ilkelerinden biri olan “Yukarıda nasılsa, aşağıda öyledir” ilkesini doğruladı. Bu ilkeye göre Spiritüel (Ruhsal) planda yer alan, Kozmik planda kendini tekrar eder; buna göre insan, evrenin mikrokozmozudur. Mevlânâ “Âlem-i asgâr olsan bile, âlem-i ekberi temsil edersin” sözüyle bunu yüzyıllar önce dile getirmişti. Bu görüş Mevlânâ’dan da binlerce yıl önce Luvilerin inançlarında mevcuttu. Max Planck’ın Kuantum, Einstein’in Relativite (Görelilik), Werner Heisenberg’in Belirsizlik Relasyonu ve David Bohm’un Holografik Evren gibi teorileri tüm ezberleri bozdu, tarih boyunca çatışma halinde olan materyalizm ve idealizmi birçok noktada buluşturdu. Madde ile enerjinin ayrı şeyler olmadığı, maddenin enerjinin yoğunlaşmış şekli olduğu anlaşıldı. Fizik Profesörü ve Max-Planck Fizik Enstitüsü Başkanı Hans-Peter Dürr, bu gerçeği “madde, maddeden yapılmamıştır” diyerek ifade etmiştir.
Mekanik görüş tüm fenomenleri fizik ve kimya ile açıklamaya çalışır. Organik görüş ise fizik ve kimya ile açıklanamayan unsurları ele alır; bu unsurlar amaç ve bilinçtir. Batı’nın mekanistik görüşüne karşılık, Doğu’nun dünya görüşü tamamiyle organiktir. Doğu mistikçilerine göre, duyularımızla algılanan tüm nesneler ve olaylar birbirlerine bağlıdırlar, bağdaşıktırlar, aynı gerçekliğin farklı yönlerini ya da farklı belirişlerini yansıtırlar. Doğu’nun çeşitli mistisizm okulları, evrenin temel bütünselliğini vurgularlar. Algıladığımız dünyayı bireysel ve ayrışık nesnelere bölmeye olan eğilimimiz, ölçen ve sınıflandıran aklımızın yarattığı bir hayal olarak görülür. Bu görüşe Budizm’de “Avidya” (cehalet) denir, bu, aşılması gereken “kirlenmiş akıl”dır. Budizm’e göre, “aklımız kirlendiğinde, nesnelerde çeşitlilik varmış gibi düşünürüz. Ama eğer aklımız susturulursa, nesnelerin çeşitliliği de ortadan kaybolacaktır.”[67] Hinduizm’in, Budizm’in ve Taocu’luğun en büyük amacı, evrendeki tüm nesnelerin bütünselliğini ve karşılıklı etkileşimlerini idrak etmek, böylece bireyselliği aşmak ve kendini nihai gerçeklikle özdeşleştirmektir. Bu idrak, “Aydınlanma” olarak adlandırılır ve Doğu felsefelerinin dinsel temelini oluşturur. Hareket ve değişim, nesnelerin temel özellikleridir. Bunları oluşturan kuvvetler Yunan görüşünde olduğu gibi nesnelerin dışında değildir, maddenin içsel niteliğidir. Bundan dolayı Doğu’daki Tanrı kavramı, dünyayı tepeden idare eden bir yönetici biçiminde değil, her şeyi içerden idare eden bir ilke biçimindedir. Bu ilke, Brihadaranyaka Upanişad’da şöyle anlatılır:
“Cisimlerin içinde bulunan O,
Yine de cisimlerden farklıdır,
Hiçbir cisim O’nu bilmez, ama
Bütün cisimler birden onu meydana getirirler,
Her şeyi içerden idare eden O’dur.
O, senin ruhundur. O senin denetleyicindir,
O, ölümsüz olandır.”[68]
Görüleceği üzere bu ilke, avcı-toplayıcı kabilelerin “Anima” ve “Mana” kavramlarının devamıdır. Bilimdeki, özellikle kuantum fiziğindeki bulgular, özellikle de Uzak Doğu felsefesini destekliyor görünüyor. Duyusal kavrayışımız elektron mikroskobu, Geiger sayacı gibi laboratuar cihazlarıyla sınırlıydı. Bu yüzden de gördüğümüz ve duyduğumuz her şey, incelediğimiz fenomenin kendisi değil, yalnızca etkileriydi. Atom ve atom altı dünya, bizim algı alanımızın ötesinde bir gerçeklikti. Gelişmiş ve duyarlı cihazlarla, atom altı dünyanın derinliklerine inmek, atomu oluşturan parçacıkları ve o dünyada hüküm süren yasaları araştırma olanağı doğdu. Sonsuz küçüklükteki öğelere, atom altı parçacıklara doğru yapılan bir gezi, duyularımızın dünyasına dayanan konuşma dilimizin, daha açık bir deyişle materyalizmin, yeni karşılaşılan fenomenlerin açıklanmasında yetersiz kaldığını ortaya çıkardı. Doğanın derinliklerine inildikçe, örneğin, maddenin yoğunlaşmış enerji olduğunun anlaşılmasıyla alışageldiğimiz birçok kavram ve tasarımların iptal edilmesi gerektiği anlaşıldı. Fizikçiler de mistiklerin yaptığı gibi, gerçekliğin duyu dışı deneyimini uygulayabilir oldular; modern fiziğin modelleri, kavramları ve kuramları, Doğu felsefesinin yaklaşımlarıyla benzerlik göstermeye başladı.
Bilim ve teknoloji dünyasında “ilk nükleer bombanın babası” olarak anılan, Manhattan Projesi başkanlığını yapmış Amerikalı fizikçi ve üniversite profesörü Robert Oppenheimer, bu değişimi şöyle ifade etmişti:
“Atom fiziği dalında yapılan keşiflerle ortaya çıkan görüşlerin hiçbiri, tamamen başka, hiç duyulmamış ya da yepyeni değildirler. Kendi uygarlığımızda bile bunların öncülerine rastlayabiliriz. Ancak Budist ve Hindu öğretilerde bunlar çok daha yaygındırlar. Bize düşen görev, bu eski açıklamaların desteklenmesi, düzenlenmesi ve geliştirilmesidir.”[69]
Niels Bohr, Kuantum kuramının atom yapısının belirlenmesinde ilk kez kendi adıyla anılan atom modelini oluşturmuş, kuantum fiziğinin gelişmesinde 50 yıla yakın bir süre öncü rol oynamıştır. Bu değişimle ilgili olarak, “Atom kuramı ile ilgili paralellikleri aramak istiyorsak, insanı var oluşun büyük dramı sırasında hem seyirci hem de aktör olarak ele alan Buda ve Lao Tzu gibi düşünürlerin karşılaştıkları sorunlara yönelmemiz gerekecektir”[70] diyordu.
Kendi ismiyle anılan Belirsizlik İlkesi’ni bulan Alman fizikçi Werner Heisenberg, atom yapısı bilgisine katkılarından dolayı 1932 yılında fizik dalında Nobel Ödülü’ne layık görülmüştü. “Physics and Philosophy” başlıklı araştırmasında şöyle söylüyordu:
“Son büyük savaştan beri Japonya’nın kuramsal fizik dalında sağladığı büyük bilimsel katkı, belki de Uzak Doğu geleneklerinde var olan felsefi fikirlerle kuantum kuramının felsefi özü arasındaki benzerliğe işaret etmektedir.”[71]
Heisenberg, aynı araştırmasında şunları da yazmıştı:
“Modern fizikte yaşanılan değişimlere gösterilen yoğun tepkileri, ancak bu fiziğin temellerini oluşturan öğelerin sarsılmaya başladığını ve yıkılmaya doğru gittiklerini göz önünde bulundurursak anlayabiliriz. Bu sarsıntı, bilimin artık temelsiz kalacağı kaygısını de doğurmuştu.”[72]
Einstein da atom fiziğinin yeni gerçekleri ile karşılaştığında aynı şoku yaşamış ve bunu yazdığı otobiyografisinde şöyle dile getirmişti:
“Fiziğin kuramsal temellerini söz konusu yeni olgulara uydurabilme çabalarımın tümü başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Sanki üstünde durduğumuz temeller birdenbire çökmüş gibiydi. Ayrıca bu yeni yapıyı kurabileceğimiz başka bir temel de görünürlerde yoktu.”[73]
Bakalım Çarlık Rusyası’ndaki dinsel durum neymiş ve devrimden sonra din konusunda neler yapılmış:
Çarlık Rusyası Anayasası’nın birinci maddesi şöyleydi: “Bütün Rus topraklarının Hükümdarı ülkenin tek ve mutlak sahibidir ve onun hükümetine seve seve boyun eğmek Tanrı’nın buyruğudur.”[74]
Kilise 1905 yılında Rusya’da 2 milyon hektar toprağa sahipti. 1903’te Moskova’da bir kilise çevresinde 908 ev, manastır çevresindeyse 146 ev vardı. Başpiskoposların geliri 81.000 rubleden başlıyor, bazı yerlerde 307.000 rubleyi buluyordu. Mal olarak toplanan gelirlerle türlü törenlerden kesilen vergilerin tutarını hesaplamak ise mümkün değildi. Ücretlerini vergi dairelerinden alan 200.000 kişi kiliseye hizmet ediyordu. Her yıl 100.000 civarında hacının ziyaret ettiği Troiçki Kutsal Köyü’nün elinde yaklaşık 650 milyon rublelik dinsel tören eşyası vardı. Parasal gücüne yaslanan kilise, düşünsel gücünü kullanmakta da özgürdü. Bütün okullar dinsel nitelik taşıyordu ve din adamlarının denetimindeydiler. Rahip okullarında ve din adamı yetiştiren akademilerde devrimci hareketle savaşmak üzere kurulmuş özel kürsüler vardı. Din adamları 9 Ocak 1905’te, ayaklanan işçileri Japonlarla iş birliği yapmakla suçlayan bir bildiri yayınladılar. 1917 Şubat’ındaki devrim çok az değişiklik getirdi. Bütün kiliseler eşit kılındılar ama Devletle Kilise’nin birbirinden ayrılması gerçekleştirilmedi. Kilise’nin yönetimi, bir toprak ağası olan Prens Lvov’a verildi. 1917 Ekim’inde toplanan din adamları genel kurulunda, Bolşevikler aforoz edildi, Patrik Tikhon Bolşeviklere savaş açtı.
18 Aralık 1917’den sonra, sivil devlet işleri Halk Meclisleri’nin yönetimlerine bırakıldı. Adalet Bakanlığı’ndaki Halk İşleri Geçici Görev Dairesi’nde kilise mallarının kamulaştırılmasıyla uğraşacak bir bölüm kuruldu. Troiçki Kutsal Köyü’ne Kızıl Ordu’nun elektrikli uygulama kesimine uzman yetiştirecek bir akademi ile bir pedagoji okulu yerleştirildi. Kullanılmayan manastırlarda işçi birlikleriyle komünler kuruldu, kiliseler yavaş yavaş işçilerin gittiği kulüpler ve okuma salonları haline geldi. Eskiden beri halkı kandırmış olan din adamlarının düzmecilikleri ortaya konmaya başladı. Örneğin, Aziz Serge Kilisesi’ndeki kutsal kaynağın sıradan bir su tulumbası olduğu gösterildi, belli bir sadaka verilerek öpülen ermiş bir kişinin alnının, gerçekte iyi tabaklanmış bir deri parçasından başka bir şey olmadığı ispatlandı. Halka bu tür açıklamalar yapılmasının etkisi hızlı ve güçlü oldu. Doğa Bilimleri müzeleri açılarak, bilimsel öğretinin yaygınlaşması sağlandı.
23 Ocak 1918’de, Sovyet Hükümeti aşağıdaki kararnameyi yayımladı:
“Din konusunda, Rus Komünist Partisi daha önce karara bağlanan kilise ile Devlet’in ve okulun birbirinden ayrılmasıyla, yani burjuva demokrasisinin programında da bulunan, ama kapitalle din propagandasının yaptıkları sayısız gizli anlaşmadan ötürü dünyanın hiçbir yerinde kesinlikle uygulanamamış önlemlerle yetinmemektedir.
Rus Komünist Partisi, ancak halkın ekonomik ve toplumsal yaşamının her alanında girişilecek sistemli ve bilinçli bir eylemin dinsel önyargıları ortadan kaldırabileceği inancındadır. Parti, sömürücüler sınıfıyla dinsel propaganda örgütü arasındaki tüm bağları yok etmek niyetindedir; bunun için, bilimsel haber ve bilgi vermeye dayalı, geniş bir dini çürütme propagandası düzenlemiştir; böylece çalışan kitlelerin dinsel önyargılardan kurtarılması için girişilen savaşa pratik olarak katılmaktadır. Ancak bu arada dine bağlı kişilerin duygularını incitmekten her ne pahasına olursa olsun kaçınılmalıdır, yoksa dinsel bağnazlık güçlendirilmiş olur.
Dolayısıyla, bütün Cumhuriyet toprakları içerisinde, bilinç özgürlüğünü sınırlayan ya da belli bir mezhebi tutanlara ayrıcalıklar tanıyan yerel yönetmelikler yasaklanmıştır.
Her yurttaş istediği dine girmekte ya da çıkmakta özgürdür; belli bir mezhepten olmaya bağlı eski tüzel sınırlandırmalar kaldırılmıştır.
Bütün resmî belgelerden kişilerin bir dine bağlı bulunup bulunmadıklarını gösteren sözler silinecektir.
Devlet kurumlarıyla öbür kamu kurumlarının işleyişinde dinsel tören ya da davranışlara yer verilmeyecektir.
Kamu düzenini bozmadıkça, Sovyetler Birliği yurttaşlarının haklarına zarar vermedikçe, her türlü dinsel davranışın yerine getirilmesi özgürdür. Yerel yetkililer bu gibi durumlarda barışı ve kamu düzenini korumak üzere her türlü önlemi almakla görevlidirler.
Hiç kimse dinsel inançlarını öne sürerek kamu görevinden kaçamaz.
Bu kural ancak, görevin bir başkasınca yerine getirilmesi koşuluyla, her özel durum için yargı kurumunun vereceği kararla çiğnenebilir.
Dinsel yemin kaldırılmıştır. Gerektiğinde, onun yerine herkesin önünde verilen söz kullanılacaktır.
Kimlik belgelerini yalnız Devlet daireleri verir, bu iş özellikle de evlendirme daireleriyle nüfus memurluklarının görevidir.
Okul kiliseden ayrılmıştır.
Dinsel öğretilerin yayılması, bütün Devlet okullarıyla genel eğitim veren özel kuruluşları kapsamak üzere, yasaklanmıştır.
Din adamları dernekleriyle dinsel dernekler, özel kümelenmelerle derneklere uygulanan genel yönetmeliklere uymak zorundadırlar; Devlet’ten ya da yerel özel yönetim organlarından hiçbir ayrıcalık ya da para yardımı bekleyemezler.
Din adamları dernekleriyle dinsel derneklere zorla bağış toplamaya izin yoktur.
Din adamları dernekleriyle dinsel derneklerin mal mülk edinme hakları bulunmadığı gibi, tüzel kişi haklarına da sahip değildirler.
Rusya’daki bütün din adamları dernekleriyle dinsel derneklerin malları kamulaştırılmıştır.
Dinsel törenle ilgili yapı ve eşya, yerel ya da merkez yetkililerinin verecekleri özel kararlarla, karşılıksız olarak, ilgili derneklere bırakılacaktır.
Din adamlarının, keşişlerin ve rahibelerin, üretici bir iş yapmadıkları için, ne etkin ne de edilgin olarak, oy hakları yoktur.”[75]
Böylece Kilise toplumsal ve parasal egemenliğini yitirmişti, inanmayan insanları kendisine zorla bağlayacak gücü kalmamıştı; bundan böyle hiçbir din adamı, kilise içerisindeki yeri ne olursa olsun, öğretimden bilimi çıkaramayacaktı. Herkes dilediği dine bağlanmakta yasal olarak özgürdü. Dine inanmayanlar da inananlarla aynı yasal haklara sahip olmuşlardı.
Hükümetin yayınladığı bu kararnamede ateist bir yaklaşımdan çok, laisizme dayalı bir görüşün temel alındığı görülüyor. Ancak izlenen din politikası, bu kararname ile pek örtüşmüyordu. Lenin, önemi ne olursa olsun Marks ve Engels’in tüm yapıtlarının çevirilerinin yapılmış olmasıyla övünüyordu; buna karşılık, “insanları dinsel uykularından uyandırmak için” XVIII. yüzyıl ateistlerinin yazılarından yararlanılamadığından yakınıyordu. Lenin, 1922’de din politikasının esaslarını şöyle belirliyordu:
“Bir Marksist’in işleyebileceği hataların en büyüğü ve en kötüsü, çağdaş toplumun karanlıklara, cehalete ve ön yargılara mahkûm ettiği milyonlarca insandan oluşan halk kitlelerinin (özellikle köylü ve zanaatkâr kitlesi) bu karanlıklardan yalnızca saf Marksist eğitimin doğru çizgisini izleyerek çıkabileceklerini düşünmektir. Bu kitlelere ateist propagandanın değişik malzemelerini vermek gerekir.”[76]
Tanrısızlığı yayan propaganda, milyonlarca gazete ve kitapçıkla tüm kentlere ve köylere ulaştırılıyordu. Lenin’in bu tavrı, dinsel duyguları yıllarca sömürü aracı olarak kullanmış olan Çarlık rejimine bir tepkiydi şüphesiz; ama yine de bu din politikasının, rejimin kitlelere yabancılaşmasında önemli rolü oldu. Yıllarca sürdürülen ateist kampanya hem Sovyetler Birliği’nde hem de onun yörüngesinde hareket eden ülkelerde, geride falcılık, üfürükçülük türü uygulamaları daha da büyük boyutlara vardığı bir sosyal yapı bıraktı. Bazı gruplar dinsel mezheplere bağlanmaya devam ettiler. Özellikle 1934’den sonra, sosyalist devrimin geri gitmeye başlamasıyla birlikte, kilise yeniden halk arasına girdi. Zamanla bu ateist tavır gevşemedi; giderek daha da ödünsüz bir nitelik kazandı. 1964’te, rejimin yumuşamasından söz edilen bir dönemde bile, Sovyetler Birliği Komünist Partisi sekreteri, komünizmin ancak din ortadan kalktıktan sonra kurulabileceğini açıkladı.
Sonradan, bütün bu olup bitenlerin hesabını vermek, adeta Küba’nın devlet başkanı Castro’ya düştü. Castro, hemen her yerde kendisine yöneltilen dinle ilgili sorularla, Türkiye’ye geldiğinde de karşılaşmıştır. Castro, bu sorulara cevap olarak, Havana’da din adamlarıyla sık sık yemek yediğini anlatmış ve şunları eklemiştir:
“Annem ve büyükannem çok dindardılar. (…) Bu konuları onlarla hiç tartışmadım. Onların duygularına ve yaşamlarında inanılacak bir şey bulmalarına seviniyor, saygı duyuyordum. (…) İncil’i okudum ve ondan birçok ders aldım. Hıristiyan düşünceyle Marksist düşünce arasında yakınlıklar buldum.”[77]
Castro, aynı günlerde ATV’de yayınlanan söyleşisinde bu konuya tekrar değinmiştir. Bir anne genç yaşta kaybettiği oğluna, öbür dünyada kavuşacağına inanıyorsa ve bundan güç buluyorsa, bunda sosyalizme ters bir taraf aramamak gerekeceğini ifade etmiştir.[78]
Din ile sosyalizm arasında diyalog ve uzlaşma arayışları, en önce ve belirgin olarak Hıristiyan Batı toplumlarında ortaya çıkmıştır. Bu nedenle, Hıristiyan işçi ve emekçi kitlelerinin sosyalizme yönelmesi önlemeye yönelik çabalar da yine bu toplumlarda başlamıştır.
Hıristiyan Sendikacılığı denilen akımın doğuşu ve varlık nedeni, esas olarak din ile sosyalizm arasında böyle bir uzlaşmanın oluşumunu engellemek ve bu yolla, sendika hareketinin birliğini parçalamaktı. Hıristiyan sendikacılığın, Fransa ve İtalya gibi ülkelerde önem kazanması, bunu doğrulamaktadır. Nitekim Hıristiyan sendikacılık akımının Fransa’daki önde gelen isimlerinden Gaston Tessier, bu amaçlarını 1911’de şöyle açıklıyordu:
“Biz devrimci sendikalığın efsanesini çürütmeye başladık. Onun tekelinin aşılmaz olmadığını ve sabırlı, metodik ve Hıristiyanlık ruhundan esinlenen bir sendika eylemine yer olduğunu gösterdik. Biz gediği açtık, başkaları buradan geçeceklerdir.”[79]
Fransız Komünist Partisi, bu tür engelleri aşmak için büyük çaba harcamış, aştığı ölçüde de güçlenmiştir. Fransız Komünist Partisi’nin 1930 ile 1964 yılları arasında genel sekreterliğini yapmış olan Maurice Thorez, bu amaçla oluşturduğu, “el uzatma” politikasını şöyle ortaya koymuştur:
“Katolik işçi, müstahdem, zanaatkâr, köylü, bizler laikler olarak sana el uzatıyoruz; çünkü sen bizim kardeşimizsin, bizim gibi sen de aynı tasalarla dolusun.”[80]
Görülüyor ki komünistlerin bu çağrısı, Hıristiyanlığın kurumlarına yönelik değildir; doğrudan doğruya Hıristiyan emekçi halk kitlelerine yöneliktir. Bu çağrıdan sonra, kilise yönetiminin tavır değişikliğine ilişkin belirtiler çok gecikmemiştir. İlk adımı, İspanyol ilahiyatçısı Jose Gonzalez Ruiz atmıştır. Ruiz, bu adımını, 1958-63 yıllarında papalık yapmış olan, XXIII. Jean’ın ve onun ardından 1978’e kadar papalık yapmış olan VI. Paul’ün diyalog çağrılarına dayandırmıştır. Ruiz, 1965’in Şubat ayında şunları yazmıştı:
“Marksist hümanizm, bugün pratik olarak yeryüzü nüfusunun üçte birinin gıdasıdır. Pek çok insanın ve bir o kadar halkın kendisinden beslendiği ve pek çok mazlumun ve sömürüye maruz kalan kimsenin ümidini ayakta tutan bir ideolojiyi tanımadan mahkûm edemeyiz.
(…) Hıristiyan dini, Marksist hümanizmin en katıksız anlamında, insanın en ufak bir yabancılaşmasını içermemektedir… Katolikler sakin bir biçimde, Marksistlerle birlikte gerçek dinî yabancılaşmanın bütün biçimlerine karşı savaş yürütebilirler… Somut bir durumda din, insani ilerlemeye bir fren olarak algılanır veya kullanılırsa, şundan emin olabiliriz ki, bir uçtan bir uca, İncil’le ilgili zengin kitap literatürünü ilham eden din değildir. Burada, İncil’e has dinin saf ve katıksız özüne bir ihanet meydana gelmiştir.
(…) Çalışmanın insani anlamı, kapitalist rejimin mahkûm edilmesi, mevcut sınıfların ortadan kaldırılması, sosyalizmin kurulması… Bütün bu konular üzerinde, ciddi ve dürüst bir fikir karşılaştırması yapmak zorunludur.”[81]
Hem Thorez’in, hem de Ruiz’in çağrılarında ifade edilen diyalog arayışı, Fransa’da “Marksist Düşünce Haftaları”na papazların çağrılmasıyla; karşılık olarak da komünistlerin “Katolik Entelektüel Haftaları”na çağrılmalarıyla somutlaştı.
Bu yöndeki diyalog arayışlarının siyasal alandaki en önemli yansımalarından biri, İtalya’da Komünist Partisi’ni genel sekreteri olan Enrico Berlinguer (1922-1984) ile Hıristiyan Demokrat Parti Başkanı Aldo Moro’nun (1916-1978) başını çektikleri “Tarihsel Uzlaşma” formülünü gerçekleştirme çabalarıdır.
Berlinguer, halk yığınları, işçiler ve emekçiler arasında kök salmış tüm siyasal güçlerin iş birliğini sağlayarak düzeni değiştirmeyi ve toplumun içinde yaşadığı bunalımdan böylece çıkmayı düşünüyordu. Tasarladığı hükümetin “İtalyan tarihinin ve gerçeğinin üç önemli öğesinin” iş birliğinden doğabileceği kanısındaydı, yani komünistlerden, sosyalistlerden ve Katoliklerden.
1972’den itibaren İtalyan Komünist Partisi’ni genel sekreteri olan Enrico Berlinguer, bir yandan Moskova’dan bağımsız bir “Avrupa Komünizmi” hareketinin önderlerinden biri olmuş; diğer yandan Hıristiyanlarla birlikte “Tarihsel Uzlaşma” çabasını gerçekleştirmeye çalışmıştır. Berlinguer’in “Tarihsel Uzlaşma” formülü, partinin önceki başkanı Togliatti’nin başlattığı politikanın uzantısı niteliğindeydi. Togliatti, Avrupa komünist hareketi içerisinde, “bir merkezden yönetilmek” ilkesine ilk karşı çıkanlardan birisiydi; ölmeden önce Kruşçov’a tek merkezlilik ilkesinden vazgeçilmesini öneren bir önerge vermişti. Bu belge, uzun bir süre Togliatti’nin vasiyetnamesi sayıldı. Togliatti, 1963’teki bir konuşmasında şunları söylemişti:
“…biz Katoliklerle Komünistler arasında bir çatışma istemiyoruz. Bu herkese, öncelikle de bizim uğruna mücadele verdiğimiz amaçlara, yani barış davasına, uygarlığımızın kurtulması amacına, işçi sınıfının gelecek iktidarına, yeni bir toplum kurma amacına zarar verir.”[82]
Öte yandan Aldo Moro, tüm politik yaşamında sürekli olarak sol ile diyalog arayışı içinde olmuştu. 1963’teki Başbakanlığı döneminde, “Sola Açılış” politikası çerçevesinde, sosyalistlerle bir koalisyon hükümeti kurulmasını sağlamıştı.
1978 yılında da bunalım yaşamakta olan İtalyan demokrasisi, ülkenin en büyük partilerinden biri olan komünistlere hükümette yer vermek suretiyle düzlüğe çıkabileceğine inanmaktaydı. “Tarihsel Uzlaşma” formülü çok önemli gelişmelere gebe görünüyordu. Bu formülün doğuracağı sonuçlar, İtalya’nın dışında tüm dünya için önem taşıyan değişmelere yol açabilirdi. Bu yüzden, bu formülün karşısında olan emperyalist güçler, bunu önlemek için acımasız bir yönteme başvurdular. Aldo Moro hemen o yıl, 1978 yılında kaçırılarak öldürüldü. Cesedi bir araba içinde Komünist Partisi merkez binasının önüne bırakıldı. Moro’nun öldürülmesini Kızıl Tugaylar adlı örgüt üstlendi.
Yargılamalar sırasında karısı, Moro’nun öldürülmeden önce, komünistleri de içeren bir ittifak arayışı içinde olduğu için büyük suç işlediği, bu yüzden cezalandırılacağı yolunda tehditler aldığını açıkladı. Daha sonra, İtalya’da “Temiz Eller” operasyonu sonuçlarını vermeye başladıkça, Kızıl Tugaylar’ın bir aletten ibaret olduğu ve olayın gerisinde CIA ile bağlantıları saptanmış olan P-2 Mason Locası’nın ve Gladio’nun bulunduğu görüldü.
Moro’nun ölümüyle, “Tarihsel Uzlaşma” formülünün bir kanadı kırıldı. Berlinguer’in etkinliği de giderek azaldı. Berlinguer’in etkinliğinin azalmasında Mehmet Ali Ağca tarafından vurulan Papa II. Jean Paul’ün izlediği koyu sosyalizm karşıtı tutum önemli ölçüde rol oynamıştır.
Latin Amerika’da, Katoliklerle komünistlerin ittifakıyla, “Kurtuluş Teolojisi” adıyla anılan bir hareket oluşmuştu. “Kızıl Başpiskopos” adıyla anılan Dom Helder Camara (1909-1999), bu hareketin öncüsüydü. Camara, Brezilya’daki askeri rejim sırasında insan haklarını savunmuştu. Olinka ve Recife’de başpiskopos olarak görev yaptığı sıralarda kiliseyi yoksulların kilisesine dönüştürdü. O kiliselerdeki rahip ve rahibeleri yoksul bölgelerde çalışmaya yönlendirdi. Kilise binalarını eğitime ve sağlığa yönelik kurumlara açtı; büyük bir değişim yarattı. Özellikle Recife, özgürleşmeye yönelen teolojinin önemli merkezlerinden biri oldu.
“Yoksulları beslediğim zaman bana aziz diyorlar, onların niçin yoksul olduklarını sorduğum zaman ise bana komünist diyorlar” sözü Camara’ya aittir. [83]
Papa II. Jean Paul, Kurtuluş Teolojisi hareketine katılan din görevlilerine karşı, siyasetle uğraştıkları gerekçesiyle mücadele başlattı. Bu din görevlilerini görevlerinden alıp, yerlerine çok gerici olanları yerleştirdi. Kurtuluş Teolojisi hareketi böylece yok edildi. Daha sonra Papa II. Jean Paul, Sovyetler Birliği’nin çöküşünü hazırlayan olaylarda çok belirgin roller üstlendi. Papa II. Jean Paul ile Lech Walesa arasındaki dayanışma, Sovyet sisteminin parçalanma sürecinin başlayışında önemli bir dönüm noktasıdır.
Papa II. Jean Paul, Polonya’ya yaptığı her ziyarette, diğer Batılı Katolik ülkelerde görmediği bir ilgiyle karşılanıyordu. Onun papa seçilmesinden iki yıl sonra Lech Walesa, Dayanışma Sendikası’nın Lenin tersanelerindeki ilk grevini başlattı. Papa’nın her ziyaretinde Papa’nın elini öperken çekilmiş fotoğrafları yayınlanan Walesa, kitleleri büyük ölçüde bu imaj sayesinde peşinden sürüklemeyi başarmıştı. Dayanışma sendikasının arkasında, Kilise ve CIA vardı. Diğer taraftan batılı basın da açlık ve yoksulluk edebiyatı yaparak sendikanın grevine destek oluyordu. Oysa o sıralarda Polonya’da benzersiz bir büyüme hızına ulaşılmış, eğitim ve sağlık alanlarında göz kamaştırıcı adımlar atılmış, temel tüketim maddelerinin tedarikinde önemli yol alınmıştı. Öyle ki, kişi başına düşen et tüketimi bütün Avrupa’nın üstüne çıkmıştı. Beş yıl sonra Gorbaçov’un Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin Genel Sekreteri olmasında ve Perestroyka’yı başlatabilmesinde, Walesa’nın öncülük ettiği protesto hareketleri önemli bir kıvılcım oluşturmuştur.
Sosyalistler, her sosyalistin dine karşı olması gerektiği yanlışlığından kurtulmalıdırlar. Sömürenlerin tarafında birçok materyalist ve ateist vardır; buna karşılık, sosyalizmin temel dayanağı olan emekçi kitlelerin büyük bir kısmı dindardır. Hem dindar hem de sosyalist olan kişilerin bulunması, bir istisna ya da bir yanlışlık sonucu değildir. Sosyalist olup da sosyalizmi yalnızca sınıfsal bir gereklilik olarak değil, aynı zamanda ahlaksal, vicdansal ve hatta dinsel bir gereklilik olarak gören dindarlar olabilir. Kentlerdeki proleterlerin büyük bir kısmı, iş bulmak için köylerden kentlere göç etmiş, kendilerini kapitalist üretim ilişkilerinin içinde bulmuş, fakat köydeki feodal adetlerinden, geleneklerinden, dini inançlarından kopamamış kimselerdir. Büyük kente geldiklerinde mutlaka kendilerini güvende hissedebilecekleri, arkadaşlar, dostlar edinebilecekleri grupların arayışına girerler. Bu kitlelere sosyalistler kucak açmazlarsa, bu ihtiyaçlarını da genellikle akrabalık, hemşerilik ilişkileri ya da dini cemaatler karşılar. Bu tür yapılanmalar, sınıf bilincinin oluşması karşısında önemli engellerdir.
Bunun yanı sıra, solda dinsel referanslardan medet umanlar çıkmış, dinin sosyalist yorumlarının yapılması, solculuğun dinsellikle meşrulaştırılması gibi bir çabanın içine girilmiştir.
Oysa Türkiye’de herhangi bir siyasi akımın toplumsallaşması için dinle barışması gerektiği iddiası, Türkiye’deki gerici güçlerin en bilindik yalanlarından biridir. Aslında bununla kastedilen şudur: Türkiye’de laikliğe sahip çıkan bir siyasi hareketin başarı şansı yoktur, Türkiye’deki laiklik tutmayacaktır, dolayısıyla laikliği savunmak zorunda olan solun bu memlekette geleceği olamaz.
Dincilik, yayıldığı her alanda sadece sağın, gericiliğin işine yarar. Sadaka kültürü, kadercilik ve umutsuzluk sosyalizmin toplumsallaşmasını zorlaştırır, dinci gericiliğin toplumsallaşmasına yardım eder. Siyaset alanında dinsellik meşrulaşıp yaygınlaştıkça, sol bunları kullansın ya da kullanmasın fark etmez, insanlar solculuktan uzaklaşır. Çünkü dinin yaygınlaştığı bir siyasal alanda, zenginlik ve yoksulluk kader olarak kabul edilir ve insanlar en doğal haklarını bile aramaktan vazgeçerler. Siyasi mücadelenin yerini yardım ve sadaka dilenmek alır. Toplumun geniş kesimleri, daha adil, daha eşitlikçi bir düzenin bu dünyada kurulabileceğine dönük umudunu yitirir, daha iyi yaşama umudu “cennete” ertelenir.
Solun kendisini anlatması için dinsel referanslara ihtiyacı yoktur. Bir dinin hangi yorumunun daha “doğru”, daha “gerçek” olduğuna karar vermek siyasetin, özellikle de sol siyasetin konusu olamaz.
Bir süredir kendilerini “Antikapitalist Müslümanlar” olarak tanımlayan ve sosyalist mücadele içinde konumlandıran grupları da bu çerçeve içinde değerlendirmek gerekir. Müslümanların bir kısmı, idealist bir adalet duygusuyla kapitalizme muhalif olabilirler ve görüşlerini İslami kaynaklara dayandırmaya çalışabilirler. Bu son derece doğaldır. Ancak doğal olmayan, biz sosyalistlerin İslami kaynaklardan hareket ederek kitleleri siyasallaştırabileceğimiz düşüncesidir.
Sol ne yaparsa yapsın egemen güçler, solu “din düşmanlığı” ile suçlamaktan asla vazgeçmeyecektir. Bunun çaresi, dinsel inançları siyasete alet edenlerle yorum yarışına girmek değildir. Sol, her ne şekilde olursa olsun, siyasetin dinsel inançların dışında tutulması için laikliğe sahip çıkmalıdır; ezilen, sömürülen emekçilere daha adil ve eşitlikçi bir düzenin “öte dünyada” değil, “bu dünyada” kurulabilmesi için mücadele azmi ve umut aşılamalıdır.
Sovyet Devrimi’nin öncüsü Lenin de ateizm propagandasının gerekliliğini Parti programının önemli bir parçası olarak vurguluyordu. Ancak diğer taraftan Partiye ve mücadeleye katılmak isteyen proleterler içerisinde inançlı kişiler olabileceğini, bunların da inançlarından dolayı ötekileştirilmemeleri gerektiğini söylüyordu. 4 Haziran 1909 tarihinde, “İşçi Partisinin Din Konusunda Tavrı Üzerine” başlığı altında şunları yazıyordu:
“Ateizmin teorik propagandasını, yani proletaryanın çeşitli katmanlarında dini inanın yok edilmesini, bu katmanların sınıf mücadelesinin başarısından, seyrinden ve koşullarından mutlak, aşılamaz bir sınırla ayırmak, diyalektik düşünmemek demektir, hareketli, izafi bir sınırı, mutlak bir sınıra dönüştürmek demektir, canlı gerçeklikle kopmaz biçimde birbirine bağlı olanı zorla ayırmak demektir. Bir örnek alalım. Diyelim ki belli bir bölgenin, belli bir sanayi dalının proletaryası, elbette ateist olan oldukça sınıf bilinçli sosyal-demokratlardan oluşan ileri bir katmanla, tanrıya inanan, kiliseye giden ya da hatta diyelim ki bir Hıristiyan işçi derneği kuran yöredeki din adamının doğrudan etkisi altında bulunan, henüz köyle ve köylülükle bağlarını koparmamış, oldukça geri bir katmana ayrılmış olsun. Ve yine diyelim ki ekonomik mücadele bu yörede bir greve yol açmış olsun. Bu durumda Marksistin görevi, grev hareketinin başarısını ön plana çıkarmak, bu mücadelede işçilerin ateistler ve Hıristiyanlar diye bölünmesine kararlılıkla karşı koymak, böyle bir bölünmeye karşı kararlılıkla mücadele etmektir. Böyle koşullar altında ateist bir propaganda gereksiz ve zararlı olabilir. Geri katmanların ürkütülebileceği, seçimlerde oy kaybına uğranılabileceği gibi küçük burjuva düşüncelerin bakış açısından değil, bilakis modern kapitalist toplum koşullarında Hıristiyan işçileri, çıplak ateist propagandadan bin kez daha iyi sosyal-demokrasiye ve ateizme götürecek olan sınıf mücadelesinin gerçek ilerlemesi bakış açısından. Ateizmi vaaz eden kişi, böyle bir anda ve bu koşullar altında sadece, işçilerin greve katılan ve katılmayan işçiler olarak ayrılmasından çok, tanrıya inanan ve inanmayan işçiler olarak ayrılmasından başka bir şey istemeyen papazlara yardım etmiş olur.[84] (…)”
İlk ve son olarak ve bütün koşullar için din adamlarının sosyal-demokrat partiye üye olamayacakları söylenemez, fakat ilk ve son olarak bunun tersi kural da ilan edilemez. Eğer bir din adamı, ortak politik çalışma için bize geliyor ve parti programına karşı çıkmadan, sorumluluk duyarak parti çalışması yapıyorsa, onu sosyal-demokrasinin saflarına alabiliriz. Çünkü programımızın ruhu ve esaslarıyla bir din adamının dini inancı arasındaki çelişki, bu koşullar altında sadece onu ilgilendiren kişisel bir çelişki olarak kalabilir, fakat siyasi bir örgüt, üyelerini, onların görüşleriyle parti programı arasında çelişki olup olmadığı yönünde sınavdan geçiremez. (…)
Ve bir din adamı sosyal-demokrat partiye girip, bu partide en önemli ve neredeyse tek çalışması olarak dini görüşlerin aktif propagandasını yaparsa, parti mutlaka bu din adamını saflarından uzaklaştırmak zorundadır. Tanrıya inanmayı sürdüren bütün işçilerin sosyal-demokrat partiye girmelerine izin vermenin ötesinde, büyük bir enerjiyle bu yönde çalışmalıyız; biz onların dini inançları nedeniyle en ufak biçimde incitilmelerine kesinlikle karşıyız, fakat onları bu programın ruhuyla eğitmek için partiye çekiyoruz, parti programına karşı aktif mücadele yürütmeleri için değil. Parti içinde düşünce özgürlüğü tanıyoruz, ama gruplaşma özgürlüğüyle belirlenen belli sınırlar içinde: parti çoğunluğunun reddettiği görüşlerin propagandasını yapanlarla el ele yürüme yükümlülüğümüz yok.”[85]
Bu yazdıklarından Lenin’in temel karşıtlık olarak sınıf karşıtlığını gördüğü, mücadelenin temeline de dini görüşlerdeki ayrılığı değil, sınıf mücadelesini koyduğunu anlıyoruz. Zaten bir sosyalist için temel çatışma sömüren ve sömürülen çatışmasıdır, diğer bütün ayrımlar bu çatışmanın doğurduğu sonuçlardır. Ayrıca proleterleri dindar-dindar olmayan diye bir ayrıma tabi tutmak, sınıfsal hareketi bölmek ve egemen güçlerin çıkarlarına hizmet etmekten başka işe yaramaz. Marks ve Engels “Komünist Parti Manifestosu”nda “Devrimlerin ve karşıdevrimlerin tarihi, sınıf mücadelelerinin tarihidir”[86] derler. Bu nedenle birinci planda önemli olan bir proleterin dini inancı değil, sınıf bilincine sahip olup olmadığıdır. Hatta din adamları içinde dahi devrimci mücadelenin saflarına katılacaklar olabilir, onları dışlamak yerine mücadeleye katmak için çaba gösterilmelidir.
Devlet, sınıf karşıtlıklarının bir ürünü olarak, bir sınıfın diğer sınıf üzerinde bir tahakküm aracı olarak, sınıflı toplumlarla birlikte ortaya çıkmıştır, bu tahakkümü yasallaştırıp, kalıcı hale getiren bir sistem kurulması için var olmuştur. Anarşizm, otoritenin olduğu yerde hiçbir özgürlüğün olamayacağı görüşünü temel alır, bu yüzden anarşistler devletin ortadan kaldırılması gerektiğini savunurlar. Ancak Lenin, proletaryanın devlete ihtiyacı olduğunu söyler. Fakat bu devlet burjuva devletinden farklıdır; “egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletaryadır”[87]. Engels’e göre, proletarya devleti ele geçirecek, sınıfsız toplumun inşa edilmesi tamamlandığında, “proletarya devleti” de görevini tamamlamış olacaktır ve “sönümlenecektir”; yani proletarya, devleti ortadan kaldırmaz, ele geçirir.
Üretim araçlarının kamulaştırılması, kapitalist sistemden kalan artıkların ortadan kaldırılması, işçi sınıfının yönetimi ele alacak kadar yetkinleştirilmesi, bu arada karşıdevrimci güçlerle mücadele edilmesi çok önemli, her aşamasında son derece dikkatli adım atılması gereken bir süreçtir. Bu sürecin atlatılıp, nihai amaca ulaşabilmek için, devletin ortadan kaldırılması değil, proletarya tarafından ele geçirilmesi gerekir. Ancak tüm bu süreçler tamamlanıp, sınıfsız toplumun kuruluşu gerçekleştiğinde, devlete artık gerek kalmayacaktır ve sönümlenecektir.
Sosyalist devlet, laik olmak zorundadır. Hatta gerçek anlamda laikliğin, ancak ve ancak sosyalizmde olabileceğini hiç tereddütsüz söyleyebiliriz. Hangi inançtan olursa olsun, proletaryanın sosyalizmi içselleştirmesi ve ona sahip çıkması sağlanmalıdır. Proletarya devleti işlevini tamamladığında, proletarya da kendi kendini yönetecek bilinç düzeyine erişmiş olacaktır. O zaman, “bir sınıfın diğer sınıf üzerinde tahakkümünü yasallaştıran bir kurum olarak” ortaya çıkmış olan devlet, işlevini yitirip sönümlenecektir; “Yanılsamalı mutluluklara” gereksinimi kalmamış olan bir toplumda da “halkların afyonu” olarak dinlere gerek kalmayacaktır.
[1] İsmet Zeki Eyüboğlu, Şeyh Bedreddin Vâridât, Derin Yayınları, İstanbul, 2014, s.208.
[2] İsmet Zeki Eyüboğlu, Şeyh Bedreddin Vâridât, Derin Yayınları, İstanbul, 2014, s.317.
[3] İsmet Zeki Eyüboğlu, Şeyh Bedreddin Vâridât, Derin Yayınları, İstanbul, 2014, s.318.
[4] İsmet Zeki Eyüboğlu, Şeyh Bedreddin Vâridât, Derin Yayınları, İstanbul, 2014, s.207.
[5] Erdoğan Aydın. Osmanlı Gerçeği. Literatür Yayınları. İstanbul. 2018, s. 178
[6] Mazdekîler konusunda ayrıntılı bilgi için bkz: Atilla cemal Eşen, Dinlerin Sınıfsal Kökeni ve Din Üzerinden Siyaset, Berfin Yayınları, İstanbul, 2021
[7] Bazı kaynaklarda “Mazdek”, bazılarında “Mazdak” ya da “Mezdek” şeklinde geçer. (Y.N.)
[8] Süleyman Boybeyi, Ortadoğu Tarihinde Sınıflaşmaya Karşı İlk Büyük Halk Hareketi Mezdek İsyanı, Bilim ve Gelecek Dergisi, Sayı: 96 s. 8
[9] Süleyman Boybeyi, Ortadoğu Tarihinde Sınıflaşmaya Karşı İlk Büyük Halk Hareketi Mezdek İsyanı, Bilim ve Gelecek Dergisi, Sayı: 96 s. 14
[10] “Mülk Allah’ındır” ifadesi ezilen, sömürülen halkın lehine olduğu kadar, egemenlerin lehine de kullanılabilecek bir anlam içerir. Teokratik bir devlette en üstteki yönetici, Allah’ın yeryüzündeki gölgesidir. Bu nedenle mülkün Allah’a ait olmasıyla onun yeryüzündeki temsilcisine ait olması arasında fark yoktur. O isterse Kur’an’ın hükmüne göre paylaştırır, isterse de “Hz. Ömer’in sünneti” çerçevesinde devlette merkezileştirerek kullanır. Bu bir tasarruf hakkıdır ve şeriat denilen şey her iki yaklaşımla da uyumlandırılır. (Erdoğan Aydın, Osmanlı Gerçeği, İstanbul, 2018. “Sosyo-Ekonomik Yapı Olarak Osmanlı Düzeni” bölümü.)
[11] Hallac-ı Mansur konusunda ayrıntılı bilgi için bkz: Atilla Cemal Eşen, Dinlerin Sınıfsal Kökeni ve Din Üzerinden Siyaset, Berfin Yayınları, İstanbul, 20212
[12] Abdülbaki Güçlü, Erkan Uzun, Serkan Uzun, Hüsrev Yolsal, Felsefe Sözlüğü, Bilim ve Sanat, Ankara, 2008, s.1473.
[13] Alpaslan Işıklı, Sosyalizm, Kemalizm ve Din, Tüze Yayıncılık, Ankara, 1997, s. 222.
[14] Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, Kur’an-Kerim Meali, Hürriyet Gazetecilik ve Matbaacılık A. Ş., İstanbul, 1994, s. 285
[15] Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, Kur’an-Kerim Meali, Hürriyet Gazetecilik ve Matbaacılık A. Ş., İstanbul, 1994, s. 292
[16] Namık Kaya, Abdestli Kapitalizme Karşı Kızıl İslam, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2016, s. 132
[17] Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, Kur’an-Kerim Meali, Hürriyet Gazetecilik ve Matbaacılık A. Ş., İstanbul, 1994, s. 44
[18] Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, Kur’an-Kerim Meali, Hürriyet Gazetecilik ve Matbaacılık A. Ş., İstanbul, 1994, s. 563
[19] Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, Kur’an-Kerim Meali, Hürriyet Gazetecilik ve Matbaacılık A. Ş., İstanbul, 1994, s. 176
[20] Erdoğan Aydın, İslamiyetin Ekonomi Politiği, Literatür Yayınları, İstanbul, 2017, s. 8
[21] Alpaslan Işıklı, Sosyalizm, Kemalizm ve Din, Tüze Yayıncılık, Ankara, 1997, s. 225.
[22] Narh: Tüketiciyi korumak amacıyla, özellikle ihtiyaç maddeleri için devletçe belirlenen fiyat. (TDK Sözlüğü, 1992)
[23] Alpaslan Işıklı, Sosyalizm, Kemalizm ve Din, Tüze Yayıncılık, Ankara, 1997, s. 209.
[24] Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, Kur’an Penceresinden Özgürlük ve İsyan, Yeni Boyut Yayınları, İstanbul, 2015, s.37.
[25] Muazzez İlmiye Çığ, Kur’an İncil ve Tevrat’ın Sumer’deki Kökeni, Kaynak Yayınları, İstanbul, 1996, s. 24.
[26] Alpaslan Işıklı, Sosyalizm, Kemalizm ve Din, Tüze Yayıncılık, Ankara, 1997, s. 213.
[27] Alpaslan Işıklı, Sosyalizm, Kemalizm ve Din, Tüze Yayıncılık, Ankara, 1997, s. 214.
[28] Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, Kur’an-Kerim Meali, Hürriyet Gazetecilik ve Matbaacılık A. Ş., İstanbul, 1994, s. 229
[29] Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, Kur’an-Kerim Meali, Hürriyet Gazetecilik ve Matbaacılık A. Ş., İstanbul, 1994, s. 249
[30] Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, Kur’an-Kerim Meali, Hürriyet Gazetecilik ve Matbaacılık A. Ş., İstanbul, 1994, s. 371
[31] Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, Kur’an-Kerim Meali, Hürriyet Gazetecilik ve Matbaacılık A. Ş., İstanbul, 1994, s. 393
[32] Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, Kur’an-Kerim Meali, Hürriyet Gazetecilik ve Matbaacılık A. Ş., İstanbul, 1994, s. 142
[33] Erdoğan Aydın, Osmanlı Gerçeği, Literatür Yayınları, İstanbul, 2018, s. 328
[34] Erdoğan Aydın, Osmanlı Gerçeği, Literatür Yayınları, İstanbul, 2018, s. 328
[35] Ali Haydar Saygılı, Dinler, Halklar, İsyanlar, Alternatif Tarih Okumaları, Ceylan Yayınları, İstanbul, 2015, s. 42
[36] Yunancada, “bilgi” demektir.
[37] Max Beer, Sosyalizmin ve Sosyal Mücadelelerin Genel Tarihi, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2012, s. 137.
[38] Max Beer, Sosyalizmin ve Sosyal Mücadelelerin Genel Tarihi, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2012, s. 135.
[39] Max Beer, Sosyalizmin ve Sosyal Mücadelelerin Genel Tarihi, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2012, s. 149.
[40] Max Beer, Sosyalizmin ve Sosyal Mücadelelerin Genel Tarihi, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2012, s. 152.
[41] Max Beer, Sosyalizmin ve Sosyal Mücadelelerin Genel Tarihi, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2012, s. 43.
[42] Oksidanya Alevileri yaygın olarak Albigenler olarak bilinirler. Albigen deyiminin Türkçe karşılığı “parlak ışık insanı”dır. Tarihte Engizisyon mahkemeleri ilk kez Albigenler için kurulmuştur. (Erdoğan Çınar, Aleviliğin Kayıp Bin Yılı, Kalkedon Yayınları, İstanbul, 2018)
[43] Balkan Alevileri, bu coğrafyanın bilinen ilk Alevi pirinin adı ile Bogomiller olarak anılırlar. Bogomil Bulgarca bir sözcüktür. “Hakdostu” anlamındadır. (Erdoğan Çınar, Aleviliğin Kayıp Bin Yılı, Kalkedon Yayınları, İstanbul, 2018)
[44] Katharlar hakkında ayrıntılı bilgi için bkz: Atilla Cemal Eşen, Dinlerin Sınıfsal Kökeni ve Din Üzerinden Siyaset, Berfin Yayınları, İstanbul, 2021
[45] Ali Haydar Saygılı, Dinler, Halklar, İsyanlar, Alternatif Tarih Okumaları, Ceylan Yayınları, İstanbul, 2015, s. 46
[46] Max Beer, Sosyalizmin ve Sosyal Mücadelelerin Genel Tarihi, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2012, s. 272.
[47] Alpaslan Işıklı, Sosyalizm, Kemalizm ve Din, Tüze Yayıncılık, Ankara, 1997, s. 216.
[48] Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, Deizm, Yeni Boyut Yayınları, İstanbul, 2015, s. 26
[49] Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, Deizm, Yeni Boyut Yayınları, İstanbul, 2015, s. 181
[50] Bertrand Russell, İktidar, Cem Yayınevi, İstanbul, 2017, s. 58
[51] Fıkıh: İslâm hukukunda din ve dünya işleri ile ilgili ana kaynaklardan yararlanarak konulmuş olan kuralların bütünü. (TDK Türkçe Sözlük. Ankara, 1988)
[52] Erdoğan Aydın, Osmanlı Gerçeği, Literatür Yayınları, İstanbul, 2018, s. 443
[53] Alpaslan Işıklı, Sosyalizm Kemalizm ve Din, Tüze Yayıncılık, Ankara, 1997, s. 217
[54] İhsan Eliaçık, Şeyh Bedreddin, Tekin Yayınevi, İstanbul, 2016, s.15
[55] (Abdülbaki Güçlü, Erkan Uzun, Serkan Uzun, Hüsrev Yolsal, Felsefe Sözlüğü, Bilim ve Sanat, Ankara, 2008, s.1575.)
[56] Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, Deizm, Yeni Boyut Yayınları, İstanbul, 2015, s. 13
[57] Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, Deizm, Yeni Boyut Yayınları, İstanbul, 2015, s. 14
[58] Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, Deizm, Yeni Boyut Yayınları, İstanbul, 2015, s. 16
[59] Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, Deizm, Yeni Boyut Yayınları, İstanbul, 2015, s. 35
[60] Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, Deizm, Yeni Boyut Yayınları, İstanbul, 2015, s. 34
[61] Emrah Gülsunar, Jakobenizm ve Kemalizm, Yordam Kitap, İstanbul, 2015, s. 280
[62] Allah’tan başka ilah yoktur.
[63] Muhammet Allah’ın resulüdür (elçisidir).
[64] 29 Mayıs 2013 Tarihinde yazıp Doğu Perinçek’e gönderdiğim, “Doğu Perinçek’in ‘Bilimsel Sosyalizm ve Bilim’ Adlı Kitabına ve Türkiye’deki Sosyalist Hareketin Geneline İlişkin Bir Eleştiri” başlıklı yazımdan.
[65] Kemal Demirel, Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin’in Yargılanması, Yaba Yayınları, İstanbul, 2004, s. 13
[66] Jiddu Krishnamurti, İçsel Devrim, Omega Yayınları, İstanbul, 2010, s. 83 v.d.
[67] Fridjof Capra, Fiziğin Tao’su, Arıtan Yayınevi, İstanbul, 1991, s. 31
[68] Fridjof Capra, Fiziğin Tao’su, Arıtan Yayınevi, İstanbul, 1991, s. 32
[69] Robert Oppenheimer, Science and Common Understanding, s. 8-9. Aktaran: Fridjof Capra, Fiziğin Tao’su, Arıtan Yayınevi, İstanbul, 1991, s. 22
[70] Niel Bohr, Atomic Physics anda Human Knowledge, s. 20 Aktaran: Fridjof Capra, Fiziğin Tao’su, Arıtan Yayınevi, İstanbul, 1991, s. 22
[71] W. Heisenberg, Physics and Philosophy, s. 202. Aktaran: Fridjof Capra, Fiziğin Tao’su, Arıtan Yayınevi, İstanbul, 1991, s. 22
[72] W. Heisenberg, Physics and Philosophy, s. 167. Aktaran: Fridjof Capra, Fiziğin Tao’su, Arıtan Yayınevi, İstanbul, 1991, s. 77
[73] Albert Einstein, Philosopher-Scientist, s. 45. Aktaran: Fridjof Capra, Fiziğin Tao’su, Arıtan Yayınevi, İstanbul, 1991, s. 77
[74] Wilhelm Reich, Faşizmin Kitle Ruhu Anlayışı, Payel Yayınları, İstanbul, 2002, s.198
[75] Wilhelm Reich, Faşizmin Kitle Ruhu Anlayışı, Payel Yayınları, İstanbul, 2002, s.198
[76] Alpaslan Işıklı, Sosyalizm, Kemalizm ve Din, Tüze Yayıncılık, Ankara, 1997, s. 246.
[77] Alpaslan Işıklı, Sosyalizm, Kemalizm ve Din, Tüze Yayıncılık, Ankara, 1997, s. 247.
[78] Alpaslan Işıklı, Sosyalizm, Kemalizm ve Din, Tüze Yayıncılık, Ankara, 1997, s. 247.
[79] Alpaslan Işıklı, Sosyalizm, Kemalizm ve Din, Tüze Yayıncılık, Ankara, 1997, s. 240.
[80] Alpaslan Işıklı, Sosyalizm, Kemalizm ve Din, Tüze Yayıncılık, Ankara, 1997, s. 240.
[81] Alpaslan Işıklı, Sosyalizm, Kemalizm ve Din, Tüze Yayıncılık, Ankara, 1997, s. 241.
[82] Alpaslan Işıklı, Sosyalizm, Kemalizm ve Din, Tüze Yayıncılık, Ankara, 1997, s. 242.
[83] Noam Chomsky, Propaganda ve Toplumsal Zihin, İthaki Yayınları, İstanbul, 2014, s.111.
[84] V. I. Lenin, Din Üzerine, İnter Yayınları, İstanbul, 1998, s. 19
[85] V. I. Lenin, Din Üzerine, İnter Yayınları, İstanbul, 1998, s. 21
[86] Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Parti Manifestosu, Siyah Beyaz Kitap, İstanbul, 2011, s.38.
[87] V. I. Lenin, Devlet ve Devrim, Agora Kitaplığı, İstanbul, 2011, s. 24