28 mayısta yapılan Cumhurbaşkanlığı seçiminde Kemal Kılıçdaroğlu yüzde elli ikiye karşılık yüzde kırk sekiz oy alarak kaybetti.
Seçim öncesinde “aman şimdi bu konuları gündeme getirmeyelim, şimdi sırası değil, hele bir Erdoğan’ı indirelim sonra bunları konuşuruz” diyerek halı altına süpürülmüş ne sorun varsa seçim biter bitmez ortaya çıktı. CHP, bir taraftan “değişim gerek” diyenlerle “hayır, önce yenilik” diyenler arasındaki çekişmeye maruz kaldı. Bir tarafta Kılıçdaroğlucular, diğer tarafta Ekremciler, tabanda ise parti ideolojisi ele alınmadan, bir başka deyişle “fabrika ayarlarına dönülmeden” değişimin de yenilenmenin de çözüm olamayacağını savunanlar var. Parti bir taraftan bu iç çekişmelerle boğuşurken, diğer taraftan ülkenin içinde bulunduğu sorunları “bu asla kabul edilemez” demeçleriyle geçiştirerek muhalefetçilik oynamayı sürdürüyor, seçmenlerine “yıkılmadık, ayaktayız” mesajı vermeye çalışıyor.
Ben de birçok kişi gibi CHP’li olmadığım halde “sırf Erdoğan gitsin diye” mecburen Kılıçdaroğlu’na oy verenlerdenim. Biraz bu nedenle, biraz da “ana muhalefet partisi” olarak konumlandırılmış olması nedeniyle CHP üzerine birkaç satır söz etme gereği duydum. CHP’nin iç sorunları, burjuva demokrasisinin sorunlarından ayrı düşünülemez. Bu nedenle burjuva demokrasisi ile gerçek demokrasinin, yani sosyalist demokrasinin karşılaştırmasını yapmak, CHP’deki çekişmelere de ışık tutacaktır diye düşünüyorum.
Sosyalist Demokrasi, toplumun tüm kesimlerinden gönüllü bireylerin, yerel meclisler aracılığıyla doğrudan yönetime katıldığı, “doğrudan demokrasi” diye de adlandırılan gerçek demokrasidir. Doğrudan demokraside tüm fabrikalar, atölyeler, bürolar, çiftlikler, okullar, kışlalar, yerel meclisler vasıtasıyla aşağıdan yukarıya doğru uzanan birer iktidar organıdırlar. İşyeri komiteleri, mahalle ve köy meclisleri ilçe meclislerinin, ilçe meclisleri ise il meclislerinin parçasıdırlar. En yüksek organ Yüksek Meclis’tir. Yüksek Meclis, yerel iktidar organlarıyla bağlantılı olarak çalışır ve onlarla birlikte bir bütün oluşturur. Aşağıdan yukarıya doğru yönetim kademelerini oluşturan tüm bu örgütler, kendi yönetimlerini özgürce belirlerler. Tüm yurttaşlar yönetim organlarına aday gösterebildikleri gibi, kendileri de aday olabilirler. Seçmenler, seçtikleri ve üst organa gönderdikleri temsilcileri ve görevlileri temsil ve görev dönemleri tamamlanmadan “geri çağırma” hakkına sahiptirler. Bu hakkın kullanımı yasalarla düzenlenir ve güvence altına alınır. Hiç kimsenin görevi dolayısıyla yasal dokunulmazlığı yoktur. Böyle bir sistemin eksiksiz uygulanmasıyla yöneten-yönetilen ayrımı giderek ortadan kalkar, “Üreten biziz, yöneten de biz olmalıyız” idealinin gerçekleşmesinin yolu açılır.[i]
Burjuva demokrasilerinde ise yurttaşlar seçimden seçime sandığa gidip oy kullanmakla yetinecekler, aktif olarak siyasete katılmak isterlerse bir siyasi partiye üye olacaklardır. Siyasi partiye üye olanlar parti genel başkanına ve yönetimdeki kadrolara biat ettikleri ölçüde parti içinde yükselirler ve seçimlerde milletvekili adayı olurlar. Seçimden seçime sandığa oy vermeye giden yurttaşlar ise görüşlerine katıldıkları partiye oy verirler, ancak milletvekili adayı olan kişi hakkında bilgileri yoktur. Seçilen vekili geri çağırma hakkına da sahip değildirler; bunun için bir sonraki seçimi beklemek zorundadırlar. Bu durum giderek politikacılığı meslek edinmiş bir ayrıcalıklı sınıfın doğmasına, yöneten-yönetilen ayrımının keskinleşmesine yol açar. Demokrasinin karşıtına dönüşmesi demek olan tek adam rejimleri de böyle ortamlarda beslenir, gelişir, serpilirler.
Bu seçimin yasaların çiğnendiği, demokratik olmayan koşullarda yapıldığı son derece açık olmasına rağmen CHP’nin yenilgiyi bu denli kolay kabullenmiş olması, “acaba CHP iktidar olmak istemiyor mu?” sorusunu da akla getiriyor. Ben bu durumu CHP kadrolarında politikacılığı meslek edinmiş olduğu için iktidarda olmakla muhalefette olmak arasında bir fark görmeyen kişilerin olmasına bağlıyorum.
CHP, 1923 yılında kurulmuştur; kurucusu ve ilk Genel Başkanı Gazi Mustafa Kemal Atatürk’tür. Amblemindeki altı ok, Cumhuriyetimizin temel kuruluş ilkeleri olan altı ilkeyi simgeler: Cumhuriyetçilik, Devletçilik, Halkçılık, Milliyetçilik, Laiklik ve Devrimcilik. Bu altı ilkenin günümüzde partinin yalnız ambleminde kalmış olduğunu söylemeye gerek yok sanırım. “Dindar yurttaşların oyunu alamayız” kaygısıyla laikliği yok etmeye yönelik uygulamalara, cemaatlere, tarikatlara karşı nasıl sessiz kaldığını görüyoruz. Kemal Kılıçdaroğlu’nun göreve geldiğinde “1930’ların CHP’si değiliz” dediğini biliyoruz. Yabancı sermaye getirmek konusunda AKP ile yarış yaptığı ortada.[ii] “Toplum sağa kaydıkça, CHP de tabanını genişletmek için sağa kayıyor” söylemi bu durumun bir ifadesi olmakla birlikte eksik bir ifade.
CHP’nin sağa kaymış olması çok kişinin sandığı gibi yeni bir şey değil. Kimileri Türkiye’deki karşıdevrim sürecinin Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle başladığı görüşündedirler. Kimileri de 1945 yılını bir kırılma noktası olarak görürler ve Türkiye’nin, İkinci Dünya Savaşı sonunda Atlantik sistemine bağlanmakla karşıdevrim sürecine girmiş olduğunu savunurlar. Atatürk’ün 1938 yılında ölümü üzerine, Atatürk’ün yerine İsmet İnönü getirildi. İnönü’nün 1938-1950 yılları arasındaki “Millî Şef” konumu ve geniş yetkilere sahip olarak sürdürdüğü dönem, Kemalist politikanın temel ilkeleriyle çelişen bazı uygulamaların yer aldığı bir dönem olmuştur. Kemalizm’den geri dönüş süreci, yaygın bir kanı olduğu üzere 1950’de değil, Atatürk ölür ölmez, 1938’de başlamıştır.[iii]
İsmet İnönü, gelenek gereği istifa etmiş olan Celal Bayar’ı hükümet kurmakla yeniden görevlendirmişti. Ancak, yeni kurulan hükümette önemli iki değişiklik vardı: İçişleri Bakanı Şükrü Kaya ve Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras yeni hükümette yoktu. İnönü’nün isteği üzerine, Cumhuriyet devrimlerinin uygulamasında en önde görev almış bu iki önemli bakana, yeni hükümette yer verilmemişti.
1939 Mart’ında, erken genel seçimler yapıldı; bu seçimlerde milletvekili adaylarının tümünü İnönü seçmişti. Atatürk’ün güven duyup yıllarca birlikte çalıştığı kadro milletvekili yapılmamıştı. Buna karşılık, Atatürk’le siyasi çatışma içine giren, Terakkiperver Fırka kurucuları başta olmak üzere, tüm karşı unsurlar Meclis’e alınmıştı. (Bu bana bu seçimde CHP sayesinde meclise giren İyi Parti, Deva Partisi, Gelecek Partisi, Saadet Partisi milletvekillerini hatırlattı.)
Atatürk döneminde Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği, Millî Eğitim Bakanlığı yapan ve ilk İnkılâp (Devrim) Tarihi derslerini veren Prof. Hikmet Bayur, Atatürk’ün ölümünden sonraki uygulamalar hakkında şöyle söylüyor:
“…Atatürk ölür ölmez, Atatürk aleyhine bir cereyan başlatılmıştır. Mesela, Atatürk’e bağlı olan bizleri İnkılâp derslerinden aldılar. Kendi adamlarını koydular. O dönemde Atatürkçülüğü övmek ortadan kalkmıştı.”[iv]
Atatürk, bağımsızlığın, ancak ekonomik bağımsızlıkla mümkün olabileceğini görmüş, ölümüne yakın, “Türkiye tarafsız kalmalıdır, bir ittifak içine girmemelidir” diyerek, vasiyet niteliğinde önermede bulunmuştu. Kurtuluş Savaşı’nın en zorlu günlerinde, 1921 sonlarında şunları söylüyordu: “İlkbahara kadar üç ay içinde bu silahları elde edemezsek diplomasi kanallarıyla bir çözüm aramak zorunda kalacağız. Bunu arzu etmiyorum. Biliyorum ki Batı ile uyuşma, Türkiye’nin kaçınılmaz olarak köleleştirilmesi anlamına gelecektir.”[v] Batı emperyalizmi için de şunları söylemiştir: “Biz, Batı emperyalizmine karşı yalnızca kurtuluşumuzu sağlamak ve bağımsızlığımızı korumakla yetinmiyoruz. Aynı zamanda, Batı emperyalistlerinin güçleri ve bilinen araçlarıyla Türk milletini emperyalist politikalarına araç olarak kullanmak istemelerine engel oluyoruz. Bununla bütün insanlığa hizmet ettiğimize inanıyoruz.”[vi]
Atatürk’ün ölümünün hemen ardından, onun “Çağdaş medeniyetler seviyesine çıkma” hedefi İnönü döneminde çarpıtılarak “batılılaşma” şeklinde yorumlanmış, Türkiye’nin Atatürk’ün vasiyetine rağmen Batı bloğuna yönelmesi, Türk-Sovyet ilişkilerinin bozulmasına sebep olmuştur. Sovyetlere sırt çevrilip, İngilizlerle ve Fransızlarla ittifak antlaşmaları yapılmıştır.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti yabancı bir ülkeye imtiyaz tanıyan ilk anlaşmayı Demokrat Parti’den çok önce, 1 Nisan 1939 günü yapmıştı. 5 Mayıs günü yürürlüğe giren bu anlaşmaya göre, Türkiye ABD’ye “Gerek ithalat ve ihracatta ve gerekse diğer tüm konularda en ziyade müsaadeye mazhar ülke statüsü” tanıdı. Ayrıca, ABD sanayi malları için yüzde 12 ile yüzde 88 arasında değişen oranlarda gümrük indirimleri sağlandı.
Atatürk’ün ölümünden yalnızca altı ay sonra, 12 Mayıs 1939’da İngiltere ile, 23 Haziran’da da Fransa ile iki ayrı anlaşmaya imza atıldı. Sovyetler Birliği’nde büyük rahatsızlık yaratan bu anlaşmalar, 19 Ekim 1939 tarihinde İngiltere, Fransa ve Türkiye arasındaki “üçlü ittifak anlaşması” durumuna getirildi. Anlaşmanın yapıldığı günlerde Almanya, İngiltere ve Fransa ile savaş halindeydi ve bu anlaşma, Hitler’in Türkiye’yi işgal planı içine almasına neden olmuştu. Anlaşmadan sonra, Sovyetler Birliği ile ilişkiler bozulmuş, Almanya’nın tepkisi çekilmiş ama neredeyse hiçbir şey kazanılmamıştı. Ancak çok önemli bir şey yitirilmişti: On beş yıl boyunca uygulanan tam bağımsız ve bağlantısız Kemalist dış politikadan vazgeçilmiş ve yeniden “Batıya bağlanma” sürecine girilmiş, Atatürk’ün ölümüne dek yaptığı uyarılar ve bıraktığı vasiyet yerine getirilmemişti. Oysa bunlar Türk Devrimi’nin özünü oluşturuyordu.
İsmet İnönü, üçlü ittifak anlaşmasının yapıldığı günlerde kendisiyle görüşen Daily Telegraph gazetesinin muhabirine şunları söylemişti:
“İngiliz milletine Türk milletinin muhabbetli selamlarını bildirmenizi rica ederim. Türkiye Cumhuriyeti ile ittifakı İngiliz milletinin samimiyetle karşıladığını görmek bizi çok sevindirmiştir. Bu ittifakı ilham eden siyasete samimi yardımından dolayı bilhassa İngiliz matbuatına (basınına) müteşekkirim. İttifaka karşı samimi olduğu kadar da üstlendiği yükümlülükleri yerine getirme azminde olan Türk milletinde, İngiliz milleti sadık bir müttefik bulacaktır.”[vii]
Atatürk döneminde kapatılmış olan Mason locaları da İnönü döneminde yeniden açıldılar.
İsmet İnönü, İngilizler için yaptığı açıklamanın bir benzerini beş yıl sonra Amerikalılar için yapacaktır. ABD ile yapılan “yardım” anlaşması nedeniyle yaptığı radyo konuşmasında şunları söyleyecektir:
“Büyük Amerika Cumhuriyeti’nin ülkemiz ve ulusumuz hakkında beslemekte olduğu yakın dostluk duygularının yeni bir örneğini teşkil eden bu sevinçli olayı (yardım anlaşmasını) her Türk candan alkışlamalıdır.”[viii]
İnönü ile Atatürk’ün görüşleri arasındaki niteliksel karşıtlık, zaman içinde yeni koşulların sebep olduğu bir karşıtlık değildi. 1919’da daha Samsun’a çıkmadan önce İstanbul’dayken İsmet İnönü, Atatürk’e yazdığı bir mektupta şöyle demişti: “Bütün memleketi parçalamadan ülkeyi bir Amerikan denetimine bırakmak, yaşayabilmek için tek uygun çare gibidir.”[ix]
Amerikan donanmasının Missouri Zırhlısı, 5 Nisan 1946’da İstanbul’a gelmiş ve büyük törenlerle karşılanmıştı. O sıralarda Başbakan Şükrü Saracoğlu, Amerika’ya olan 4,5 milyon dolarlık borcun ödenmesi üzerine yaptığı konuşmada şöyle söylüyordu:
“Hepimiz inanıyoruz ki, biz bu parayı vermekle borcumuzun yalnız maddi kısmını ödüyoruz. Amerika’ya bir de manevi borcumuz vardır ki; onu da hürriyet, adalet, istiklâl ve insanlık davalarında Amerika’nın bulunduğu saflarda bulunmak suretiyle ödemeye çalışacağız.”[x]
Aynı günlerde bazı CHP milletvekillerinin mecliste söyledikleri, inanılır gibi değildir. CHP İstanbul Milletvekili Hamdullah Suphi Tanrıöver, “Dünyaya ışık nereden geliyor? Bu ışığın bir kaynağı var. Işık Amerika’dan geliyor. Ümit nereden geliyor? Amerika’dan geliyor” diyordu. Bursa Milletvekili M. Baha Pars ise şunu söylüyordu: “Bugün bu büyük milletin, Amerika’nın insanlığa yaptığı yardımı hatırlayıp teşekkür ederken, peygamber gibi temiz ve kusursuz Roosevelt’i ve onun halefi olan, kıymetli devlet ve millet adamı Truman’ı hürmetle selamlarım.”[xi]
Endüstrileşmiş kapitalist ülkeler, geri kalmış ülkeleri açık Pazar olarak kullanabilmek için endüstrileşmelerine izin vermezler, onları liberal bir ekonomik düzen içinde kendi sömürüleri için açık tutmayı tercih ederler. Türkiye sanayileşme çabası içindeyken, bu çaba emperyalist Batı tarafından bir tehdit olarak görülüyor, engellenmeye çalışılıyordu. Tam bağımsızlık ilkesi ve bu ilkeye bağlı olan dış politikamız da emperyalist Batı’nın önünde önemli bir engel oluşturuyordu. Bu konuda, ünlü İngiliz ekonomi dergisi “The Economist”in çeşitli tarihlerde Türkiye ile ilgili olarak yayınladığı makalelere bakmakta fayda var:
“…Yabancı sermaye sorunu kendilerini kısır bir döngü içinde bulan Türk liderlerini düşündürmeye devam etmektedir. Bağımsızlığını ve Türklerin deyimiyle ‘ulusal bütünlüğünü’ koruması için, ülkenin zengin doğal kaynaklarını bir an önce geliştirmesi zorunludur. Bu ise ancak yabancıların YÖNETSEL KATKISI VE MALİ DESTEĞİYLE gerçekleşebilir. Özellikle büyük bir dış borç altına girilmesi, ya da yabancılara geniş ayrıcalıklar tanıyan bir politika uygulanması hızlı bir üretim artışı sağlayabilir. Ancak her şeyden önce Cumhuriyet yönetiminin mutlu yalnızlık ve mutlak bağımsızlık tutkularından vazgeçmesi gerekmektedir.” (The Economist, 11 Nisan 1925)[xii]
“… Hükümet endüstri hayatını geliştirmek istiyorsa yabancı firmalara bazı kolaylıklar göstermek zorundadır.” (The Economist, 26 Haziran 1926)[xiii]
“… TBMM tutanaklarından da görüleceği gibi savaş sonrası Türkiye’sinin liderleri yoğun ve sürekli bir kalkınma hamlesinin ‘anavatana’ sağlayacağı yararları çok iyi bilmektedirler. Ne var ki bu hedefe ulaşmak için büyük paralar harcamak zorunludur ve Türkiye’de bu para yoktur. Demek ki bu paranın yabancı para piyasalarından gelmesi gereklidir. Devletin yüksek çıkarları, Türk bakanlarının yabancı kapitalistlere karşı takındıkları olumsuz tavrı bir kez daha gözden geçirmelerini ve YABANCI SERMAYEYE GÜVEN VERECEK önlemlere yönelmelerini gerektiriyor.” (The Economist, 7 Haziran 1930)[xiv]
12 Temmuz 1947’de ABD ile Türkiye arasında, “Marshall Yardımı” diye bilinen anlaşma yapıldı. 1925 yılında temelleri atılmış olan uçak fabrikalarımız, bu anlaşma çerçevesinde 1950 yılında Makine ve Kimya Endüstrisi Kurumu’na (MKEK) devredildi, daha sonra da kapatıldılar.
Prof. Dr. Sami Güven, “1950’li Yıllarda Türk Ekonomisi Üzerine Amerikan Reçeteleri” adlı kitabında konuya şöyle açıklık getirmekte:
“Türkiye’nin 1947 yılında Marshall yardımından yararlanması şu gerekçeyle kabul edilmiştir: Savaştan yıkık çıkan Avrupa’nın gıdaya ve hammaddeye ihtiyacı vardır. Türkiye aldığı yardımlarla tarımını geliştirecek ve Avrupa’nın gıda ve hammadde deposu haline gelecektir. Buna karşılık sanayi mamülleri Avrupa’dan alınacaktır. Böylece Atatürk döneminde amaç, sanayi ülkesi olmak iken, Marshall yardımı ile amaç Avrupa’nın tarım ülkesi olmaktır.”[xv]
Amerikalı sözde uzmanların, Hilts, Baker, Thornburg’un raporlarının uygulanması da bu anlaşma yoluyla olmuştur.
Hilts Raporu, 1948-1950 yıllarında ABD Federal Kara Yolları Bürosu Genel Müdür Yardımcısı Hilts’in başkanlığında bir heyet tarafından yazılmıştı. Türkiye’nin demiryolu yapımından vazgeçmesini ve karayolu yapımına öncelik vermesini, “Türkiye’nin Yol Durumu” başlıklı bu rapor sağlamıştır.
Baker Raporu, 1949-1950 yıllarında Dünya Bankası yöneticisi Baker başkanlığındaki heyet tarafından hazırlanmıştı. “Türkiye’nin Ekonomisi” başlığını taşıyan bu rapor, Türkiye’nin önceliğinin tarıma yönelmesi olduğunu vurgulamıştı.
Thornburg Raporu, 1949 ve 1950 yıllarında ABD Dışişleri Bakanlığı’nda petrol danışmanı olan Max Weston Thornburg ve arkadaşları tarafından yazılan “Türkiye’nin Bugünkü Ekonomik Durumu” ve “Türkiye Nasıl Yükselir?” başlıklı iki rapordan oluşuyordu. Bu raporlar, özelleştirmenin önünün açılmasından, Sümerbank, Etibank, Karabük Demir-Çelik gibi kuruluşların özelleştirilmesi veya tasfiye edilmesi gerektiğinden, uçak ve uçak motoru fabrikalarının ekonomik olmadığından kapatılmalarının uygun olacağından söz etmekte; uçak, otomobil, traktör gibi teknoloji gerektiren malzemelerin dışarıdan alınmalarının daha ekonomik olacağını dikte ediyorlardı.
Truman Doktrini’nin ve buna bağlı olarak yapılan Marshall Yardımı anlaşması, Türkiye’nin kazanımlarının kaybedilmesiyle sonuçlanmıştır. Türkiye, ABD’nin çıkarları doğrultusunda, yıllarca kurmaya çalıştığı sanayileşmeden vazgeçmiş, kendisine biçilen tarım ülkesi rolünü üstlenmiştir. Marshall yardımı anlaşması, Türkiye’nin günümüzde samanı bile ithal eder hale gelmesi sürecinde önemli bir dönüm noktasıdır.
Cumhuriyet rejimi kurulunca, Atatürk’e en çok direnenler Osmanlı’nın Batı yanlıları olmuştu. Fâlih Rıfkı Atay, İttihatçı Cavit Bey’in Batı yanlısı görüşlerini şöyle yansıtıyor:
“…Büyük Avrupa devletlerinin yardımı olmaksızın ve bu yardımı sağlayacak ödünleri vermeksizin, Anadolu’nun ortasında tek başımıza devlet kurup yaşamamız olanak dışıdır.”[xvi]
Atatürk, bu görüşleri nedeniyle Cavit Bey’i astırmıştır.
Bir taraftan da Türkiye kamuoyuna “ABD demokrasi getiriyor” propagandası yapılıyordu. O kadar ki, 10 Haziran 1946’da Cemiyetler Kanunu değiştirilerek, sınıf esasına dayalı cemiyet kurmak serbest bırakıldı. Hemen 10 gün sonra Dr. Şefik Hüsnü önderliğinde Türkiye Sosyalist Emekçi Köylü Partisi (TSEKP) ve Esat Adil Müstecaplıoğlu başkanlığında Sosyalist Parti (SP) kuruldu. Ancak 1946’nın Amerikancıları bu iki partiye altı ay dayanabildiler. TSEKP kapatıldığında, 13 ilde örgütü ve İstanbul’da 10 bin işçi üyesi vardı. Şefik Hüsnü ve arkadaşları ağır cezalara çarptırıldılar. 1954 yılında Hikmet Kıvılcımlı tarafından kurulan Vatan Partisi de aynı uygulamalarla karşılaştı.
Celal Bayar, 1950 yılında “Türkiye’yi küçük Amerika yapacağız” derken, aslında 1945 yılındaki Atlantik’e bağlanma programının altını çizmişti. Küçük Amerika olmak, Atlantik sistemine bağlanan Türkiye’de iktidar ve ana muhalefetiyle yeni sistemin ana programını ifade ediyordu. Oysa CHP, iktidarı DP’ye teslim etmeden, hatta DP daha kurulmadan önce bu çizgiye girmişti. Küçük Amerika olmak amacını ilk açıklayan, Celal Bayar’dan beş yıl önce, CHP hükümetinin genç bakanı Nihat Erim’di. Bu arada Demokrat Parti’nin kurucularının CHP’den ayrılan toprak ağası milletvekilleri olduklarını hatırlatmakta fayda var.
Köy Enstitüleri’nin kapatılması da Cumhuriyet döneminin kazanımlarına vurulmuş bir darbedir. 1936’da kurulan Köy Enstitüleri, Batı’ya öykünmeyen, ulusal bir eğitim felsefesinin ve sisteminin ülkemizdeki ilk ve tek uygulamasıydı. Enstitülerden mezun olanlar köylerine dönecek, orada üreticilerin iş birliğinin öncülüğünü yapacaklar, köylünün bilinçlenerek kalkınmasına yardımcı olacaklardı. Böylece her alanda kalkınma hamlesi köylere kadar yayılacak, köyden kente göç de engellenecekti. Bauhaus’un kolektif iş eğitimini örnek alan ve Bauhaus ilkesinin tarım alanındaki uygulamasının çok iyi bir örneği olan bu enstitüler kısa süre sonra gerici, karşıdevrimci odakların, özellikle de toprak ağalarının tepkisiyle karşılaştılar ve 1947’de kapatıldılar.[xvii]
CHP’nin kurulmasından çok kısa bir süre sonra, 1 Ocak 1925’te Dr. Şefik Hüsnü’nün bu partinin küçük burjuva yapısı hakkında söyledikleri ilginçtir. Şefik Hüsnü daha o günden geleceği görmüştür:
“İktidardan yararlanarak bir kısım küçük ve orta sermayenin sahipleri cüretli işlerle büyük güce sahip olur, artık ekonomik baskı istemezler. Zorunlu olarak yabancı sermaye ile iş birliği ederler. Hükümete baskıda bulunurlar. Halk Fırkası (Partisi) bu iniş üzerindedir. Bu küçük burjuva fırkasına mensup nüfuzlu üyelerin sermayeleri arttığı oranda devrimciliği azalacaktır.”[xviii]
1970’li yılların devrimci önderlerinden Mahir Çayan da Şefik Hüsnü ile aynı görüştedir; CHP’nin anti-emperyalist özelliğini yitirmesini onun bir küçük burjuva partisi olması ile ilişkilendirir. Çayan, 1924’de CHP’de egemen olan anti-emperyalist yönün, II. Dünya Savaşı’ndan sonra ters yöne döndüğünü, böylece CHP’nin Kemalist kökleriyle bağlarını kesmiş olduğunu savunur. “Temelde küçük burjuva reformist unsurlara dayanan bu partide, bugün için tali durumda da olsa, anti-emperyalist ve halkçı unsurlar yer almaktadır. Fakat içinde anti-emperyalist unsurlar da var diye de emperyalizmle uzlaşan bu partiyi, akıl almaz bir tutumla Kemalist ilan edemeyiz” der. Çayan’a göre Kemalizm Türkiye’deki küçük burjuvazinin en radikal çizgisidir ve onu karakterize eden “millî kurtuluşçuluk” ve “laiklik” öğeleridir. Kemalizm’i bugüne kadar ayakta tutan, ona ruh veren Millî bağımsızlıkçı, anti emperyalist niteliğidir; bu özelliğinden dolayı da devrimci mücadelede en önemli müttefiktir.
Hiç şüphe yok ki Dr. Şefik Hüsnü’nün bu denli ileri görüşlü olması ve Mahir Çayan’ın son derece doğru tespiti sosyalistliklerinden ve soruna sınıfsal olarak bakıyor olmalarından. Tarihin devindirici güçlerinin sınıf çatışmaları olduğu gerçeğini kabullendiğimizde ve CHP’ye de sınıfsal olarak baktığımızda bu seçimin sonuçlarından çıkarmamız gereken ders şudur: Kapitalist sistemin sebep olduğu sorunlara kapitalist sistem içinde çözüm aramak boşunadır. Sorunun kapitalizmden kaynaklandığını görmeyen -belki de “görmek istemeyen” demek daha doğru- sistem partilerinin yapacağı muhalefet, muhalefet yapıyormuş gibi yapmaktan öte gidemez.
Bu seçimlerin bize gösterdiği bir gerçek de sağcı bir muhalefetin, sağcı bir iktidarın seçeneği olamayacağı gerçeğidir. Bu kısır döngüden çıkmanın yolu, sosyalistlerin birleşerek sistem partilerinin karşısında güçlü bir seçenek oluşturmasıdır. Devrimci mücadelede de sosyalistlerin en önemli müttefiki tam bağımsızlıkçı niteliği nedeniyle Kemalistlerdir.
Atilla Cemal Eşen
23 Temmuz 2023
[i] Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz: Atilla Cemal Eşen, Devlet Üzerine, Siyah Beyaz yayınları, İstanbul, 2023
[ii] Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz: Atilla Cemal Eşen, Postmodernizmin Kıskacında Sol ve Propaganda, Yayın B, İzmir, 2019
[iii] Türkiye’de karşıdevrim süreci konusunda ayrıntılı bilgi için bkz: https://atillacemalesen.com/turk-devrimi-ve-karsidevrim/
[iv] Metin Aydoğan, Türkiye Üzerine Notlar, 1923-2005, Umay Yayınları, İzmir, 2009, s. 121
[v] Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, 2. Cilt, İstanbul Matbaası, İstanbul, 1974, s. 826. Aktaran: Metin Aydoğan, Türkiye Üzerine Notlar, 1923-2005, Umay Yayınları, İzmir, 2009, s. 123
[vi] Emin Değer, Müdafaa-i Hukuk Dergisi, 30.07.2000, Sayı: 24 s. 4 Aktaran: Metin Aydoğan, Türkiye Üzerine Notlar, 1923-2005, Umay Yayınları, İzmir, 2009, s. 124
[vii] Şevket Süreyya Aydemir, İkinci Adam, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1979, 2. Cilt, s.125-126
[viii] Metin Aydoğan, Bitmeyen Oyun, Resse Kitabevi, İstanbul, 2014, s.113.
[ix] Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, 3. Cilt, s. 1696. Aktaran: Metin Aydoğan, Türkiye Üzerine Notlar, 1923-2005, Umay Yayınları, İzmir, 2009, s. 122
[x] Metin Aydoğan, Bitmeyen Oyun, Resse Kitabevi, İstanbul, 2014, s.113.
[xi] Metin Aydoğan, Bitmeyen Oyun, Resse Kitabevi, İstanbul, 2014, s.114.
[xii] Attila İlhan, Hangi Atatürk, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2017, s. 258.
[xiii] Attila İlhan, Hangi Atatürk, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2017, s. 258.
[xiv] Attila İlhan, Hangi Atatürk, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2017, s. 258.
[xv] İsmail Yavuz, Mustafa Kemal’in Uçakları, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2014, s. 188
[xvi] Attila İlhan, Hangi Atatürk, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2017, s. 361.
[xvii] Bauhaus hakkında ayrıntılı bilgi için bkz: Atilla Cemal Eşen, Resim Sanatı Tarihinde Devrimler ve Karşıdevrimler, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2015
[xviii] Rasih Nuri İleri, Atatürk ve Komünizm, May Yayınları, İstanbul, 1970, s.291.