TÜRK DEVRİMİ VE KARŞIDEVRİM

Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğindeki Kurtuluş Savaşı’nı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu kapsayan ve “Türk Devrimi” olarak adlandırılan süreç, I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkan Osmanlı İmparatorluğu’nun emperyalist ülkeler tarafından bölüşülmesiyle başlamıştır. Türk Devrimi’nin ideolojisini “Kemalizm” olarak adlandırılan ideoloji oluşturur ve bu ideolojinin bel kemiği TAM BAĞIMSIZLIKTIR.

1789 Fransız Devrimi, feodalizmin rahminden doğan ve feodalizme karşı güçlenen burjuvazinin önderliğinde gerçekleşmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nda ise feodalizmi yıkacak böyle bir burjuva sınıfı olmadığı için onun görevini de zorunlu olarak küçük burjuva aydınları ve ilerici devrimci subaylar üstlenmişlerdir.

Atatürk’ün ekonomik ve sosyal politikasını, henüz sanayileşmemiş bir toplumda uygulanmaya başladığı için, sanayileşmiş ülkelerde ortaya çıkmış olan sosyalizmle tıpatıp benzerlik içinde görmek mümkün değildir. Atatürk’ün, sosyalizmin Türkiye’de uygulanabilirliği ile ilgili temel kaygısı, o zamanki toplum içinde ezen-ezilen, sömüren-sömürülen gibi kapitalizme özgü bir sınıfsal yapılanmanın henüz ortaya çıkmamış olmasıdır. Henüz feodalizm tam olarak yıkılamamış, kapitalizm yerleşmemiştir. Bu nedenle mağdur olan bir sosyal sınıf oluşmamıştır; ama emperyalizm sebebiyle mağdur olan tüm bir millet söz konusudur. 14 Ağustos 1920’de Meclis’te yaptığı konuşmada söylediği “Bahusus Bolşevizm millet içinde mağdur olan bir sınıf halkı nazar-ı mütalâaya alır. Bizim milletimiz ise heyeti umumiyesiyle mazlum ve mağdurdur” sözü bunun ifadesidir.

O günlerde yeni kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti’nin baş çelişmesi burjuvazi ile proletarya arasındaki çelişme değil, emperyalist ülkelerle Türkiye arasındaki çelişmeydi; o nedenle de Kemalizm’in omurgasını sosyalizm değil, tam bağımsızlık ilkesi oluşturdu.

Uygulanan ekonomik sistem ise karma ekonomi sistemiydi. Atatürk, yeni kurulan devletin ekonomik politikasını 17 Şubat 1923’te İzmir İktisat Kongresi’nde belirlemiştir. Bu ekonomi, özel girişime de izin veren karma bir ekonomi olmakla birlikte, devletin planlayıcılığı ve denetçiliğini esas alan bir ekonomidir.

Planlı bir ekonomi, mevcut kaynakların uygun kullanılması ve hızlı kalkınma için devlet müdahalesi şart görülmüş, devletin planlayıcılığı ve ekonomiye müdahalesiyle, liberalizmin yol açacağı sorunların engelleneceği ve böylece toplumsal dengenin sağlanacağı düşünülmüştü. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nden sonra planlı ekonomiye geçen ikinci ülke Türkiye oldu. 1930’lu yıllarda en yüksek kalkınma hızına ulaşmış iki ülke vardı: Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği ve Türkiye Cumhuriyeti.

Atatürk, daha Kurtuluş Savaşı’nın ilk günlerinde devlet sosyalizmini savunuyordu. Türkiye için uygun gördüğü sistemi, iki ayrı yerde ve zamanda “devlet sosyalizmi” olarak ifade ettiği de bilinir. Ölümüne yakın, Sovyetler Birliği ile yakın ilişkilerin sürdürülmesini ve Sovyetler Birliği’ne karşı olan hiçbir ittifakın içinde yer alınmamasını vasiyet etmiştir.[1]

“Devlet Sosyalizmi” kavramı önce Lasalle, Rodbertus ve Friedrich List gibi Alman devlet sosyalistleri tarafından geliştirilmişti. Amaç, geç kalmış Alman kalkınmasının Alman sermayedarları tarafından gerçekleştirilmesinde, özellikle İngiliz sanayii ile rekabetinde devletin müdahalesi ve katkısıydı. Almanya’nın “devlet sosyalizmi” Almanya’yı emperyalist bir ülke yapmayı amaçlıyordu. Devletin ekonomiye doğrudan müdahalesi anlamında “devlet sosyalizmi” anlayışı, özellikle Harp Okulu’ndaki Alman öğretmenler aracılığıyla Osmanlı’ya taşındı. İttihat ve Terakki, bu anlayışla hareket etti. İttihat ve Terakki’nin “Millî ekonomi” anlayışı, emperyalist güçlerin dünya ölçeğinde kapıştığı bir dönemde bir azgelişmiş ülkede sanayileşme çabasıydı; diğer bir deyişle, Alman deneyiminden farklıydı. Ayrıca İttihat ve Terakki’nin önünde bir Sovyet Rusya deneyimi yoktu. İttihatçılar “Millî burjuvazi” yetiştirerek ekonomik kalkınmayı sağlamaya çalıştılar ve onların “devlet sosyalizmi”nin amacı, devletin bu Millî burjuvazinin gelişmesine katkıda bulunacak biçimde ekonomiye müdahalesiydi.[2]

İlk Adalet Bakanı ve ardından anayasa hukuku profesörü olan Mahmut Esat Bozkurt, ilk Anayasamızdaki Devletçilik ilkesini “Devlet Sosyalizminin ifadesi” olarak yorumlamıştır.[3] Bozkurt, “devlet sosyalizmi” kavramını şöyle tanımlıyordu:

“Özel mülkiyeti tanıyan, fakat insanın insan tarafından sömürülmesini önlemek ve Millî kalkınmayı başarmak için devlete ekonomik işlerde kontrol ve teşebbüs hak ve yetkilerini kabul eden bir sistemdir.”[4]

Atatürk, Max W. Bill’in yazdığı “Sosyalizmin ve Sosyal Mücadelelerin Genel Tarihi” adlı kitabı Türkçeye çevirtmiş, okumuş, Millî Eğitim Bakanlığı tarafından yayımlanmasını önermişti. Kitap 1941 yılında Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları tarafından yayınlandı ve önsözünü Mahmut Esat Bozkurt yazdı. Bu önsözde Bozkurt’un şu cümleleri dikkat çekicidir:

“Hemen her ülkede, hatta Yunanistan ve Bulgaristan gibi komşu ülkelerde bile sayısız çevirileri ve yorumları yapılmış olan Karl Marx’ın Kapital’inin, bizde, anlaşılmaz bir iki broşüründen başka bir şey yoktur. Nerede kaldı ki, biz, Anayasamızda devletçiliği kendimize mal etmiş bulunmaktayız. Bunun anlamı, devlet sosyalistliğini kendimize mal etmiş olmaklığımızdır.”[5]

Atatürk’ün Büyük Millet Meclisi Reisi sıfatıyla 13 Eylül 1920’de Anayasa taslağı olarak Meclis’e sunduğu Halkçılık Beyannamesi, emperyalizme ve kapitalizme karşı bir program olarak, 17 Kasım 1920’de BMM tarafından bütün dünyaya duyurulmuştur:

“Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümeti, hayat ve bağımsızlığını kurtarmayı yegâne ve mukaddes gaye bildiği halkı, EMPERYALİZM ve KAPİTALİZM tahakküm ve zulmünden kurtararak irade ve hâkimiyetin hakiki sahibi kılmakla gayesine ulaşacağı inancındadır. (…) Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümeti, milletin hayat ve bağımsızlığına suikast eden EMPERYALİST VE KAPİTALİST DÜŞMANLARIN TECAVÜZLERİNE KARŞI müdafaa ve harici düşmanlarla iş birliği yapıp milleti aldatmaya ve ifsada çalışan dâhili hainlerin tedibi (cezalandırılması) için orduyu sağlamlaştırmayı ve onu millî bağımsızlığın dayanağı bilmeyi borç sayar.”[6]

1923-1945 yılları arasındaki dönemde devletçilik ilkesi hayatın her alanında hâkim oldu. Tarım, madencilik, TEKEL, şeker üretimi, Millî savunma fabrikaları, dokuma (Sümerbank), demir çelik üretimi, tersaneler, elektrik üretimi ve dağıtımı, bankacılık, demiryolları, tramvay, havayolu ve deniz taşımacılığı, limanların işletilmesi, posta, telgraf ve telefon (PTT) hizmetleri, sağlık ve eğitim devletleştirildi. Tuz, barut ve patlayıcı maddeler, kibrit ve çakmak, petrol ve benzin, sigortacılık, Kızılay ve Millî Piyango alanlarında da devletçilik ilkesi uygulamaya kondu ve bu alanlardaki yerli ve yabancı sermaye sahiplerinin gücü ve etkisi ortadan kaldırıldı.

Emperyalistlerin ve emperyalizmin işbirlikçisi güçlerin Kemalizm’e saldırmalarının altında yatan gerçek de budur. Emperyalizmle iş birliği içinde olan karşıdevrimci yönetimler, halkın mantığına değil, duygusal taraflarına hitap etmeyi doğru bulmuş ve bunu da büyük ölçüde başarmışlardır. Bu duygusal tarafları da milliyetçilik[7], ırkçılık, cinsiyetçilik, gelenekler gibi duyguların yanında özellikle dinsel inançlar oluşturur. Cumhuriyetimiz kurulduktan sonra da günümüze kadar tüm karşıdevrim sürecini incelediğimizde, her aşamasında din üzerinden siyasetin önemli yere sahip olduğunu görürüz.[8]

Türkiye’de Atatürk’ün ölümünden sonra, gerici iktidarların işbaşına gelmesinde ve iktidarda kalmasında toprak ağalığı sisteminin büyük bir rolü vardır. Türkiye’de, Millî Kurtuluş Savaşı’ndan sonra girişilen tüm çağdaşlaşma çabalarına rağmen, toprak dağılımında adalet sağlanamamış, toprak ağalarının siyasal ve toplumsal yapıdaki ağırlıkları ortadan kaldırılamamıştır. Cumhuriyet kurulduktan sonra bu toprak ağalarının bir kısmı, milletvekili olarak mecliste yer aldılar.

Osmanlı Devleti, Doğu’yu feodal ağalara teslim etmişti ve bu ağalar kendilerine şeyhlik, şıhlık gibi dinsel sıfatlar vererek ikinci bir hükümet gibi hareket ediyorlardı. İşin ilginci, onlara bağlı olan cahil bırakılmış halk kesimleri de bu durumu bir olgu olarak kabulleniyor ve onların etki alanlarından kurtulamıyorlardı.

Şeyhlerin genellikle doğaüstü kuvvetlere sahip oldukları ve Tanrı’yla aralarında doğrudan bağlantı olduğu düşünülüyordu. İnsanlarda bir şeyhe bağlanmadıklarında lanetleneceklerine dair yaygın bir inanç vardı. Hastalık ve kuraklık dönemlerinde şeyhin rahmeti dilenirdi. Fakat şeyhlerin anlaşmazlık durumlarının çözümündeki işlevi bunlardan daha önemliydi. İki farklı aşiret arasındaki kan davaları, her iki tarafın arabuluculuk yapmadığı sürece sonsuza dek sürebilirdi. Şeyhler, aşiretler üstü yetkinliğe sahip tek merci durumundaydılar. Bu yolla çok güçlü bir siyasal iktidar elde ettiler; çoğu şeyh herhangi bir Zaza aşiretinden daha güçlüydü. Bazı şeyhler nüfuzlarını silahlı güçlerle tahkim ediyor, böylece ilahi yönelimli mistiklerden çok feodal toprak ağalarına benziyorlardı.[9]

Dr. Şefik Hüsnü bu durumu “Şeyhlerin ve beylerin keyfî idareleri her şeye hâkimdir. Halk reislerine bir mabut (tapılacak şey, Tanrı) gibi hürmet ve itaat eder” diye ifade etmiştir.

Cumhuriyet kurulduktan sonra bu feodal unsurlar, ayrıcalıklı konumlarını tarihsel bir miras olarak gördüler ve savundular. İskân yasaları çıkarılırken büyük toprak tasarruflarının kamulaştırılıp dağıtılmasını öngören yasaları “mülkiyetin gasp edilmesi” olarak niteleyip engellemeye çalıştılar. Toplum üzerindeki egemenliklerini sürdürmeye çalışırlarken tarihsel mirasın yanı sıra dinsel yapının toplum üzerindeki belirleyiciliğini de kullanıyorlardı. Bu nedenle, yobaz, dinci ve gerici yapıyı kıracak yasa ve uygulamalara karşı tüm güçlerini kullanarak mücadele ediyorlardı. Giderek, feodalizm sorunu bir asayiş sorununa dönüştü. Toprak dağılımında adaleti sağlayacak her türlü girişim, toprak ağalarının Meclis’teki ve toplumdaki ağırlıkları nedeniyle başarısızlığa uğruyordu. 1927 Haziran’ında 1097 Sayılı Nakil Yasası çıkarıldı. Bu yasaya göre Ağrı bölgesinde asayişi bozan, çoğu büyük toprak sahibi 1400 kişi Batı illerine nakledilecek, gittikleri yerlerde tüm gereksinimleri karşılanacak, buna karşılık terk ettikleri topraklar devlet tarafından satın alınarak topraksız köylüye dağıtılacaktı. Ne var ki aynı yılın aralık ayında çıkarılan 1178 Sayılı Yasa’yla göçe zorlanan toprak ve mülk sahibi egemenlerin eski yerlerine dönmelerine olanak sağlanmış ve toprakları kendilerine geri verilmiştir. Mayıs 1928’de çıkarılan Pişmanlık Yasası’yla da asayişi bozacağından endişe edilen bu kişiler kovuşturulmaktan kurtulmuşlardır.

Aslında toprak ağaları Kemalist Devrim’in tüm uygulamalarına karşıydılar, fakat toprak dağıtımıyla ilgili yasalara gösterdikleri direnci diğer yasalara karşı gösteremiyorlardı. Büyük toprak sahiplerinden Emin Sazak, bu karşı çıkışlarını, Kemalist Devrimleri kastederek şöyle ifade etmişti:

“Ağalar bütün Devrimleri sineye çekebilmiştir ama topraktaki düzenin değişmesini kabul edememektedirler.”[10]

1945 Mayıs’ında Çiftçiyi Topraklandırma Yasası Meclis’te görüşülürken toprak ağaları bu yasaya şiddetle karşı çıktılar. Büyük toprak sahiplerinden Adnan Menderes, Emin Sazak ve Cavit Oral, üyesi oldukları CHP’ye karşı mücadele bayrağını açtılar. Sonuçta Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan CHP’den ayrılıp Ocak 1946’da Demokrat Parti’yi kurdular. 1950’de Demokrat Parti iktidara geldi ve gericiliğe, emperyalizme ödün verme yarışının bayrağını devraldı.

Prof. Dr. Ahmet Mumcu, Millî Eğitim Bakanlığı tarafından 1979 yılında Devrim Tarihi dersi okuyan ve okutanlara tavsiye edilen kitabında DP’ye ilişkin olarak şöyle yazıyor:

“DP kısa bir süre içinde güçlendi. Bu partiye üç grup vatandaş bel bağlamıştı. Birinci grup, CHP’nin yönetim biçiminin eskidiğine inanan, Türk siyasal hayatında bir yenileşme gerektiği düşüncesinde olan, gerçekten demokrat ruhlu aydınlardı. Pek çok yönetici, asker ve sivil aydın vatandaş bu gruptaydı. İkinci grup, köy ekonomisini elinde tutan, CHP’nin hazırladığı toprak reformunun karşısında olan, bu nedenle ekonomik çıkarlarını sürdürmek isteyenlerden oluşuyordu. Üçüncü grupta ise, karşıdevrimciler yer almıştı. Bunlar Atatürk döneminde sindirilmiş, susturulmuş, ancak laik devleti asla benimsemeyen ve şeriat düzeninin geri gelmesini isteyen kişilerdi. İkinci grupta bulunanlar ile karşıdevrimcilerin işbirliği yapmaları doğaldı. Bütün sorun, köylünün uyandırılmaması idi. Köylü eğitilirse hem ağanın hem de şeriatçının karşısına dikilecekti. Böylece hiçbir ideolojiye dayanmayan DP, kısa bir süre içinde bir yığın partisi durumuna geldi.”[11]

Demokrat Parti en çok oyu toprak ağalarının, aşiret reislerinin ve tarikat şeyhlerinin etkili olduğu yerlerden alıyordu. Seçimlerde, “Her mahallede bir milyoner”, “Her fabrika bacasının yanına bir minare” ve “Her köye yol” sloganlarının yanı sıra “Ezan’ın Arapça okunması” ve “Radyoda Kur’an okunması” vaatleri de etkili olmuştu. DP iktidarı, aslında CHP döneminde başlamış olan tam bağımsızlık politikasının terk edilmesi sürecini büyük ölçüde hızlandırdı.

DP, ismini ABD’deki Demokrat Partiden almış, tüzük ve programında da bu partiden çok yararlanmıştı. Türkiye, DP iktidarı döneminde, 1952 yılında NATO’ya girdi. Türk Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, Lizbon’da, Türkiye’nin NATO’ya kabul toplantısında şunları söyledi:

“Karşınızda büyük istekle ve kayıtsız şartsız işbirliği zihniyetiyle hareket etmeyi ilke edinen bir Türkiye bulacaksınız.”[12]

Kuruluş sürecinde ve iktidar olduğu dönemde ABD’den büyük destekler gören DP, ABD’nin yanında Kore’ye asker gönderdi, Avrupa Birliği’ne üyelik başvurusunda bulundu ve ABD’nin destekleriyle Ortadoğu’da SSCB’ye karşı Bağdat Paktı kurarak Batılı müttefiklerin yanında yer aldı. Böylece yeni palazlanmış olan burjuvazinin emperyalizmle ittifakı kuruldu, Türkiye Kemalist tam bağımsızlık politikasından daha da uzaklaştı, emperyalistlerin ortak ordusu olan NATO’nun sadık müttefiki ve ileri karakolu olması süreci hız kazandı.

Kimileri Türkiye’deki karşıdevrim sürecinin Demokrat Parti’nin kuruluşuyla başladığı görüşündedirler. Kimileri de 1945 yılını bir kırılma noktası olarak görürler ve Türkiye’nin, İkinci Dünya Savaşı sonunda Atlantik sistemine bağlanmakla karşıdevrim sürecine girmiş olduğunu savunurlar. Gerçekte ise karşıdevrim süreci, Atatürk’ün ölümüyle başlamıştır. Atatürk’ün 1938 yılında ölümü üzerine, Atatürk’ün yerine İsmet İnönü getirildi. İnönü’nün 1938-1950 yılları arasındaki “Millî Şef” konumu ve geniş yetkilere sahip olarak sürdürdüğü dönem, Kemalist politikanın temel ilkeleriyle çelişen bazı uygulamaların yer aldığı bir dönem oldu. Kemalizm’den geri dönüş süreci, yaygın bir kanı olduğu üzere 1950’de değil, Atatürk ölür ölmez, 1938’de başlamıştır.

İsmet İnönü, gelenek gereği istifa etmiş olan Celal Bayar’ı hükümet kurmakla yeniden görevlendirdi. Ancak, yeni kurulan hükümette önemli iki değişiklik vardı. İçişleri Bakanı Şükrü Kaya ve Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras yeni hükümette yoktu. İnönü’nün isteği üzerine, Cumhuriyet devrimlerinin uygulamasında en önde görev almış bu iki önemli bakana, yeni hükümette yer verilmemişti.

1939 Mart’ında, erken genel seçimler yapıldı; bu seçimlerde milletvekili adaylarının tümünü İnönü seçmişti. Atatürk’ün güven duyup yıllarca birlikte çalıştığı kadro milletvekili yapılmamıştı. Buna karşılık, Atatürk’le siyasi çatışma içine giren, Terakkiperver Fırka kurucuları başta olmak üzere, tüm karşı unsurlar Meclis’e alınmıştı. Atatürk döneminde Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği, Millî Eğitim Bakanlığı yapan ve ilk İnkılâp Tarihi derslerini veren Prof. Hikmet Bayur’un, Atatürk’ün ölümünden sonraki uygulamalar hakkındaki görüşleri şöyleydi:

“…Atatürk ölür ölmez, Atatürk aleyhine bir cereyan başlatılmıştır. Mesela, Atatürk’e bağlı olan bizleri İnkılâp derslerinden aldılar. Kendi adamlarını koydular. O dönemde Atatürkçülüğü övmek ortadan kalkmıştı.”[13]

Atatürk’ün ölümünün hemen ardından, Türkiye’nin Atatürk’ün vasiyetine rağmen Batı bloğuna yönelmesi, Türk-Sovyet ilişkilerinin bozulmasına sebep olmuştur. Atatürk’ün “Çağdaş medeniyetler seviyesine çıkma” hedefi İnönü döneminde çarpıtılarak “batılılaşma” şeklinde yorumlanmıştır. Sovyetlere sırt çevrilip, İngilizlerle ve Fransızlarla ittifak antlaşmaları yapılmıştır. Oysa Atatürk, bağımsızlığın, ancak ekonomik bağımsızlıkla mümkün olabileceğini görmüş, ölümüne yakın, “Türkiye tarafsız kalmalıdır, bir ittifak içine girmemelidir”[14] diyerek, vasiyet niteliğinde önermede bulunmuştur.

Atatürk, Kurtuluş Savaşı’nın en zorlu günlerinde, 1921 sonlarında şunları söylüyordu: “İlkbahara kadar üç ay içinde bu silahları elde edemezsek diplomasi kanallarıyla bir çözüm aramak zorunda kalacağız. Bunu arzu etmiyorum. Biliyorum ki Batı ile uyuşma, Türkiye’nin kaçınılmaz olarak köleleştirilmesi anlamına gelecektir.”[15] Batı emperyalizmi için de şunları söylemiştir: “Biz, Batı emperyalizmine karşı yalnızca kurtuluşumuzu sağlamak ve bağımsızlığımızı korumakla yetinmiyoruz. Aynı zamanda, Batı emperyalistlerinin güçleri ve bilinen araçlarıyla Türk milletini emperyalist politikalarına araç olarak kullanmak istemelerine engel oluyoruz. Bununla bütün insanlığa hizmet ettiğimize inanıyoruz.”[16]

Türkiye Cumhuriyeti Devleti yabancı bir ülkeye imtiyaz tanıyan ilk anlaşmayı Demokrat Parti’den çok önce, 1 Nisan 1939 günü yapmıştı. 5 Mayıs günü yürürlüğe giren bu anlaşmaya göre, Türkiye ABD’ne “Gerek ithalat ve ihracatta ve gerekse diğer tüm konularda en ziyade müsaadeye mazhar ülke statüsü” tanıdı. Ayrıca, ABD sanayi malları için yüzde 12 ile yüzde 88 arasında değişen oranlarda gümrük indirimleri sağlandı.

Atatürk’ün ölümünden yalnızca altı ay sonra Türkiye, 12 Mayıs 1939’da İngiltere, 23 Haziran’da da Fransa ile iki ayrı anlaşmaya imza attı. Sovyetler Birliği’nde büyük rahatsızlık yaratan bu anlaşmalar, 19 Ekim 1939 tarihinde İngiltere, Fransa ve Türkiye arasındaki “üçlü ittifak anlaşması” durumuna getirildi. Anlaşmanın yapıldığı günlerde Almanya, İngiltere ve Fransa ile savaş halindeydi ve bu anlaşma, Hitler’in Türkiye’yi işgal planı içine almasına neden olmuştu. Anlaşmadan sonra, Sovyetler Birliği ile ilişkiler bozulmuş, Almanya’nın tepkisi çekilmiş ama neredeyse hiçbir şey kazanılmamıştı. Ancak çok önemli bir şey yitirilmişti: On beş yıl boyunca uygulanan tam bağımsız ve bağlantısız Kemalist dış politikadan vazgeçilmiş ve yeniden “Batıya bağlanma” sürecine girilmiş, Atatürk’ün ölümüne dek yaptığı uyarılar ve bıraktığı vasiyet yerine getirilmemişti. Oysa bunlar Türk Devrimi’nin özünü oluşturuyordu.

İsmet İnönü, “Üçlü İttifak Anlaşması”nın yapıldığı günlerde kendisiyle görüşen Daily Telegraph gazetesinin muhabirine şunları söylemişti:

“İngiliz milletine Türk milletinin muhabbetli selamlarını bildirmenizi rica ederim. Türkiye Cumhuriyeti ile ittifakı İngiliz milletinin samimiyetle karşıladığını görmek bizi çok sevindirmiştir. Bu ittifakı ilham eden siyasete samimi yardımından dolayı bilhassa İngiliz matbuatına (basınına) müteşekkirim. İttifaka karşı samimi olduğu kadar da üstlendiği yükümlülükleri yerine getirme azminde olan Türk milletinde, İngiliz milleti sadık bir müttefik bulacaktır.”[17]

Atatürk döneminde kapatılmış olan Mason locaları da İnönü döneminde yeniden açıldılar.

İsmet İnönü, İngilizler için yaptığı açıklamanın bir benzerini beş yıl sonra Amerikalılar için yapacaktır. ABD ile yapılan “yardım” anlaşması nedeniyle yaptığı radyo konuşmasında şunları söyleyecektir:

“Büyük Amerika Cumhuriyeti’nin ülkemiz ve ulusumuz hakkında beslemekte olduğu yakın dostluk duygularının yeni bir örneğini teşkil eden bu sevinçli olayı (yardım anlaşmasını) her Türk candan alkışlamalıdır.”[18]

İnönü ile Atatürk’ün görüşleri arasındaki niteliksel karşıtlık, zaman içinde yeni koşulların sebep olduğu bir karşıtlık değildi. 1919’da daha Samsun’a çıkmadan önce İstanbul’dayken İsmet İnönü, Atatürk’e yazdığı bir mektupta şöyle demişti: “Bütün memleketi parçalamadan ülkeyi bir Amerikan denetimine bırakmak, yaşayabilmek için tek uygun çare gibidir.”[19]

Amerikan donanmasının Missouri Zırhlısı, 5 Nisan 1946’da İstanbul’a gelmiş ve büyük törenlerle karşılanmıştı.[20] O sıralarda Başbakan Şükrü Saracoğlu, Amerika’ya olan 4.5 milyon dolarlık borcun ödenmesi üzerine yaptığı konuşmada şöyle söylüyordu:

“Hepimiz inanıyoruz ki, biz bu parayı vermekle borcumuzun yalnız maddi kısmını ödüyoruz. Amerika’ya bir de manevi borcumuz vardır ki; onu da hürriyet, adalet, istiklâl ve insanlık davalarında Amerika’nın bulunduğu saflarda bulunmak suretiyle ödemeye çalışacağız.”[21]

Aynı günlerde bazı CHP milletvekillerinin mecliste söyledikleri, inanılır gibi değildir. CHP İstanbul Milletvekili Hamdullah Suphi Tanrıöver, “Dünyaya ışık nereden geliyor? Bu ışığın bir kaynağı var. Işık Amerika’dan geliyor. Ümit nereden geliyor? Amerika’dan geliyor” diyordu. Bursa Milletvekili M. Baha Pars ise şunu söylüyordu: “Bugün bu büyük milletin, Amerika’nın insanlığa yaptığı yardımı hatırlayıp teşekkür ederken, peygamber gibi temiz ve kusursuz Roosvelt’i ve onun halefi olan, kıymetli devlet ve millet adamı Truman’ı hürmetle selamlarım.”[22]

Endüstrileşmiş kapitalist ülkeler, geri kalmış ülkeleri açık Pazar olarak kullanabilmek için endüstrileşmelerine izin vermezler, onları liberal bir ekonomik düzen içinde kendi sömürüleri için açık tutmayı tercih ederler. Türkiye sanayileşme çabası içindeyken, bu çaba emperyalist Batı tarafından bir tehdit olarak görülüyor, engellenmeye çalışılıyordu. Tam bağımsızlık ilkesi ve bu ilkeye bağlı olan dış politikamız da emperyalist Batı’nın önünde önemli bir engel oluşturuyordu. Bu konuda, ünlü İngiliz ekonomi dergisi “The Economist”in çeşitli tarihlerde Türkiye ile ilgili olarak yayınladığı makalelere bakmakta fayda var:

“…Yabancı sermaye sorunu kendilerini kısır bir döngü içinde bulan Türk liderlerini düşündürmeye devam etmektedir. Bağımsızlığını ve Türklerin deyimiyle ‘ulusal bütünlüğünü’ koruması için, ülkenin zengin doğal kaynaklarını bir an önce geliştirmesi zorunludur. Bu ise ancak yabancıların yönetsel katkısı ve mali desteğiyle gerçekleşebilir. Özellikle büyük bir dış borç altına girilmesi, ya da yabancılara geniş ayrıcalıklar tanıyan bir politika uygulanması hızlı bir üretim artışı sağlayabilir. Ancak her şeyden önce Cumhuriyet yönetiminin mutlu yalnızlık ve mutlak bağımsızlık tutkularından vazgeçmesi gerekmektedir.” (The Economist, 11 Nisan 1925)[23]

“… Hükümet endüstri hayatını geliştirmek istiyorsa yabancı firmalara bazı kolaylıklar göstermek zorundadır.” (The Economist, 26 Haziran 1926)[24]

“… TBMM tutanaklarından da görüleceği gibi savaş sonrası Türkiye’sinin liderleri yoğun ve sürekli bir kalkınma hamlesinin ‘anavatana’ sağlayacağı yararları çok iyi bilmektedirler. Ne var ki bu hedefe ulaşmak için büyük paralar harcamak zorunludur ve Türkiye’de bu para yoktur. Demek ki bu paranın yabancı para piyasalarından gelmesi gereklidir. Devletin yüksek çıkarları, Türk bakanlarının yabancı kapitalistlere karşı takındıkları olumsuz tavrı bir kez daha gözden geçirmelerini ve yabancı sermayeye güven verecek önlemlere yönelmelerini gerektiriyor.” (The Economist, 7 Haziran 1930)[25]

12 Temmuz 1947’de ABD ile Türkiye arasında, “Marshall Yardımı” diye bilinen anlaşma yapıldı. 1925 yılında temelleri atılmış olan uçak fabrikalarımız, bu anlaşma çerçevesinde 1950 yılında Makine ve Kimya Endüstrisi Kurumu’na (MKEK) devredildi, daha sonra da kapatıldılar.

Prof. Dr. Sami Güven, “1950’li Yıllarda Türk Ekonomisi Üzerine Amerikan Reçeteleri” adlı kitabında konuya şöyle açıklık getirmekte:

“Türkiye’nin 1947 yılında Marshall yardımından yararlanması şu gerekçeyle kabul edilmiştir: Savaştan yıkık çıkan Avrupa’nın gıdaya ve hammaddeye ihtiyacı vardır. Türkiye aldığı yardımlarla tarımını geliştirecek ve Avrupa’nın gıda ve hammadde deposu haline gelecektir. Buna karşılık sanayi mamülleri Avrupa’dan alınacaktır. Böylece Atatürk döneminde amaç, sanayi ülkesi olmak iken, Marshall yardımı ile amaç Avrupa’nın tarım ülkesi olmaktır.”[26]

Amerikalı sözde uzmanların, Hilts, Baker, Thornburg’un raporlarının uygulanması da bu anlaşma yoluyla olmuştur.

Hilts Raporu, 1948-1950 yıllarında ABD Federal Kara Yolları Bürosu Genel Müdür Yardımcısı Hilts’in başkanlığında bir heyet tarafından yazılmıştı. Türkiye’nin demiryolu yapımından vazgeçmesini ve karayolu yapımına öncelik vermesini, “Türkiye’nin Yol Durumu” başlıklı bu rapor sağlamıştır.

Baker Raporu, 1949-1950 yıllarında Dünya Bankası yöneticisi Baker başkanlığındaki heyet tarafından hazırlanmıştı. “Türkiye’nin Ekonomisi” başlığını taşıyan bu rapor, Türkiye’nin önceliğinin tarıma yönelmesi olduğunu vurgulamıştı.

Thornburg Raporu, 1949 ve 1950 yıllarında ABD Dışişleri Bakanlığı’nda petrol danışmanı olan Max Weston Thornburg ve arkadaşları tarafından yazılan “Türkiye’nin Bugünkü Ekonomik Durumu” ve “Türkiye Nasıl Yükselir?” başlıklı iki rapordan oluşuyordu. Bu raporlar, özelleştirmenin önünün açılmasından, Sümerbank, Etibank, Karabük Demir-Çelik gibi kuruluşların özelleştirilmesi veya tasfiye edilmesi gerektiğinden, uçak ve uçak motoru fabrikalarının ekonomik olmadığından kapatılmalarının uygun olacağından söz etmekte; uçak, otomobil, traktör gibi teknoloji gerektiren malzemelerin dışarıdan alınmalarının daha ekonomik olacağını dikte ediyorlardı.

Truman Doktrini’nin ve buna bağlı olarak yapılan Marshall Yardımı anlaşması, Türkiye’nin kazanımlarının kaybedilmesiyle sonuçlanmıştır. Türkiye, ABD’nin çıkarları doğrultusunda, yıllarca kurmaya çalıştığı sanayileşmeden vazgeçmiş, kendisine biçilen tarım ülkesi rolünü üstlenmiştir. Marshall yardımı anlaşması, Türkiye’nin günümüzde samanı bile ithal eder hale gelmesi sürecinde önemli bir dönüm noktasıdır.

Cumhuriyet rejimi kurulunca, Atatürk’e en çok direnenler Osmanlı’nın Batı yanlıları olmuştu. Fâlih Rıfkı Atay, İttihatçı Cavit Bey’in Batı yanlısı görüşlerini şöyle yansıtıyor:

“…Büyük Avrupa devletlerinin yardımı olmaksızın ve bu yardımı sağlayacak ödünleri vermeksizin, Anadolu’nun ortasında tek başımıza devlet kurup yaşamamız olanak dışıdır.”[27]

Atatürk, bu görüşleri nedeniyle Cavit Bey’i astırmıştır.

Bir taraftan da Türkiye kamuoyuna “ABD demokrasi getiriyor” propagandası yapılıyordu. O kadar ki, 10 Haziran 1946’da Cemiyetler Kanunu değiştirilerek, sınıf esasına dayalı cemiyet kurmak serbest bırakıldı. Hemen 10 gün sonra Şefik Hüsnü önderliğinde Türkiye Sosyalist Emekçi Köylü Partisi (TSEKP) ve Esat Adil Müstecaplıoğlu başkanlığında Sosyalist Parti (SP) kuruldu. Ancak 1946’nın Amerikancıları bu iki partiye altı ay dayanabildiler. TSEKP kapatıldığında, 13 ilde örgütü ve İstanbul’da 10 bin işçi üyesi vardı. Şefik Hüsnü ve arkadaşları ağır cezalara çarptırıldılar. 1954 yılında Hikmet Kıvılcımlı tarafından kurulan Vatan Partisi de aynı uygulamalarla karşılaştı.

Celal Bayar, 1950 yılında “Türkiye’yi küçük Amerika yapacağız” derken, aslında 1945 yılındaki Atlantik’e bağlanma programının altını çizmişti. Küçük Amerika olmak, Atlantik sistemine bağlanan Türkiye’de iktidar ve ana muhalefetiyle yeni sistemin ana programını ifade ediyordu. Oysa CHP, iktidarı DP’ye teslim etmeden, hatta DP daha kurulmadan önce bu çizgiye girmişti. Küçük Amerika olmak amacını ilk açıklayan, Celal Bayar’dan beş yıl önce, CHP hükümetinin genç bakanı Nihat Erim’di.

Mahir Çayan’a göre de 1924’de CHP’de egemen olan anti-emperyalist yön, II. Dünya Savaşı’ndan sonra tali yöne dönüşmüştür. Çayan, Kemalizm’in anti-emperyalist özelliğini över, bu özelliğinden dolayı da devrimci mücadelede en önemli müttefik olarak görür, ancak CHP’nin anti-emperyalist özelliğini yitirmesini onun bir küçük burjuva partisi olması ile ilişkilendirir. “Kemalizm ‘Sağ-Sol’ ve Asker-Sivil Aydın Zümre” başlıklı yazısında şöyle diyor:

“Kemalizm, küçük burjuva devrimciliğinin, işgal altındaki bir ülkede -Türkiye’de- emperyalizme karşı bir isyan bayrağıdır. Kemalizm, emperyalizmin boyunduruğu altındaki bir ülkede doğu halklarının Millî kurtuluş bayraklarını yükselten, emperyalizmi yenerek, Millî kurtuluş savaşlarını açan bir küçük burjuva Millîyetçiliğidir. Türkiye’deki küçük burjuvazinin en radikal çizgisi olan Kemalizm’i karakterize eden yalnızca ‘millî kurtuluşçuluk’ ve ‘laiklik’ öğeleridir. Eşyanın doğası gereği Kemalizm’in belirli bir iktisat politikası yoktur ve olmamıştır. Küçük burjuvazinin emekle sermaye arasında bocalayan genel niteliği, Kemalizm’in iktisat politikasında yansımaktadır. İçinde bulunulan evrenin koşullarına göre yön değiştiren, bazen özel teşebbüsçü yanı bazen de devletçi yanı ağır basan bir iktisat politikası vardır Kemalizm’in. Kemalizm’i bugüne kadar ayakta tutan, ona ruh veren Millî bağımsızlıkçı niteliğidir. Kemalizm’in anti-emperyalist niteliği bir tarafa bırakılırsa, ortada Kemalizm diye bir şey kalmaz. Bu nedenle ancak emperyalizmin karşısındaki saflarda yer alanlar Kemalizm’e sahip çıkabilirler. Emperyalizmle uzlaşarak, anti-emperyalist hareketleri kınayanlar, emperyalizmin iktidar aracı olan Filipin tipi demokrasiye kanat gerenler, sağında da olsa Kemalist saflarda yer alamazlar. (…) Niteliği gereği, anti-emperyalist saflarda er veya geç yerini alacak olan küçük burjuvazinin bu en bilinçli zümresinin II. Millî kurtuluş savaşındaki[28] yeri çok önemlidir. Fakat bu zümrenin en devrimci çizgisi olan Kemalist çizgi ile bu zümre karıştırılmamalıdır. Bugün işçi sınıfının bilinç düzeyi ne kadar düşükse, bu zümrenin bilinç düzeyi de o kadar düşüktür. Emperyalizmin ihraç metaı olan anti-komünizm şartlanmasının büyük ölçüde etkisi altında olan bu zümrenin önemli bir kesimi emperyalizm olgusundan habersizdir. Ve ‘Gardırop Atatürkçülüğü’ ile Kemalizm’i birbirine karıştırmakta, Kemalist kökleriyle bağlarını kaybetmiş olan CHP’nin dümen suyunda rota takip etmektedirler.”[29]

Ancak Çayan, yine de CHP’nin o zamanın sağdaki en büyük partisi olan Adalet Partisi’yle aynı paralelde görülmemesi gerektiğini de vurgular:

“Şunu özellikle belirtelim ki, bugün emperyalizmle uzlaşmasına, sermaye çevreleri ve taşra mütegallibesiyle (zorbalarıyla) ‘Orta Sol’ paravanası altında flört etmesine rağmen CHP, AP ile aynı paralelde görülemez. Temelde küçük burjuva reformist unsurlara dayanan bu partide, bugün için tali durumda da olsa, anti-emperyalist ve halkçı unsurlar yer almaktadır. Fakat içinde ‘anti-emperyalist unsurlar da var’ diye de emperyalizmle uzlaşan bu partiyi, akıl almaz bir tutumla Kemalist ilan edemeyiz.”[30]

Cumhuriyet Halk Partisi, 9 Eylül 1923’te “Halk Fırkası” adıyla kurulmuştu. Partinin kurulmasından çok kısa bir süre sonra, 1 Ocak 1925’te Dr. Şefik Hüsnü’nün CHP’nin küçük burjuva yapısı hakkında söyledikleri ilginçtir. Şefik Hüsnü daha o günden geleceği görmüştür:

“İktidardan yararlanarak bir kısım küçük ve orta sermayenin sahipleri cüretli işlerle büyük güce sahip olur, artık ekonomik baskı istemezler. Zorunlu olarak yabancı sermaye ile işbirliği ederler. Hükümete baskıda bulunurlar. Halk Fırkası bu iniş üzerindedir. Bu küçük burjuva fırkasına mensup nüfuzlu üyelerin sermayeleri arttığı oranda devrimciliği azalacaktır.”[31]

Köy Enstitüleri’nin kapatılması da Cumhuriyet döneminin kazanımlarına vurulmuş bir darbedir.

1936’da kurulan Köy Enstitüleri, Batı’ya öykünmeyen, ulusal bir eğitim felsefesinin ve sisteminin ülkemizdeki ilk ve tek uygulamasıydı. Enstitülerden mezun olanlar köylerine dönecek, orada üreticilerin işbirliğinin öncülüğünü yapacaklar, köylünün bilinçlenerek kalkınmasına yardımcı olacaklardı. Böylece her alanda kalkınma hamlesi köylere kadar yayılacak, köyden kente göç de engellenecekti. Bauhaus’un kolektif iş eğitimini örnek alan ve Bauhaus ilkesinin tarım alanındaki uygulamasının çok iyi bir örneği olan bu enstitüler kısa süre sonra gerici, karşıdevrimci odakların, özellikle de toprak ağalarının tepkisiyle karşılaştılar ve 1947’de kapatıldılar.[32]

Bazı solcu aydınlarımız, Köy Enstitüleri’ni köylülüğü geliştirme amacı taşıdıkları için sanayileşmenin karşısında bir engel olduğu gerekçesiyle eleştirirler. Attila İlhan da bu kanıdadır. Attila ilhan, “Kırsal bir yaşantı içinde bulunan ülkelerde, okuma yazma seferberliğine girişmek akıntıya kürek çekmektir, ancak sanayi düzeni ve örgütlenmesiyle at başı yürütülecek bir ulusal eğitim seferberliği sonuç verebilir” diyor ve “Hangi Sol” adlı kitabında şöyle yazıyor:

(…) Köy Enstitüsü girişimi, köylüyü kırsal alanda tutmak gibi bir amaç ardındaydı. Sanayileşmenin getireceği şehirleşmeyi öngörmüyor, göremeyince de Rousseauvari bir cennet köy düşünü somutlaştırmaya çalışıyordu. Köylü köyünde derebeylik zanaatlarının bir üst derecede gelişmesiyle hayatını şenlendirecek, bu arada okuma yazma öğrendiği, kültür seferberliğinden geçtiği için de köy odasında mandolinle Mozart çalarak Avrupalılaşacaktı. Bu amacın, köylünün proletaryalaşmasını önlemek gibi nasıl bir hinoğlu hinliği gizlediğini Türkiye’de ne o zamanın ne de bu zamanın toplumcuları anlayabilmişlerdir.”[33]

Attila İlhan’ın görüşlerinde doğruluk payı yok değil, ancak Atatürk’ün önderliğinde yapılmış olan devrimin, sosyalist bir devrim değil, burjuva demokratik devrimi olduğu gerçeğini unutmamamız gerek. Türk Devrimi Sosyalist bir devrim olmamakla birlikte, her burjuva demokratik devriminde olduğu gibi, onu bir tohum olarak içinde taşıyordu. “Çağdaş medeniyetler seviyesine ulaşmak” ideali, kaçınılmaz olarak, sürekli devrimlerin gerekliliğini ifade ediyordu; çünkü çağdaş uygarlık seviyesi sabit duran bir seviye değildir, diyalektik gereği, kendi karşıtlarıyla bazen çarpışarak, bazen birleşerek gelişir. Köy Enstitüleri olgusuna da bu süreçteki konumu itibariyle bakmak doğru olur. Cumhuriyet’in kurulduğu yıllarda üretim güçlerinin kapitalizm öncesi aşamada olduklarını, yani toplumun çok büyük kesiminin köylü olduğunu göz önüne almamız gerekir. Yeni bir ülke kurulmuştu, tüm toplum yalnız ekonomik olarak değil, kültürel olarak da yeni baştan inşa ediliyordu. Bu yeniden inşa etme sürecinin köylüyü de kapsaması için sanayileşmeyi ve köylünün kente göç etmesini beklemek doğru olamazdı. Bu arada çok sayıda Kemalist ve Sosyalist aydının Köy Enstitüleri’nden yetişmiş olduğunu hatırlayalım.

Halkevleri de Türkiye‘nin ilk yıllarında, Mustafa Kemal Atatürk‘ün düşüncesiyle yeni bir toplum inşa etmek için atılan adımlardan biriydi.

Halkevleri, 19 Şubat 1932’de, ilk olarak 14 ilde kurulmuştur. Halkevlerinin kuruluş amacı; Türk halkının çağdaş medeniyetler seviyesine ulaşmasını ve yapılan devrimlerin yerleşmesini sağlamaktı. Cumhuriyet Halk Partisi programında yer alan şu ifade de bunu doğrulamaktadır:

“Klasik okul yetiştirmesi dışında, yığına, devamlı ve Türkiye’nin ilerleyiş yollarına uygun bir halk eğitimi vermeyi önemli görürüz. Bu hizmet için çalışan halkevlerini devlet, imkân elverdiği kadar koruyacaktır.”[34]

Halkevleri, etkin olarak varlık gösterdiği yıllarda önemli çalışmalar yapmıştır. Pek çok yayın ve eser ortaya koymuş, pek çok insanın kültür ve siyaset ortamına katılmasını sağlamıştır. Halkın bir araya toplandığı, çeşitli etkinlikler içinde yer aldığı ya da halkevi ve halk odalarının en önemli özelliklerinden birisi yaygın “halk okulu” hizmeti görmeleriydi. Bu temelde halkevleri, dil-edebiyat, güzel sanatlar, tiyatro, spor, sosyal yardım, halk dershaneleri ve kurslar, kütüphane ve yayın, köycülük, tarih ve müze olmak üzere çeşitli kollara ayrılmıştı. 1939’a gelindiğinde 40.000 üyesi bulunan 185 halkevi vardı. Atatürk’ün öncülüğünde altyapısı hazırlanarak açılan halkevleri, Adnan Menderes tarafından 1951 yılında kapatıldı.

Halkevleri, 1961 yılında Türk Kültür Ocakları olarak yeniden açıldı. Daha sonra Halkevleri Derneği adıyla bugünkü dernek statüsüne kavuşturuldu.

27 Mayıs 1960 Devrimi, Türkiye’yi kısa bir süre için yeniden Atatürk Devrimlerini yoluna sokar gibi oldu. Ancak, 27 Mayısçılar tarafından yapılan 1961 Anayasası’ndan Kemalizm’in ideolojisinin “altı ok”la simgelenmiş olan altı temel ilkesi çıkarılmıştı. Yine de 1961 anayasası en özgürlükçü anayasaydı ve sosyalizmin yasal örgütlenmesinin önünü açtı. Millî Bakiye sisteminin yürürlükte olduğu 1965 genel seçimlerinde, Türkiye İşçi Partisi, yüzde 2,7 oy alarak 15 milletvekiliyle mecliste grup kurdu.

12 Mart 1970 ve 12 Eylül 1980 Amerikancı darbeleriyle Kemalist Devrim süreci tam tersine döndü. Bu süreçte kurulan ve Demokrat Parti’nin devamı olduğunu söyleyen tüm gerici ve liberal partiler, Demokrat Parti’ye destek veren tüm karşıdevrimci unsurları bünyelerinde topladılar, emperyalist güçlerle iş birliğini sürdürdüler ve “sineye çekmek zorunda kaldıkları” Atatürk Devrimlerine karşı mücadeleye devam ettiler, laiklik karşıtı feodal gericiliğin, sınır tanımaz vahşi kapitalizmin ve emperyalist güçlerle iş birliğinin adresi oldular.

  1. Dünya savaşı sonrasında, uluslararası sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda, ABD’nin önderliğinde yeni bir dünya kuruluyor, Türkiye’deki sermaye sınıfı da Demokrat Partisi’yle ve CHP’siyle bu yeni dünyada yerini almak istiyordu. Kârını büyütmek amacıyla Batı kapitalizmiyle bütünleşmek isteyen Türkiye sermaye sınıfı, Amerika öncülüğünde komünizme karşı başlatılan soğuk savaşta taraf olmak için elinden geleni yaptı. Sovyetler Birliği’ne karşı kurulmuş olan NATO’nun ileri karakolu olma görevini üstlendi.

NATO, yalnızca askeri bir örgütten ibaret değildi; kendine bağlı olan ülkelerde komünizmle mücadelenin karargâhı kontrgerilla örgütlenmesiydi. Liberalizm, komünizme karşı panzehir olarak İslâmcılığı seçmişti; Tarikatlar, yani İslâmcılık burada devreye girdi; komünizmle mücadele tabanda İslâmcılara devredildi. Seferberlik Tetkik Kurulu elemanları, komünizmle mücadeleyi CIA şefleriyle birlikte yönetiyorlardı.

Fethullah Gülen de bu konseptin ürünü olarak ortaya çıktı. Fethullah Gülen, siyasi çalışmalarına Komünizmle Mücadele Dernekleri’nde başlamıştı, bu dernekler de NATO tarafından kurulmuşlardı. AKP kadrolarının içinden çıktığı Nakşıbendi Tarikatı da bu derneklerin tezgahından geçmişti. AKP, Türkiye’nin egemen sınıflarının komünizm düşmanlığının Türkiye’ye kesilmiş acı faturasıdır. Alparslan Türkeş’in önderliğindeki MHP de bu dönemin ürünüdür. 1968 yılındaki kongresinde MHP, İslâm açılımı yaptı ve Turancılık olan hedefini “Türk-İslâm Ülküsü” olarak değiştirdi, bu açılımdan sonra komünizmle mücadelenin sokak gücüne dönüştü. CHP, Altıok’tan daha da uzaklaşarak Türkiye’nin sermaye sınıfının ihtiyaçlarına göre biçimlendi.

Demokrat Parti iktidara geldiğinde CHP, Türkiye’yi Batı’ya bağlayan anlaşmaların çoğunu tamamlamıştı ve Türkiye, dönüşü olmayan bir yola girmişti. Türkiye’de 50 yıldır hemen hemen tüm partiler denenmiş olmasına rağmen hiçbir dönemde sorunlara çözüm bulunamadı; çok kısa sürede büyük başarılar elde etmiş olan Kemalizm’den hızla uzaklaşıldı. Bugün Türkiye’deki sistem partilerinin tamamı, isimleri ve programları ne olursa olsun, birbirlerinden pek de farklı olmayan ortak bir ekonomik-politik çizgi izliyorlar. Birleştikleri ortak payda, her alanda belirleyici duruma gelen ve kadar süreçlerini uluslararası tekellerin belirlediği, küresel politikalardır.

12 Eylül faşizmi de laiklikten uzaklaşmasının önünü açtı. Aydınlar Ocağı, 1970 yılında, 15-16 Haziran İşçi Eylemlerinden kısa bir süre önce kurulmuştu ve kökeni Ülkü Ocakları’na dayanıyordu. Ülkü Ocakları “Türklük ve Müslümanlık birbirinden ayrı düşünülemez” tezini savunuyordu ve bu tez doğrultusunda “Türk İslâm Sentezi”ni formüle etmişti. 12 Eylül yönetimi de bu formülü benimsedi. Sosyalist hareketlerin bastırılması için askeri darbe yeterli değildi, siyasal İslâm da devreye sokulmalıydı. Darbeden hemen sonra subaylar, Erbakan’ın Millî Selamet Partisi’nden bir dönem milletvekili adayı olan Nakşıbendi Turgut Özal’a başbakan yardımcılığı görevini tebliğ ettiler. Madeni Eşya Sanayicileri Sendikası (MESS) başkanı olarak sanayi sermayesinin sözcülüğünü yapmakta olan Turgut Özal, darbeden sonra ekonomiden sorumlu başbakan yardımcısı oldu. İlk ve Ortaokullara zorunlu din dersleri kondu.

Tüm bunlar “Camiler kışlamız, minareler süngümüz” diyen Recep Tayyip Erdoğan için hazırlıktı. AKP’nin iktidara gelmesi ve rejimin giderek tek adam rejimine dönüşmesiyle, zaten her geçen gün uzaklaşılmakta olan, demokratik, laik, hukuk devleti ilkelerinden hızlı bir kopuş gerçekleşti. Daha Atatürk ölüm döşeğindeyken başlayan karşıdevrim, demokrasinin askıya alınması ve hukukun tarafsızlığının ortadan kaldırılmasıyla önemli bir ivme kazandı; karşıdevrimin özellikle laiklik karşıtı, gerici, şeriatçı kanadı önemli mevzileri ele geçirdi. Recep Tayyip Erdoğan’ın hâlâ aklımızda olan “kindar ve dindar nesil yetiştirmek” ve “hem laik hem Müslüman olunmaz” sözleri bunun işaretiydi. Kamusal alanlarda türban yasağının kaldırılması, laiklik ilkesine karşı olan gerici güçlerin önemli bir adımıydı. “Demokratikleşme”, “askeri vesayetin kaldırılması” ve “dinsel inançlara uygun yaşama özgürlüğü” gibi söylemler de Anayasa değişikliklerine “yetmez ama evet” diyen, tarikatları ve cemaatleri demokratik kitle örgütü olarak niteleyen sözde solcu liberallerin oyuna gelmelerini kolaylaştırdı. Böylece, bunun laikliğe karşı kurulmuş bir tuzak, bir “Truva Atı” olduğunu söyleyen sesler çok cılız kaldı.

Cumhuriyetle birlikte kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB) ise, günümüzde adeta Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Şeyhülislam’ın görevini üstlenmiş görünüyor. Soğuk savaş döneminin SSCB ve sosyalizm karşıtı politikaları ve arkasından gelen yeşil kuşak projesi sonucu, tarikatların ve cemaatlerin topluma ve siyasete egemen olmalarının yolu açıldı; DİB da laiklikten giderek uzaklaşılan bu süreçte kuruluş amaçlarından saptırıldı, şeriat hukukunun geçerli olmasına yönelik dayatmada önemli rol üstlendi. DİB, cemaatler ve tarikatlar, Millî Eğitim Bakanlığı ile iç içe geçerek bu süreci hızlandırmaktalar. DİB’nın bütçesinin sekiz bakanlığın bütçesinden fazla olması da doğal olarak ona verilen bu görevin bir gereği. Sol elle yemenin şeytan işi olduğunu, âdet görmekte olan kadının Kur’an-ı Kerim’e dokunmaması gerektiğini söylemeye kadar varan, kız çocuklarıyla evlenmeyi, ensest ilişkiyi caiz kılan fetvalarını şaşkınlıkla ve kaygıyla izliyoruz. Diyanet İşleri Başkanlığı, Kuran kursları, Diyanet dergisi, gençlik kampları ile ve Millî Eğitim Bakanlığı ile birtakım protokoller yaparak eğitimde de önemli bir rol oynamaya başladı. Tarikatlar ve cemaatler tüm devlet kurumlarında örgütleniyor. Şeriat rejimiyle yönetilmekte olan komşumuz İran, bizim yüzölçümümüzün iki katı yüzölçümüne sahip, buna rağmen bizim camilerimizin sayısı İran’daki cami sayısından çok fazla. Camilerimizin sayısı tüm İslam ülkelerindeki camilerin %60’ını oluşturuyor. Bu camilerin çok büyük kısmının ihtiyaç olduğu için değil, tamamen siyasi güç gösterisi ve Türkiye’yi bir İslam ülkesiymiş gibi gösteren bir algı yönetimi yaratmak amacıyla yapıldıkları son derece açık. Siyasetini eğitimsiz, kültürsüz toplum kesimlerinin dinî duyguları üzerinden yürüten dinci iktidar, her başı sıkıştığında başvurduğu Ayasofya Müzesi’ni cami yapma vaadini de bu arada gerçekleştirdi. Açılış, Diyanet İşleri Başkanı’nın cumhuriyetimizin kurucularına lanet okuyan hutbesiyle yapıldı ve Türkiye’nin dört bir tarafından taşınmış kalabalıklarla tam bir şeriat gösterisine dönüştü. Ayasofya’da, müze olmasına rağmen uzun süredir günde beş vakit ezan okunduğunu ve bir bölümünde namaz kılınabildiğini biliyoruz. Bu nedenle dinsel olmaktan çok siyasi olduğu çok açık olan Danıştay’ın bu kararı, emsal gösterilebilir olmasıyla laiklik karşıtı birçok kararın alınmasını kolaylaştıracak gibi görünüyor.

Örneklerin hepsini saymaya kalkarsak ciltler dolusu kitap yazmak gerekir. Kahramanmaraş ve Çorum katliamlarını, Sivas’ta Madımak Oteli’nin yakılmasını unutmadık.

Başta ana muhalefet partisi CHP olmak üzere birçok sistem partisi bu süreç karşısında “dindar kesimin oyunu kaybederiz” endişesiyle çekingen davrandılar ve sessiz kalmayı tercih ettiler.

Diğer taraftan Kemalist ideoloji Atatürk’ün ölümünden itibaren komünizme, sosyalizme, kısacası tüm sola ve hatta tüm demokrasi yanlısı eğilimlere karşı yürütülen baskıların ve beyin yıkamaların dayandırıldığı bir kılıf yapıldı. 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinin amacı, sosyalizmin oluşumuna temel oluşturabilecek, gelişimine katkı sağlayabilecek ne varsa ortadan kaldırmaktı. Bu darbeleri izleyen “ara rejim” dönemlerinde, kapitalizmin ve emperyalizmin çıkarları doğrultusunda her ne yapıldıysa Atatürkçülük maskesi arkasında yapılmıştır. Kemalizm’in sol düşmanlığına ve sosyalizm karşıtlığına araç olabilmesi için, açıkça ve çok pervasız saptırma çabaları yıllarca sürdürülmüştür ve sürdürülmektedir.

Atatürk’ü tahrif etme, Kemalizm’i bambaşka bir içeriğe ve anlama indirgeme çabaları, genellikle Kemalizm ile sosyalizm arasında ilişki kurulmasını önlemeye yöneliktir. Çünkü Kemalizm ile sosyalizm arasında bir ilişki kurulmasının nelere yol açabileceğini, egemen ve gerici çevreler pek çok Kemalist’ten ve pek çok sosyalistten daha iyi görmektedirler. Türkiye, 1930’lu yıllardaki en büyük ekonomik atılımını “biz devlet sosyalistiyiz” diyerek gerçekleştirmiştir. Kemalizm ile sosyalizm arasında duvarlar yoktu, bu duvarlar gericiler tarafından, özellikle 1945 sonrasındaki Atlantik döneminde örüldü; bir taraftan rozet ve heykel üzerine dayalı bir Atatürk putperestliği pompalanırken, diğer taraftan Kemalizm’in sosyalizm karşıtı bir hareketmiş gibi gösterilmesi çabaları sistemli bir şekilde sürdürüldü. En çok Atatürk heykelinin 12 Eylül darbesinden sonraki dönemde yapılıp dikilmiş olması bunun göstergelerinden biridir.

Geri bıraktırılmış, yarı sömürge ülkelerdeki burjuvazi artık devrimci özelliğini yitirir ve emperyalist güçlerle iş birliği içine girer. Bu ülkelerdeki küçük burjuvazinin niteliği de kapitalist-emperyalist ülkelerdekinden farklıdır. Bu sınıf ekonomik çıkarları ve sınıfsal konumu gereği, emperyalizme ve iç sömürücü güçlere karşı net bir tavır alamaz. Bir kısmı büyük burjuvazi gibi gerici ittifakın içinde yer alır, bir kısmı içinde bulunduğu durumu gözler ve ona göre tavır alır. Üçüncü bir grup ise ezilen, sömürülen sınıfların hareketlerine katılır, emperyalizme karşı çıkar. Kemalizm’in özü de tam bağımsızlık, yani emperyalizme karşı çıkıştır. Bu nedenle Kemalizm, bir küçük burjuva ideolojisi değil, fakat küçük burjuvazinin en sol, en aydın, en devrimci kesiminin millî kurtuluşçu politik tutumudur; bu nedenle devrimcilerin asgari müştereklerde bir arada olabilecekleri, birlikte mücadele vermek için müttefik olacakları kesim Kemalistlerdir.

Şu anda içinde bulunduğumuz durumda tek çözüm, kapitalizme ve onun çocuğu olan emperyalizme karşı tüm güçlerin, yurtseverlerin, sosyalistlerin, komünistlerin ve Kemalistlerin tabandan en yukarıya kadar birlikte mücadelesidir. Bu örgütlenme ve mücadele sürecinde hiç kimsenin bir diğerini ötekileştirme lüksü olamaz. Şunu aklımızdan çıkarmamalıyız: Bu gemi batarsa içinde hepimiz boğulacağız.


[1] Kurtuluş Savaşı sırasında Atatürk ve SSCB ilişkileri konusunda ayrıntılı bilgi için bkz: Atilla Cemal Eşen, Postmodernizmin Kıskacında Sol ve Propaganda, Yayın B, İzmir, 2019

[2] Yıldırım Koç, Atatürk ve Sosyalizm, AsyaŞafak Yayınları, İstanbul, 2022, s: 32

[3] Max Bill, Sosyalizmin ve Sosyal Mücadelelerin Genel Tarihi, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2012, Önsöz.

[4] Yıldırım Koç, Atatürk ve Sosyalizm, AsyaŞafak Yayınları, İstanbul, 2022, s: 39

[5] Max Beer, Sosyalizmin ve Sosyal Mücadelelerin Genel Tarihi, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2012, s. 16.

[6] Atatürk’ün Bütün Eserleri, c.9, Kaynak Yayınları, İstanbul, Ekim 2002, s.323.

[7] Modern milliyetçi düşünce 1789-1799 Fransız Devrimi‘nin fikirlerinden doğmuştur. Milliyetçiliğe yol açan en önemli etken, daha önce hükümdar ve hanedan zemininde tanımlanan siyasi aidiyetin, hükümdardan bağımsız olarak, “halk”a verilmesinin gereğiydi. Siyasi aidiyet ve itaat, “halk”ın ortak iradesine dayandırılmalıydı. Avrupa tarihindeki ilk milliyetçi hareketlere, 1804 ile 1815 yılları arasında Napoleon istilası altındaki Almanya’da rastlanır. Aynı yıllarda, Rus işgalindeki Polonya‘da güçlü bir milliyetçi akım doğdu. 1821‘de Osmanlı Devleti‘ne karşı ayaklanan Yunanistan, Avrupa’nın milliyetçi çevrelerinde çok destek buldu. 1848‘de Avusturya İmparatorluğu’na karşı ayaklanan Macarlar, daha sonra Çekler ve Sırplar, milliyetçilik akımını Orta Avrupa’ya taşıdılar. 1860-1870 yılları arasında gerçekleşen İtalya birliği, devrimci milliyetçiliğin en büyük zaferlerinden biri olarak algılandı. 1870‘lerde Rusya‘da doğan Pan-Slavizm akımı, yayılmacı milliyetçiliğin ilk örneklerinden biriydi. Bizde ise millet kavramının, ırk ve din birlikteliğinden ayrı ve farklı şekilde kullanılması, Millî Mücadele hareketi ile birlikte başlamıştır. Emperyalizm aşamasına gelmiş olan kapitalizmde sermayenin vatanı yoktur, sermaye milli çıkarları yok etmek için “küreselleşme” maskesinin ardına saklanmıştır. Bu durum vatana ve bağımsızlığa sahip çıkma gereğini doğurmuştur. Ancak ne yazık ki, gerçekte emperyalizme karşı durmak için milli sermayenin saflarında olması gereken milliyetçi güçlerin, sosyalistlere karşı faşizmin saflarına katılmış olduklarını görüyoruz. Bu, İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki soğuk savaş döneminde yapılmış bir ABD planıydı ve büyük ölçüde başarılı oldu. Sermaye sınıfı uluslararası sermaye ile iş birliği yaparken, bir taraftan milli çıkarlara karşı tavır almış, diğer taraftan, ezilen, sömürülen sınıfların örgütlenmesini ve güçlenmesini “milli çıkarlar” için tehlikeli bir şey olarak göstermeyi başarmıştır. Sermaye sınıfı için “milli güvenlik”, ezdiği, sömürdüğü sınıflara karşı kendi güvenliğidir. (Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz: Atilla Cemal Eşen, Postmodernizmin Kıskacında Sol ve Propaganda, Yayın B, İzmir, 2019.)

[8] Din üzerinden siyaset konusunda ayrıntılı bilgi için bkz: Atilla cemal Eşen, Dinlerin Sınıfsal Kökeni ve Din Üzerinden Siyaset, Berfin Yayınları, İstanbul, 2021

[9] Emrah Gülpınar, Jakobenizm ve Kemalizm, Yordam Kitap, İstanbul, 2015, s. 167.

[10] Fikret Babuş, “Cumhuriyet Devrimi, Toprak Ağalığı ve Topraksız Köylü Sorunu”, Teori, Mayıs 2013, s.62

[11] Prof. Dr. Ahmet Mumcu, Tarih Açısından Türk Devriminin Temelleri ve Gelişimi, İnkılâp ve Aka, 1979, s. 181

[12] Metin Aydoğan, Bitmeyen Oyun, Resse Kitabevi, İstanbul, 2014, s.114.

[13] Metin Aydoğan, Türkiye Üzerine Notlar, 1923-2005, Umay Yayınları, İzmir, 2009, s. 121

[14] Cüneyt Arcayürek, İkinci Dünya Savaşına Ait Gizli Belgeler, Hürriyet Gazetesi, 07.12.1972. Aktaran: Metin Aydoğan, Türkiye Üzerine Notlar, 1923-2005, Umay Yayınları, İzmir, 2009, s. 123

[15] Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, 2. Cilt, İstanbul Matbaası, İstanbul, 1974, s. 826. Aktaran: Metin Aydoğan, Türkiye Üzerine Notlar, 1923-2005, Umay Yayınları, İzmir, 2009, s. 123

[16] Emin Değer, Müdafaa_i Hukuk Dergisi, 30.07.2000, Sayı: 24 s. 4 Aktaran: Metin Aydoğan, Türkiye Üzerine Notlar, 1923-2005, Umay Yayınları, İzmir, 2009, s. 124

[17] Şevket Süreyya Aydemir, İkinci Adam, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1979, 2. Cilt, s.125-126

[18] Metin Aydoğan, Bitmeyen Oyun, Resse Kitabevi, İstanbul, 2014, s.113.

[19]Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, 3. Cilt, s. 1696. Aktaran: Metin Aydoğan, Türkiye Üzerine Notlar, 1923-2005, Umay Yayınları, İzmir, 2009, s. 122

[20] Missouri zırhlısı geldiğinde, Amerika’ya şirin görünme ve yaranma çabaları öyle bir boyuttaydı ki, tüm büfelerdeki “Rus Salatası” yazıları “Amerikan Salatası” olarak değiştirildi. Bu yüzden günümüzde tüm Türkiye’de “Rus Salatası” olarak bilinen yiyecek, İstanbul’da “Amerikan Salatası” olarak bilinir. (Y.N.)

[21] Metin Aydoğan, Bitmeyen Oyun, Resse Kitabevi, İstanbul, 2014, s.113.

[22] Metin Aydoğan, Bitmeyen Oyun, Resse Kitabevi, İstanbul, 2014, s.114.

[23] Attila İlhan, Hangi Atatürk, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2017, s. 258.

[24] Attila İlhan, Hangi Atatürk, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2017, s. 258.

[25] Attila İlhan, Hangi Atatürk, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2017, s. 258.

[26] İsmail Yavuz, Mustafa Kemal’in Uçakları, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2014, s. 188

[27] Attila İlhan, Hangi Atatürk, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2017, s. 361.

[28] Mahir Çayan, içinde bulunduğumuz koşullarda yapılması gereken savaşı II. Milli Kurtuluş Savaşı olarak niteliyor. (Y.N.)

[29] Mahir Çayan, Toplu Yazılar, Su Yayınları, İstanbul, 2016, s. 115

[30] Aynı yerde.

[31] Rasih Nuri İleri, Atatürk ve Komünizm, May Yayınları, İstanbul, 1970, s.291.

[32] Bauhaus hakkında ayrıntılı bilgi için bkz: Atilla Cemal Eşen, Resim Sanatı Tarihinde Devrimler ve Karşıdevrimler, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2015

[33] Attila İlhan, Hangi Sol, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2015, s. 232

[34] Atatürk’ün Bütün Eserleri, c.27 (1934-1935), Kaynak Yayınları, 2. basım, İstanbul, 2103, s.225

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir